..E-posta: Þifre:
ÝzEdebiyat'a Üye Ol
Sýkça Sorulanlar
Þifrenizi mi unuttunuz?..
Bir gün karþýma biri çýkacak ve bana: "Herþey olmasý gerektiði gibi olmaktadýr, efendim" diyecektir. -A. Aðaoðlu, Yazsonu
þiir
öykü
roman
deneme
eleþtiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katýlýmý
Yazar Kütüphaneleri



Þu Anda Ne Yazýyorsunuz?
Ýnternet ve Yazarlýk
Yazarlýk Kaynaklarý
Yazma Süreci
Ýlk Roman
Kitap Yayýnlatmak
Yeni Bir Dünya Düþlemek
Niçin Yazýyorum?
Yazarlar Hakkýnda Her Þey
Ben Bir Yazarým!
Þu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm baþlýklar  


 


 

 




Arama Motoru

ÝzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > Kemal Yavuz Paracýkoðlu




10 Haziran 2012
Bizim Köyün Ayýlarý  
roman

Kemal Yavuz Paracýkoðlu


"Ben bir fotoðraf albümüyüm. Kafamýn içinde, hiç deðiþmeyen, kimisi silik, kimisi derin izleri olan canlý yüzler taþýyorum. Binlerce…”


:CIIF:

Ö N S Ö Z

"Ben bir fotoðraf albümüyüm. Kafamýn içinde, hiç deðiþmeyen, kimisi silik, kimisi derin izleri olan canlý yüzler taþýyorum. Binlerce…”
*
“Merhaba!”
“Merhaba!”
On üç yaþýndaki çocuðu selamlýyorum: Yol kenarýndaki kalýn gövdeli aðaca dayamýþ sýrtýný, kitap okuyor; yoldan geçenlerden biri gelsin, “aferin çocuk!” desin…Ki, deðersiz bir çocuk olmadýðýný anlasýn.
On üç yaþýndaki çocuðun Sümerbanklý iskarpinlerine bakýyorum, altlarý üçüncü kez pençeli, belli.
Ýskarpinlerinden çýkarak diz kapaklarýna kadar uzanmýþ siyah fitilli çoraplarýn lastikleri baldýrlarýný sýkmýþ, annesinin eski elbiselerden bozup diktiði pantolonunun paçalarýndan sokup elini onlarý arada bir çekiþtirip yerlerini deðiþtiriyor, ama yararsýz.
Saçlarý üç numara, uzatýp taramasý için onlarý, izin verilmiyor; oysa arkadaþlarý uzattýklarý saçlarýný her gün limon suyuyla ýslatýp þekilden þekle sokuyorlar ona nispet yapar gibi…
“Ah be çocuk, hiç aklýndan geçer miydi, elli sekiz yaþýna geldiðinde kendinle merhabalaþacaðýn?”
*

Arkadaþlarýmýn sýrtlarýnda sinerek sýnýfýn en güzel kýzýna bakýyorum.
Hayatýmda ilk kez aþýk oluyorum; kolay deðil tabii… Ama kýz beni umursamýyor ki…
Olsun!
Umursamazsa umursamasýn!
Unuturum onu…
Baþka kýzlara bakmaya baþlarým.
Hepsine aþýk olurum.
Yüzlerce defa.
Aþk, zaten olunduðu zaman vardýr; yaþandýðý zaman yok olur.
*

Bir baþka kýza bakýyorum. Pek de güzel deðil aslýnda, ama gözlerimi alamýyorum ondan. Gözleri deli, mavi… Çocukluðumun en mutlu fotoðrafý o… Benden bir yaþ kadar küçük olmasýna karþýn öylesine olgunlaþmýþ bir genç kýz havasý var ki, karþýsýnda kendimi ondan birkaç yaþ küçük hissediyorum. Hayatýmda ilk kez bir sevgilim oluyor, ona aþýk oluyorum. “Sana aþýk oldum,” diyorum ona; o da, “ben de sana,” diyor.“Ben de sana!”
*

Çocukluk resimlerim buruk bir tad býrakýyorlar bakýþlarýma; çocukluðum iyi geçmemiþ mi ne?
Albümler yaþlanýnca bakýlmak için mi hazýrlanýr?
Çocukluðuma dair her fotoðrafta hüzün var; ama bu yaþlý kafa her fotoðrafa sýrýtarak bakýyor nedense…
Balýk kafalý yaþlý adam unutmuþ yaþanan hüzünleri, þimdi onlarý küçümsüyor.
Utanmalýsýn!
Çocukluðuma dair bir tek fotoðraf yok, sevinç, mutluluk haykýran. Hep acýlý þeyler mi yaþadým ki…
“Allah, Allah!"
Allah, Allah!...
*

BÝZÝM KÖYÜN AYILARI

Romanlarýn yaþadýðý Kore Mahallesi ilin en þenlikli yeriydi. Ahalinin ekserisi çalgýcý takýmýndandý; geri kalanlarýn içindeyse hýrsýzý, uðursuzu, dolandýrýcýsý, yol baðcýsý, kalpazaný, týrnakçýsý, dýzdýzcýsý, papelcisi, üçkâðýtçýsý, kaldýrýmcýsý, kapkaççýsý, yankesicisi, kerhanecisi, telekýzcýsý, konsomatristi, meyhanecisi, soyguncusu, kerizcisi, beyazcýsý, silahcýsý, pazarcýsý, aklýnýza her ne gelirse iþte ocusu, ne ararsan vardý.
Öyle kara, kuru Romanlardan göremezdiniz orada. Hemen hemen hepsi sarý saçlý, mavi gözlü; sanýrdýnýz ki, Kuzey Avrupa’dan göç etmiþ Finli. Ömür abla ise onlarýn içinde en mavi gözlüsü, en sarý saçlýsý…
Ayný taþlýk üstünde iki ayrý evde oturuyorduk. Ev dediysem, bir sofa ile bir oda. Sofanýn bir köþesinde bir kara mozaik setle çeþmeden ve üç dört raflý bir sergenden ibaret mutfak. Helâ, avluda ve müþterek…
Babam, hafta içlerinde görevli olduðu köy okulunda kalýyordu ve hafta sonu tatillerinde eve geliyordu. Bu sýkýntýya katlanmasýnýn yegâne sebebi, ortaokulda okuyan ablamýn okuyabilmesi içindi. Trenle gidip gelmekteydi ve bu ev tam da istasyonun yaný baþýndaydý. Babamýn maaþ durumu, daha iyi bir yerde, daha büyükçe bir ev tutmaya el vermiyordu.
O yýllar, yokluk yýllarýmýzdý. Kahvaltý sofralarýnda bir zeytini iki sokum ekmeðe katýk ettiðimiz yýllardý. Vita Yað diye bir bitkisel margarin yaðý vardý, kehribar gibi, sarý; ondaki lezzeti þimdiki hiçbir margarin yaðda bulamazdýnýz. Ekmeðe sürüp üstüne de toz kýrmýzý biberi serptik mi, iki diþ sarýmsakla beraber yemeðe doyamazdýk.
Aslýnda memleketin genel hali berbattý. Memurlarýn, iþçilerin maaþlarý ödenememekteydi ve maaþ yerine kýsaca “Bono” denilen Hazine Bonolarý veriliyordu, kiranýzý ödeyeceðiniz maaþ veremiyoruz, ama bir sürü kâðýt parçasý veriyoruz iþte, çorbasýný yapýp için deniliyordu memurlara. Memurlar saðda solda türemiþ “bono” simsarlarýna götürüp paraya çevirtiyorlardý genelde, böylece maaþlarýnýn üçte ikisi onlarýn, üçte biri simsarlarýn cebine giriyordu. Hal böyle olunca sürekli borçlanan babam, gýrtlaðýna kadar batmýþ haldeydi.
Biz beþ kiþilik bir aileydik; ben, benden üç yaþ küçük erkek kardeþim Ersin, benden beþ yaþ büyük ablam Esin, annem, babam.
Kardeþim Ersin, henüz bir bebekti. Üç yaþýndaydý, ama henüz emeklemeye bile baþlamamýþtý. Doðduðundan beri yaþamadýðý hastalýk kalmamýþtý. Mübalaðasýz söylüyorum, on iki ayýn en az ikisini hastane köþelerinde geçiriyordu. Benden çok farklý, deðiþik bir çocuktu o…
Ömür ablalar ise dört kiþilik bir aileydiler. Her yaný sacla kapalý döküntü bir minibüsle pazarlarda kap kacak satan Kenan amcayla karýsý Meliha’nýn öz çocuklarý benden birkaç yaþ büyük bir oðlandý. Ömür abla, Kenan amcanýn önceki karýsýndan kalmaydý.
Kenan amca iþinden yorgun ve sinirli geldiði her akþam hýncýný Ömür abladan çýkartýrdý. Ýyi adamdý, severdim onu, özellikle de Ömür ablayý dövdüðünde…
Annem, kadýn baþýna varýyordu Kenan amcanýn üstüne, kýzý alýyordu elinden, bizde yatýrýyordu. Ablam, sofuda yatýp kalkýyordu ve yataðýna biz kardeþleri dahil hiçbir misafiri kabul etmiyordu. Erkek kardeþimle benim için yere serilen döþekte, annem kardeþimi kendi yanýna alýyordu ve biz Ömür ablayla beraber yatýyorduk. O, on beþ, on altý yaþlarýnda, ben de altý yaþýndaydým. Gece olup da, annem o meþhur horlamasýyla uykusuna daldýðý vakit, biz de mecburen sohbeti ya da oynamayý býrakýyor, yatýyorduk. Yatar yatmaz, Ömür abla dolanýyordu boynuma, bacaklarýnýn arasýna da bedenimi sokuþturuyordu, öyle uyuyordu. Hele hele uyumadan az önce bir iki de öpücük kondurdu mu yanaklarýma, ben de onunla birlikte kuþlar gibi huzurla uyuyup kalýyordum.
Evlerine dönüp de, birkaç gün dayak yemezse, özlüyordum onu. Allah’a, Kenan amcanýn ona dayak atmasý ve annemin de onu kurtararak bize getirmesi için dua etmeye baþlýyordum.
Tam hatýrlayamýyorum, sanýrým, annemle babam, ablamý okuduðu ortaokuldaki bir problemini çözmeðe götürmüþlerdi. Giderken de Ersin ile benim baþýmýza göz kulak olsun diye Ömür ablayý býrakmýþlardý. Hastalýklý Ersin, içerdeki karyolada, her tarafý sýký sýkýya örtülmüþ, derin bir uyku çekiyordu. Biz de onun yanýnda gürültü yapmamak için sofuda oturuyorduk. Ömür abla elimize geçirdiðimiz bir deftere çeþitli insan portreleri çizip aynýný benim de çizmemi isteyerek oyalýyordu beni. Bir ara, bir tane çýplak kadýn figürü çizince utandým. Utandýðýmý görünce üstüme gelmeðe baþladý.
“Bak sen, bak sen! Çýplak karý görünce pek de utanývermiþ benim yakýþýklým!... Þimdiye kadar hiç çýplak karý görmedin mi sen, len?”
“Çý-ýh!”
“Ananý da mý?”
“O, karý deðil ki, anne… Memelerini gördüm annemin.”
“Ya! Babanla iþ tutarlarken mi?”
“Ersin emiyordu ya, o zaman.”
“Allah canýný almasýn! O kadarcýk mý?”
Cevap vermek yerine, sessizce gülümsedim.
“Benimkileri görmek ister misin? Açayým mý?” Herhangi bir cevap vermeme fýrsat býrakmadan sýyýrýp çýkarttý gömleðini, sutyenleriyle kalakaldý. “Hadi, þöyle yakýna gel de, bak!”
Gitmek istemedim.
Sutyenlerini de açýp çýkarttý, bir kenara býraktý. Üstüme atýldý, beni yakalayarak gýdýklamaya baþladý. “Neden gelmiyon, len, eþek sýpasý? Ben napayým þimdi seni? Gýdýklýyým mý, he!”
Kýkýr kýkýr gülmeye baþlamýþtým. O mýncýkladýkça ben gülme krizine yakalanarak gülüyordum. Bir ara, onun tüm aðýrlýðýný üstümde hissettim. Benim çocukça kýkýrdamalarým arasýnda o, isterik çýrpýnýþlarla bana sürtünerek kendini tatmin etme gayretine düþmüþtü. Sanýrým zevkinin doruðuna ulaþtýðý an, ansýzýn dudaklarýmý kendi dudaklarýnýn arasýna alarak, onlarý eme eme öptü. Sonra da rahatlayýverdi ve gene o sevecen Ömür ablayý geri getirdi.
“Hoþuna gitti mi, kör olasýca?”
O öpüþmenin aðzýma býraktýðý hoþ tadý hissederek, “He…” dedim.
Sutyenlerini memelerinin üstüne geçirirken, “Ömür abla bana memelerini gösterdi deme ama kimseye, olur mu?!”diye tembih etti.
“Çýh, demem.”
“Öpüþtüðümüzü de!”
“Demem.”
“Tamam madem, hadi resim çizmeye devam edelim.” Defterle kalemi elime tutuþturdu. “Hadi bakam, sen de çiz bi çýpýldak avrat!”
*
Kenan amca, Ömür ablayý, bir pazarcý arkadaþýnýn oðluna vereceðini açýkladýðý gün, çektiðim ýstýrabý anlatamam…
Damadý düðün günü gördüðümde ýstýrabým daha da arttý. Ýnceden bir güzelin evlendirildiði oðlan, onun iki bedenine bedel bir ayýydý. Ýkisi beraber ayýyla yavrusu gibi görünüyorlardý. Çok acýmýþtým kýzcaðýza.
Kýzcaðýzýn zifaf gecesinde ayýnýn altýndan sað salim kalkýp kalkamayacaðýný çok merak ediyordum.
Ertesi gün gelin gittiði evden ziyarete geldiðinde onu enkazýn altýndan ezilmeden kurtulmuþ halde gördüðüm için pek sevindim. O da rahatlamýþ halde, güller açýyordu.
“Nassý gidiyo evlilik Ömür abla?” diyerek sýrnaþtýðýmda bana bir sýrýtýþý vardý ki, evliliðin nasýl gittiði kolayca anlaþýlabiliniyordu. “Aðzýn kulaklarýnda olduðuna göre tadýndan yenilmiyor herhal,” diyerek biraz daha sýrnaþmaya kalkýþýnca;
“Ne diyon len sen, gel bakayým buraya!” diyerek baþladý beni kovalamaya. Ben kýkýrdayarak, o sýrýtarak avluda koþtururken avlu kapýsýndan ayý girdi.
Suratý bir karýþ. Karýsýna, “ne yapýyorsunuz ulan böyle milletin ortasýnda!” diye baðýrdý.
Ömür abla, “Hi-iç!” dedi. “Þakalaþýyorduk.”
Ayý, kýzcaðýzýn üzerine varýp bir tokat çaktý. “Dün gece caným yanýyor diye benimle cilveleþmeye yanaþmadýn da, geldin, bu oðlanla mý cilveleþiyorsun, orospu?”
Donup kaldým. Ömür abla aðlayarak evin içine kaçtý.
Ayý bana doðru hareketlenince bir tokat da benim yiyeceðimi anladým, oradan içeri, Ömür ablanýn yanýna sývýþmaya çalýþtým. O hýzla bir tekmesi deðdi kýçýma.
Arkamdan, “Akranýn kýzlarla oynaþsana lan, deyyus!” diye baðýrýyordu. “Bir da karýmýn etrafýnda görürsem seni, gebertirim!”
“Ýyi be! Karýný yimeycez heralde!”
Ayýlar yavrularýný çocuklardan da kýskanýrlarmýþ.
*
Kenan amca oðluyla beraber sabahýn köründe iþine gittiði için evde yoktu. Ömür abla yediði tokattan sonra üvey annesine sýðýnmak istemiþti, ama güvendiði daða karlar yaðýyordu.
Ayý aþaðýdan, “len Ömür! Yürü len eve!” diye baðýrýnca kadýn, kýzý korkutarak evden yollamak istedi. “Allah belasýný veresice! Yürü git kocanla!”
Daha dün evlendiði oðlandan yediði tokat, Ömür ablanýn çok aðrýna gitmiþ, “gitmeyeceðim iþte!” diyerek direnmekteydi.
Üvey anne, “baban her gün aðzýna sýçýyordu da gýkýn çýkmýyordu; kocanýn bir tokatý mý aðrýna gitti, þýrfýntý?” diye azarladýkça, Ömür abla, inadýný arttýrýyordu.
“O babam! Bu ne? Elin adamý! Gitmeyecem iþte!”
“Allah belaný versin! O da kocan! Nikahlýn! Kocalarýn vurduðu yerde gül biter!”
En sonunda onu yollamaktan umudunu kesen üvey anne odanýn penceresini açýp, “Sen yürü git oðlum!” diye damadýna dil dökmeye baþladý. “Siniri geçince ben yollarým onu sana.”
Ayý kibrinden de taviz vermek istemeyerek, “istemezse hiç gelmesin!” diye söylenerek avludan çýktý, gitti.
Ben, Ömür ablanýn onunla gitmediðini görerek mutluluktan gülücükler saçmaya baþlamýþtým.
Eve koþturdum. Anneme heyecanla, “gördün mü anne? Damat, Ömür ablayý tokatladý. Gördün mü? Beni de tutaydý dövecekti ya, ben kaçtým. Gördün deðil mi?” diye baðýrmaya baþladým.
Annem, “þýþt!” diye çýkýþarak parmaðýný dudaklarýna tuttu. “Yavaþ!”
Doðru ya, baðýrmanýn alemi yoktu.
Annem, “yürü gidip bir bakalým þu kýza,” diye kolumdan çekiþtirerek beni kapýdan dýþarý götürdü. “Daha birinci günü neymiþ dertleri, bi anlayalým…”
Ömür ablayý bir köþede büzülmüþ, içini çeke çeke aðlarken, üvey annesini de tepesinde dýrdýr ederken bulduk. Kadýn, “baban gelip de seni burada görünce, hoþ geldin kýzým, diyerekten baðrýna mý basacak sanýrsýn? Gör bak, kýrýlmadýk bir kemiðin kalacak mý!” diye söylenmekteydi.
Kenan amca, onu kesinlikle döverdi. Annem de aralarýna girer, elinden alýr, bize getirirdi. Benim döþeðimde beraber yatardýk gene; kuþlar gibi…
Annem, söylenerek odadaki karyolanýn bir kenarýna oturup, iyice bir yerleþti. “Otur hele þöyle, varma kýzýn üstüne o kadar da! Anladýn mý, ne derdi var kýzýn, neden gitmek istememekte? Ýlahi komþu, azýcýk suyunda git hele…”
Kadýn, annemin iknasýyla baðýrýp çaðýrmaktan caydý. “Ne derdi olacak, bi tokat atmýþ diye tafra ediyor iþte…” diye söylenerek annemin yaný baþýna oturdu.
Annem, Ömür ablaya döndü. “Gitmeyip de ne yapacaksýn a kýzým? Var mý bir planýn, yapacaðýn?”
Ömür ablanýn bir planý yoktu elbette, öylesine “Boþanacaðým o ayýdan!” diye söylendi.
Üvey anne onu ciddiye alarak yeniden söylenmek istedi. “Boþanacakmýþ! Sanki babasý izin verir de…”
Annem hemen susturdu onu. “Sus bi dakka be komþu!” Yeniden kýza döndü. “Kýzým, bu çocuk oyuncaðý deðil ki, dün evlendiðin adam ilen bugün boþanabilesin… Hem babanýn, hem oðlan tarafýnýn namusudur, þerefidir artýk bu iþ; sen böyle istiyorsun diye, boþan mademki, demez kimse sana… Herkes namusu, þerefi için yaþýyor. Madem evlendin, çaresi yok sürdüreceksin bu evliliði, yoksa namus meselesi olur, bilesin!”
“Olursa olsun…”
“A be kýzým iyi dersin de, sen canýndan olursun, o elini kana bular. Bunca can yakmaða ne gerek?”
Ömür abla, kan dökülmesi ihtimalinden sonra korktu, çark etti. Annemin uzattýkça uzattýðý nasihatlerini sabýrla dinledikten sonra, evine dönmeyi kabul etti.
Ben de arkasýndan fýrladým. Hiç deðilse bu gece kalsaydý da, yarýn gitseydi, diye düþünüyordum. Onunla birlikte, kuþlar gibi uyuyamayacak olmanýn hayal kýrýklýðý ile, o an annemden nefret ettim.
Peþinden yetiþerek, “O ayýya mý dönüyorsun gene, Ömür abla?” diye sordum.
Bakýp gülümsedi, kaþlarýný kaldýrarak, “ý-ýh!” dedi.
Ömür ablanýn annemi dinler gibi yaparken kafasýnda bambaþka planlar kurduðunu hiç kimse anlayamamýþdý. Meðer, evine gitmek üzere ayaklandýðýnda, evine dönmek gibi bir niyeti hiç yokmuþ…
“Seninle ben de geleyim. Beni de götür,” dedim.
“Nereye gideceðimi bilmiyorum ki ben. Gideyim, önce bir ev bulup yerleþeyim, adresim belli olsun, sana mektup yazarým.”
“Yazar mýsýn?”
“Yazarým tabii… Hadi, sen buradan dön git ki, kimse kaçtýðýmý anlamasýn. Sen idare et durumu.”
Evet, orada ayrýldýk. Sarýlýp yanaklarýmdan öptü, “kendine çok iyi bak, emi,” diye tembih ederek. Dudaklarýmý dudaklarýna yönelttim, tam önlerinde, birbirlerine hafifçe temas etmekteyken duraladým. Ne yapmam gerektiðini bilmiyordum ki! O uzanýp küçük bir öpücük kondurdu benimkilere, “söz, buluþtuðumuz zaman doya doya öpüþeceðiz senlen, hadi þimdi git” diyerek meçhule doðru hýzla uzaklaþýp gitti.
Ýstanbul’a gitmiþ, deniliyordu yaygýn olarak. Almanya’ya gittiði bile söyleniyordu. Bense gittiði yerde ev tutmasýný ve bana mektup yazmasýný bekliyordum. O mektubun hiçbir zaman yazýlmayacaðýný bir türlü idrak edemiyordum.
Aylarca hiçbir haberi çýkmadý. Onun akýbetini ilk baþlarda merak edenler de merak etmez oldular .
Bir tek ayý, o da nikahýndan düþürüp yeni bir karý alabilme derdiyle býrakmamýþtý peþini. Ýki de bir gelip, kaynatasýna ya da kaynanasýna, “kýzýnýzdan bir haber yok mu hala?” diye sorup gidiyordu.
Bazen de oðlanýn anasý geliyor, üvey anne ve annemle saatlerce oturup, olayý irdeliyorlardý.
Böyle buluþtuklarý bir gün, annem nereden duymuþsa, duymuþ, “Kuyucu Hoca” namýyla meþhur bir hocanýn adresini öðrenmiþti. Kýzýn akýbetini ona gidip sormayý önerdi. Üvey anne de, kaynana da balýklama atladýlar bu önerinin üstüne.
Hocadan günler önce randevu alýndý. Bir orman köyünde ki hoca evine akþam üzeri gidilecekti.
Giderken yanlarýna beni de aldýlar. Ne de olsa baþlarýna bir erkek gerek ya…
Koruluðun aralýksýz selvileri akþamý geceye bürümüþtü. Her dal bir yýlan, her kütük bir ayý kesilmiþti. Her ne kadar erkek olsam da netice de bir çocuktum, korkma hakkým vardý. Ben de korkudan annemin eteklerinden dýþarý çýkamýyordum.
Hocanýn evine ulaþtýðýmýzda, beni o an fark etmemiþ olan hoca, “istediðim çocuðu da getirdiniz mi?” diye sordu.
Annem, “Getirdik hocam, iþte,” diyerek beni hocanýn önüne doðru itti.
Meðer baþlarýna bir erkek gerektiði için deðil, hoca istediði için getirmiþler beni. Ýyi de, beni niye istemiþti bu hoca? Hz. Ýbrahim’in oðlu Hz. Ýsmail yerine beni kurban etmeye kalkýþmasýn þimdi bunlar? Korkmaða baþladýðýmda, hoca, bir iki lakýrdý, dua, filandan sonra bizi alýp, evin avlusundaki bir kuyunun baþýna götürdü. Kuyu dibindeki suyun þavkýnda, terk-i diyar edip, kendisinden bir haber alýnamayan Ömür ablamýn siluetini görürlerse sað, salim olduðuna karar verilecek; yok, her hangi bir siluet görülmez ise de, ölmüþ olduðuna karar verilecekmiþ. Hoca efendi, þayet sað olarak görür iseniz, evde bu sebile tas içine baktýracaðým ve de yerini ondan öðreneceðiz, diyerek açýklamalarýný tamamladý.
Annem, kuyunun baþýna sokulmamamý tembih ederek, beni az geride býraktý. Kendileri gidip kafalarýný kuyunun içine doðru uzattýlar.
Beni diktikleri yerden, avlu duvarlarýnýn hemen dýþýndaki koruluktan yýlanlarýn, ayýlarýn harekete geçerek üzerime üzerime gelmeðe baþladýklarýný görerek korkuya kapýldým. O korkuyla kuyu baþýna koþturup iki kadýnýn arasýna sýðýndým. Gözlerim kuyuda deðil, ayýlar ve yýlanlarda. Hayal gücüm bana doðru gelmekte olan yýlan ve ayýlarýn önünü kesen Ömür ablanýn, elindeki sopayla onlarý kovaladýðýný gösteriyordu.
Kadýnlar, kafalarýný doðrultarak Ömür ablayý göremediklerini söylediler.
Onlardan ayrýcalýklý olduðumu haykýrýrcasýna, “ben gördüm Ömür ablamý,” dedim.
Sözünü dinlemeyip kuyu baþýna geldiðim için annem haþlamak üzereyken, Hoca efendi, “o görmüþtür,” dedi. “Kalp penceresi açýk ya sebilin, görmüþtür elbet.”
Günün birinde, babama, "baba, artistler nasýl yaþar?" diye sormuþtum. Abartarak, ballandýra ballandýra anlatmýþtý.
Ýþ, hoca efendinin tasýna bakýp da, penceresi açýk kalbimin gördüðü þeyleri anlatmaya gelince, hoca efendiyle üç kadýna öyle þeyler anlattým ki, babam duysaydý, ’ben bile bu kadar abartmamýþtým be oðlum.’ derdi bana.
"Ömür ablayý görüyorum. Ýþte orada. Þimdi gadillaka bincek, subay elbiseli bi herif kapýyý açýp tutmakta. Gadillakýn kapýsýna kadar bi halý döþeli yola ki, iki yanýnda iki sýra hizmetçiler el pençe divan durmakta... Üff. Gökten para yaðmakta tepesine tepesine..."
Benim bu görgü þahitliðim üzerine Ömür ablanýn sað salim olduðuna ve zengin bir herifle yaþadýðýna karar verildi.
Enteresan olansa, yýllar sonra, Ömür Güneþ adýnda bir assolistin asistanlarý ve aralarýnda benim de olduðum binlerce hayraný arasýndan yoluna döþenmiþ kýrmýzý halýnýn üstünde yürüyerek son model lüks bir arabaya binerken, her tarafýnda apoletler sarkan gazino kapýcýsý arabanýn kapýsýný açýk tutup onun binmesine refakat ediyordu. Etrafta, buradan, metresi olduðu petrol trilyarderinin yalýsýna gittiði fýsýldanýyordu.
*
Ýlkokula baþladýðým yýl, Çingenelerle komþu olmaktan ýsrarla kurtulmak isteyen annemin baskýlarý sonucu babamýn Meydan mahallesinde bulup kiraladýðý yeni bir eve taþýnmýþtýk. Oturduðumuz evin halk arasýnda ‘Yatýrlý Ev’ diye yaygýn bir ünü vardý. Bahçeli, bahçesinde birer elma ve viþne aðacý olan, iki katlý, oldukça eski ve metruk bir evdi. Babam kiralayýp da oraya biz taþýnýncaya kadar uzun süredir hiç kimse orada oturmaya cesaret edememiþti. Yatýrlý olmasý nedeniyle taliplisi olmadýðýndan kirasý da çok düþüktü.
Babamýn ve babamýn telkiniyle de annemin öyle þeylerden korkusu yoktu. Benim ve kardeþlerimin korkup korkmadýðýmýzý ise hiç kimse sormamýþtý!
Ýlk taþýndýðýmýz günlerde, korkudan bahçeye bile çýkamamýþtým. Annemin dizi dibinden ayrýlmayan, evin uslu çocuðu oluvermiþtim ve bu yeni kiþiliðimden dolayý ebeveynim pek memnundular. Annemin dizi dibinde çýka gire bahçe korkusunu yendikten sonra o eski haylaz çocuk geri geliverince, bu defa da kýsa süreli iyi çocuk rolü oynamýþ bir sahtekâr olduðuma karar verilmiþti.
Tam da o günlerde dört yaþýna girmiþ olan Ersin, þimdiye kadar olmadýðý kadar hasta olmuþtu ve annem de, babam da önce hastanede refakatçi olarak, sonra da evdeki nekahat döneminde kardeþimin üstüne titrer olmuþlardý.
Ben, evin sahtekar çocuðu olarak varlýðýmý belli edecek bir þeyler yapmaya kalkýþtýðýmda zýlgýtý yiyordum. “Dolaþma ayak altýnda! Geç bir kenara otur!”
“Ama karným acýktý!”
“Sür bir dilim yað, zýkkýmlan! Görmüyor musun kardeþini, hastalýktan ölüyor, Þimdi onunla ilgileniyorum.” Bunlarý söyleyen kadýn, yani annem, ablamýn dolaþýk saçlarýný açmak için önüne oturtup saatlerce onun saçýyla uðraþmaya, Ersin’in yüksek seyreden ateþine binaen nemli bezlerin biri kurumadan diðeriyle deðiþtirmeye, hatta bahçedeki yatýrýmýzýn abdest suyuyla ilgilenmeye vakit buluyordu, ama benim için hiçbir þeye, hiçbir zaman vakti olmuyordu.
Annem, beþ vakit namazýnda bir kadýndý ve namaz saatlerinde kendisi abdest almadan önce ibrikle su býrakýrdý bir yerlere; yatýrýn o suyu kullanarak abdest aldýðýna inanýrdý. (Yýllar sonra ibrik içinde býraktýðý o sularýn kullanýlýp kullanýlmadýðýný sorduðumda, annem, dolu býraktýðý ibrikleri her defasýnda boþ olarak geri aldýðýný söylemiþti)
Esin ablam benden beþ yaþ büyüktü. O, on iki yaþlarýndayken, beni, annemin de zorlamasýyla, Kütahya’da bayram nedeniyle kurulan bir lunaparka götürmüþtü. Bir çadýrdaki illüzyonist gösterisine sokmuþtu beni. Sahnedeki sihirbaz, þapkadan tavþan çýkartýrken ben korkudan zýrlamaya baþlamýþtým. Kýzcaðýz gösteriyi sonuna kadar seyredemeden çýkmak zorunda kalmýþtý. Eve döndüklerinde, ”senin yüzünden...” diyerek anneme þikâyetlere ve sitemlere baþlamýþtý.
Korkudan evin içine girmeden, bahçede oyalanýyordum. O arada çiþim gelince de, annemin ibrikle su býraktýðý o köþeye çükümü çýkartýp iþemeye baþlamýþtým ki, Cumhuriyetin ilk yýllarýndaki askerlerin giydiklerinin aynýsý olan bir þapkasý ve askeri kýyafeti olan bir asker gelmiþti yanýma ve “buraya iþeme, git, helâya iþe!” diyerek kýçýma hafif bir þaplak vurmuþtu.
“Avludaki asker amca iþiyorum diye beni dövdü,” diye zýrlayarak annemin yanýna kaçmýþtým.
Annem, beni teselli etmek yerine, beni döven “yatýr amca” için dualar okumaya baþlamýþtý.
Ablam, henüz yok edemediði Luna Park öfkesiyle, “o asker seni inþallah çarpar da, aðzýn burnun bir yana kayar, böyle olursun inþallah,” diyerek suratýna takýndýðý garip mimikleri gösteriyordu. Üst üste iki kez yaþadýðým korku travmalarý umurunda deðildi. O da, aslýnda haklý olarak on iki yaþlarýnda bir çocuðun mahrum edildiði eðlencenin kýzgýnlýðýný yaþýyordu þu an; benim yaþadýðým sarsýntýlarý filan anlamasýný beklemek, ona haksýzlýk olurdu.
Tam da hafta sonuydu, babam eve dönmüþtü.
Adamcaðýz daha ayakkabýlarýný çýkartýrken, “babacýðým, bahçedeki asker amca bugün bana tokat attý,” diyerek þikayete baþlamýþtým ki, ayakkabýlarýný çýkartmaktan vaz geçerek kolumu kaptýðý gibi adeta sürükleyerek bahçeye çýkarttý beni.
“Hani, göster bakayým, nerede o asker?” Bahçedeki kömürlükten helaya kadar ne kadar yer varsa, hepsini o þekilde dolaþtýrdý. Arada bir de baðýrmayý ihmal etmiyordu. “Hey! Bu palavracý velede tokat atan asker, neredesin? Çýk ortaya!” Hýzla dolaþtýðýmýz bahçeden, ayný hýzla eve döndük. Evin kapýsýndan girer girmez beni bir savuruþla odanýn ortasýna attý. “Nedir ulan senden çektiðimiz! Dürüst bir çocuk olamadýn gittin yahu!”
Þaþkýnlýktan ne bir þey söyleyebiliyordum, ne de aðlayabiliyordum.
Babam ise, ayakkabýlarýný çýkartýp doðruca Ersin’in yanýna gitmiþti. “Hani de benim oðlum, bu gün nasýlmýþ, bir göreyim onu… O, Maþallah, maþallah, turp gibi olmuþ bu yahu!”
Düþtüðüm yerden Ersin’in ona mutlulukla sýrýttýðýný görebiliyordum.
Evin avlusundaki elma aðacý verimsizdi. Her yýl bir dolu çiçek açar, çiçeklerin meyveye dönüþme dönemleri yaklaþtýðýnda ise bütün çiçekler bir dökülür, geriye tek tük ham elma kalýrdý. Onlarý da kuþlar gagalayýp dökerlerdi.
En sonunda babam, aðacý budamaya karar verdi.
Hemen o gece yatýr amca annemin rüyasýna girmiþ, “söyle o kocana, elma aðacýmý kesmesin!” diye tembih etmiþ.
Annem, sabah ezanýnda uyanýr uyanmaz, babama, “kesme o aðacý; yatýr rüyama girip, kesmesin, diye tembih etti,” dedi.
“Aðacý kesecek deðilim haným, dallarýný keseceðim,” diyerek kesme kararýndan dönmek istemeyen babamý, zar zor ikna etti. Babam, aðacý budama fikrinden vaz geçti.
Elma aðacý, ilk baharda gene öbek öbek çiçek açtý. Biz, gene elma vermeyecek nasýl olsa diye beklerken, o kadar çok meyve yaptý ki, ham elmalarýn aðýrlýðýndan aðacýn dallarý yerlere sarktý.
Babam, bu defa da, ikisi, üçü bir arada olan elmalarýn bu kadar sýkýþýk olurlarsa tam olgunlaþmayacaklarýný ve kýzarmayacaklarýný, seyreltilmesi gerektiðini söylemeye baþladý.
Annem hemen o gece, yatýrý gene rüyasýnda görmüþ, elmalarý seyreltmek için hazýrlanan babama, “yatýr, söyle kocana, elmalarý seyrelteceðim diye sakýn yolmasýn, dedi, ” diyerek mani olmaya çalýþtý.
Babam bu defa söz dinlemeyerek kararýný uyguladý.
Bu yatýr amcanýn bu þekilde annemin rüyasýna girmesinden çok kýsa bir süre sonra birkaç elma týrtýklamak için bahçedeki yaþlý elma aðacýnýn üzerine çýkýnca, çýkmamla düþmem bir oldu ve sað kolum kýrýldý.
Annem babama köpürmeye baþladý: “Gördün mü, söz dinlememenin ceremesini çocuk çekecek senin yüzünden!”
Babamýn ise kabahati üstüne almaya hiç niyeti yoktu. “Bu haylaz veledin bu ilk yaramazlýðý mý hatun? Ne iþi varmýþ aðacýn tepesinde? Yatýr mý çýkartmýþ kolundan tutup?”
Kolunu kýran haylaz çocuk, umduðu bir þefkati gene görememiþti ve sürekli tenkit ve azarla karþýlanmýþtý.
Tam da okula baþladýðým, okuma yazma öðrendiðim dönemdi. Sað elimi kullanamam üzerine, okula gitmekten kaytardýðým o günlerde, ablam Esin saða sola yatýk eðri büðrü çizgiler çizdirerek sol elimle yazmayý öðretirken, Luna Parkta ki illüzyonist gösterisinden onu mahrum ediþimin öcünü alýyordu. Abla mýncýklamalarý sonrasýnda epeyi zorlandýktan sonra sol elimle yazý yazmayý becermiþtim ya, yazý yazmaya da epeyi bir kinlenmiþtim.
Her þeye karþý kinliydim; babama, ablama, Ersin’e ve hatta anneme… Hepsinden nefret ediyordum. Kolumu saran alçýnýn üstüne, “nefret ediyorum,” diye yazdým, nefret ettiklerimin hepsini kastederek.
Ya beynimdeki yatkýnlýktan dolayý, ya da edinilen alýþkanlýðý terk edememem nedeniyle solak kalmýþtým.
Ablam ortaokulu bitirmiþ, "Ebe Okulu”nu kazanmýþtý. Þimdiye kadar onun okulu için oturmak zorunda kalmýþtýk þehirde.
Ömür boyu solak olmama sebep olan kaza annem tarafýndan ýsrarla ‘yatýr amca’ya mal edilince ─oysa babama göre ise, onun bir suçu yoktu─ , ablamý götürüp yeni yatýlý okuluna yerleþtirir yerleþtirmez babamýn görev yaptýðý Ýncikköyü ilkokulunun lojmanýna taþýnmaya karar verilmiþti.
*
Ýncik köyünden Sabuncupýnar nahiyesine gidilen yol, dar, taþlýk bir patikaydý. Her tarafta çam aðaçlarý, yok, meþe aðaçlarý... Tam hatýrlamýyorum, ama köylülerin geçim kaynaðý meþe kömürü üretimi olduðuna göre meþe aðaçlarý olmalýydý. Neyse! Ýlkokul öðrencisiydim. Babam bu patika yoldan ormaný aþarak Sabuncupýnar kasabasýna maaþýný almaya giderken, -buraya taþýnmadan önce Sabuncupýnar istasyonundan köye kadar bu yolu her hafta yürüyormuþ adamcaðýz- annemin de, “yanýnda al götür þu veledi, buralarda zapt edemiyorum,” türünden baskýlarý sonucu, zapt etmek amaçlý olarak elimi tutar, beni de sürürdü yanýnda.
Orman arazisi içinde, derin bir yarýn öbür tarafýnda yer alan kayalýklarda irili ufaklý sekiz on tane ayý olurdu. Oradaki maðaralar inleriydi. Ýlginç olan, insanlara hiçbir zararlarý dokunmazdý. Bu Sabuncupýnar yolculuklarýmýzda, “ayýlara bakalým” diye tuttururdum. Ya enseme bir tokat yer, ýsrarýmdan vaz geçerdim, ya da –o da arada bir- gönlü olur, yarýn beri yanýna, uzaktan bakmaya giderdik.
Ayýlar kayalarýn üzerinde güneþlenirlerdi. En irileri olan boz ayý, gerçi hepsi siyahlý kahverengili, boz ayýlardý, ama o en irileriydi, iki ayaðý üzerinde dikilir, bize seslenirdi! Bize selam veriyor sanýrdým. (Kendilerine yaklaþmamamýz ve yavrularýna zarar vermememiz için bizi tehdit ettiðini anlamam uzun yýllar sonra mümkün oldu.)
Köylüler sýk sýk anlatýrlardý. Anlatýlanlar bir efsaneymiþ gibi gelirdi bana: Köydeki en güzel kadýný kaçýrmýþ bu ayýlardan birisi. Aylarca ininde hapis tutmuþ. Kadýnýn kaçmamasý için inin aðzýna dev bir kaya parçasý dayar, avlanmaya öyle çýkarmýþ. Ormandaki en güzel meyveleri toplar getirir, kadýna ikram edermiþ. Kadýn, kendisine âþýk olan ayýnýn aþkýna karþýlýk veriyormuþ gibi yaparak kaçabilmiþ en sonunda. Bu efsaneyi, her duyuþumda tüylerim ürperir, ayýlar tarafýndan kaçýrýlma korkusunu hissederdim.
Bunun, ayý bulunan her yere ait insan - ayý iliþkileriyle ilgili, sanki her kadýn ayný macerayý yaþamýþçasýna anlatýlan çok yaygýn bir hikaye olduðunu, yýllar sonra, anlamýþtým.
Bu ormandaki kayalýk ayýlarýndan baþka bir de, bizim köyün ayýlarý vardý. Onlar ellerinde silahlarla sýk sýk sürek avýna çýkarlardý.
Bu ayýlarýn bir gün, domuz avýna çýktýklarýnda bulup getirdikleri kurt yavrularýnýn baþlarýný dere kenarýnda taþla eziþlerine þahit olmuþtum. Nasýl olduysa, bir tanesini kapmýþ, kaçýrmýþ, odamýn kapýsýný kilitleyerek yavruyu onlara teslim etmemek için direnmiþtim. Oda arkadaþým Ersin de pek sevmiþti yavru kurdu. Biliyordum ki, ben ne kadar direnirsem direneyim, allem edip gullem edip onu geri alýrlardý, ama ona Ersin sahip çýkarsa, babam ne yaparlarsa yapsýnlar onu geri vermezdi.
“Ersin bak, ne güzel deðil mi?”
“Çok güzel. Benim olsun mu?”
“Tabii, her güzel þey gibi… Eðer, onu senden almak isterlerse, verirsen, öldürecekler onu.”
“Vermem!” Ýþte bu kafiydi. Vermezdi.
Tahmin ettiðim gibi, onu Ersin’in elinden almayý beceremeyen ayýlar, bir ara punduna getirip almak umuduyla biraz bakmasýna izin vermiþlerdi.
Babam, iþin içinde Ersin’in olduðunu görünce, yeniden hastalanacaðýný düþünerek, yavruyu elimizden almaya yeltenmedi bile, ama o arada bana da fýrçasýný çekmeden edemedi. “Sahtekar deyyus, sana mý kaldý köylülerin elinden kurt kurtarmak! Üstelik, utanmadan Ersin’i de ortak etmiþsin kabahatýna!”
Nasýl bir kabahatse!
O yavruyla bazen ben, bazen Ersin, ayný yatakta yatýyorduk. Ersin, onun bakýmýnda pek iþe yaramýyordu, sadece sevmeyi biliyordu. Çay kaþýðýyla aðzýna akýttýðým sütle besliyordum onu. Pamukla siliyordum kahverengi kadifeler gibi parlak tüylerini. Gösterdiðim bu sevgi nedeniyle, babam, tehlikeli oluncaya kadar büyütmemize izin vermiþti. Kahverengi gözleri ýþýl ýþýl bakardý, bizi sevdiðini belli etmek için.
Sonra bir gün, bahçedeki kümesten eksilmeye baþlayan piliçlerin vebali ona yýkýlarak, babam ikna ettiði için kendi kendine bakacak hale geldiðine karar vermiþtik. Ormana götürmüþtük onu ve “bizim köyün ayýlarýna yaklaþma,” diye sýký sýkýya tembih ederek serbest býrakmýþtým. Sözümü dinleyip onlara hiç sokulmamýþtý.
*
Ýlkokul beþinci sýnýfa gideceðim yýl, babamýn tayini Eskiþehir’de Ziya Gökalp ilkokuluna müdür vekili olarak çýktý. Ýncikköy’den Eskiþehir’e taþýnacaktýk, benim için yeniden dünyaya gelmek gibi bir þeydi bu. Eskiþehir Sütlüce semtinde ki bir ara cadde üstünde, dört katlý bir kâgir binada ev tuttuk. Köydeki evden eþyalarý bir traktör römorkuna doldurduk, yola çýktýk. Yolculuk boyunca ben, römorkun arkasýnda oturdum, gözüm eþyalarda, içlerinden düþen olursa traktör sürücüsüne seslenip durdurmak için. Eþyalar da elle tutulur bir þey olsalar bari…
Kütahya'da ve köyde geçirdiðimiz yýllar sadece yokluk çektiðimiz yýllardý. Eskiþehir'e geldikten sonra ise o "bono" uygulamalarýna son verilmiþ, babamýn maaþý kuruþu kuruþuna, tam vaktinde ödenir olmuþtu. Bu bizi epeyi rahatlatmýþtý. Bu rahatlýkla tutabilmiþtik yeni evimizi.
Evimiz balkonlu. Doðduðumdan itibaren oturduðumuz evlerin hepsi bahçeliydi, bu bahçeli deðil, balkonlu. Balkonlu bir evde oturmaktan daha havalý ne olabilirdi ki; bizde asortiklere katýlacaktýk. Sanki bambaþka bir dünya… Taþýndýðýmýz dar cadde üzerinde, daha birçok dört katlý, balkonlu bina vardý. Binalarýn önünde, kaldýrýmlarda sýra sýra akasya aðaçlarý ve elektrik direkleri... Gündüz, kuytuluklarýn içine girmiþ, koyulaþmýþ, yol boyu gölgeli. Binalarýn zemin katlarýnda küçük dükkânlar, dükkânlarýn üzerinde de üçer kat ev…
Binanýn merdivenleri dar ve dikti. O daracýk merdivenlerden babam bir tarafýndan, annem bir tarafýndan tutarak eþyalarýmýzý taþýyorlar. Ben de gücüme uygun ufak tefek, kýrýk dökük þeyleri…
Evin önünde koca bir salon vardý, tabii ki, salonun dýþýnda da balkon… Arka tarafta da bir yatak odasý ile dar, uzun bir mutfak ile mutfaðýn dýþýnda küçük bir balkon daha. Küçük balkon arka tarafta bir camiin minaresine bakýyordu. Annem buna çok sevinmiþti, “Oh, ezan beþ vakitte evimizin içinde okunuyormuþ gibi olacak,” diyerek sevincini belli ediyordu. Banyo bu iki tarafýn arasýnda kalýyordu ve penceresi bir aydýnlatmaya bakýyordu. Evin içinde dört dönerek hela aradým, yok; ev birden bire gözümdeki bütün deðerini yitiriverdi. Bu nasýl bir asortilikti böyle? Kütahya’daki o metruk yatýrlý evde bile koca bir hela vardý.
Evin saðýný, solunu silerek eþyalarýmýzý yerleþtiren anneme, “böyle ev mi olurmuþ yav; helâsý bile yok!” diye söylendim.
Kadýncaðýz söylediðimi ciddiye alarak banyoya gitti, alafranga helânýn kapaðýný kaldýrarak içine baktý. “Var ya iþte! Gel, bak!” diye seslendi.
Varmýþ! Görmek için banyoya girdim. Gösterdiði þey, helâymýþ. “Böyle helâ mý olurmuþ yav!”
“Öyle,” dedi. “Bu asortik hela, bunda çömelmiyorsun, oturuyorsun, öyle yapýyorsun büyük abdestini!”
Hakikaten de asortiklere karýþýyorduk galiba…
Bizim üst katýmýzda, ermeni asýllý bir madam olan ev sahibemiz oturuyormuþ. Madamýn evinde, etli bir yemek piþiriliyordu. Kokusundan anladým. Kýzartýlan soðanlarýn etin içine katýlmasýyla meydana gelen yahni kokusunu mutlaka algýlarým, çünkü en sevdiðim yemektir. Ve en özlediðim yemek. Sýk sýk piþiremiyorduk, çünkü evimize sýk sýk et girmiyordu. Annem Kütahya’da iken tanýdýðý bir sakatatçý dükkanýndan sýk sýk kelle eti alýrdý. Hiç kimse hor görmeye kalkýþmasýn, yahni kelle eti ile, diðer etlerden çok daha lezzetli oluyor da ondan…
Annem mutfaðý yerleþtirmiþti. Yerleþtirmekte zorluk çekmesini gerektirecek bir mutfak eþyamýz da yoktu zaten. Teli yýrtýk bir teldolap, çatma bacaklý portatif bir masa ile tabureleri ve kap kacak… Gazocaðýný yakan annem üstüne bir tencere dolusu su koyarak kaynatmaya koyulmuþtu.
“Ne yemeði yapacaksýn, anne?” diye sorduðumda,
Beni, “Bu günlük bir çorba yapacaðým,” diye yanýtladý.
Bu taþýnma telaþesinden sonra çeþit çeþit yemek yapamazdý herhalde. “Ýyi,” diyerek onayladým yapýlan yemeði. Yukarýdan algýladýðým koku, nefsime dokunduðundan, “yarýn da yahni yapar mýsýn?” diye sordum. “Caným çekti.”
“Baban, önümüzdeki haftaya maaþýný alacak. Yahniyi o zaman yaparýz…”
“Ýyi madem,” diyerek onu da onayladým.
Kapý çalýndýðýnda, annem, “hayýrdýr inþallah!” diyerek açmaya gitti.
Madam, koca bir sahana doldurduðu yahniyle içeri girdi. “Komsicim, yeni tasýndiniz. Telaþtan fýrsatiniz olmamis olabilir. Lütfen kabul buyurunuz!” diyerek getirdiði ikramý anneme teslim etti.
Yaþlý bir kadýndý ve acaip bir þiveyle konuþuyordu. Konuþmasý çok kibardý, sanýrdýnýz ki Ýstanbul sosyetesinden. “Ayiriyeten, hoþ geldiniz demek için yerlestiðinizde oturmaya geleceðim efendim. Þimdi yerlesme yorgunluðunuzda mesgul etmeyeyim sizi,” dedikten sonra da çýkýp gitti.
Annemin masa üstüne býraktýðý bol sulu, salçalý yahniye baktým.
Annem misafiri geçirdikten sonra, kedinin ciðere baktýðý gibi yahniye baktýðýmý görünce, “Allah’tan baþka bir þey dileseymiþsin, olacakmýþ bak,” diye laf attý.
Akþam sofrasý kurulunca tabureme sabýrsýzlýkla oturarak koparttýðým koca bir yudum ekmeði yahninin suyuna bandým.
Annem hemen müdahale ederek, “önce çorba,” diye çýkýþtý.
Babam da ona müdahale ederek, “býrak çocuðu!” diye çýkýþtý. “Caný hangisinden çekiyorsa, onu yesin.”
Bandýðým ekmeði aðzýma götürdüðümde, yemekte deðiþik bir koku algýladým. Ekmeði aðzýma sokamadým. “Bu domuz etiyle piþirilmiþtir,” diyerek masanýn üstüne býraktým.
Babam, “bizim memlekette domuz eti bulunmaz,” diyerek gülümsedi.
Annem de lafa karýþarak, onun lafýný tamamladý. “Domuz etini gâvurlar yer.”
“Ýyi ya,” dedim, “yukarýdaki kadýn da gâvur deðil mi?”
Annem, “gâvur da olsa, buralarda domuz eti bulamaz,” dedi.
Babam, “o kadýncaðýz, gavur filan deðil, nereden çýkardýnýz bunu!” diyerek annemle beni tatlý sert azarladý. “Türkiye’de yaþayan azýnlýk tebadan bir vatandaþýmýz. Gavur diye Türkiye Cumhuriyeti vatandaþý olmayan gayrimüslimlere denilir.”
Ben, “olsun, bunu piþirmiþ iþte bulup da,” diyerek ýsrarýmý sürdürdüm. “Yahni yemeyeceðim ben, çorba yiyeceðim,” diyerek ortadaki tencereden çorbayý kaþýklamaya baþladým.
*
Bir kez daha çalýndý kapý; annem bir kez daha gidip açtý. Bu defa da gelen bayan hemen alt katýmýzda oturuyormuþ. Elinde tepeleme þambaba tatlýsý dolu bir tabakla mutfaða gelen kadýn, babamla bana, “afiyet olsun!” dedikten sonra kendini tanýttý. “Efendim, bendeniz Safinaz; alt katýnýzda oturuyorum. Ýþten yeni geldiðimden, bunlarý anca getirebildim.” Çipil çipil gözleriyle çirkin bir kadýndý. Elindeki tatlý dolu tabaðý masamýza býraktý.
Annem, “zahmet etmeseydiniz keþke,” dedi.
“Zahmeti mi olurmuþ efendim? Yeni taþýndýlar, iyi kötü bir þeyler hazýrlayýp yemiþlerdir, aðýzlarýnýn tadýný da ben ikram edeyim, dedim…”
Annem bir tek çorba piþirmiþti, onu da ortadaki tencerenin içinden kaþýklýyorduk. Bu durum annemin sýkýlmasýna yol açýyordu. “Çorba tabaklarýný henüz çýkartamadým da, böyle tencereden...”
Komþu kadýn onun lafýný aðzýna týkadý. “Çorbanýn tadý böyle çýkar ayol! Eskiden çorba tabaðý mý vardý?” Konuþmasýný sürdürerek, “ýmh!... Un çorbasý! Bir de severim ki,” deyip kendisini zorla sofraya davet ettirdi.
Annem, mesajý aldýktan sonra, “eh, buyurun, birlikte yiyelim madem!” diyerek onu sofraya davet etti.
Masanýn baþýnda oturan babamýn iki yanýnda annemle ben oturuyorduk; kadýn teklifi ikiletmeden, masayý dolanýp gelerek benim yanýma oturdu. Annem bir kaþýk getirip önüne býraktýðýnda eline aldýðý kaþýðý ardý ardýna üç kere çorbaya daldýrýp, çorbalarý ‘höpürdeterek’ aðzýna akýttý. Kaþýðý elinden býrakýrken, “çok nefis olmuþ komþu,” dedi. Koparttýðý kocamanca bir ekmek parçasýyla dudaklarýna bulaþtýðýný düþündüðü çorba ýslaklýklarýný kuruladýktan sonra, o ekmeði aðzýna sokuþturup çiðnemeye baþladý. “Allah bin bereket versin!”
Annemden önce davranarak, “Bu kadarcýk mýydý? Yiyin Allah aþkýna!” diyerek laf attým.
O da tiz bir kahkaha attý. “Allah anana babana baðýþlasýn yavrum, pek de yakýþýklýsýn!” dedi bana.
Annem, yaptýðým ukalalýða bozulduðunu gizlemeden, “çocuk doðru söylüyor, yiyin Allah aþkýna!” diye ýsrar etti. “Daha yahni de var; saðolsun üst kat komþumuz getirdi onu da.”
Kadýn, “Madam mý? Onun keçi etiyle yahnisi pek güzel olur. Yerim komþu. Siz devam edin,” diyerek yemeði sürdürdü.
Kadýnýn, yüzsüz biri olduðunu düþündüm. En azýndan yahninin domuz etinden yapýlmamýþ olduðunu onun sayesinde öðrenmiþ oldum. Keçi etindenmiþ! O da ekþi ekþi kokar ya… Yesem mi acaba?
Tatlýlara gözünü diken babamýn, “tatlýlar çok güzel görünüyor,” diyerek laf atmasý üzerine;
Safinaz abla onlarla olan iliþkisini anlattý. “Kendim yapýyorum imalatýný. Her gün bir tepsi yapýp, götürüyorum çarþýya pazara, satýyorum. Benim de ekmek param bu…”
Bu itirafý hepimizi þaþýrttý. Þambaba satarak rýzkýný çýkartan bir kadýn ilginç göründü gözümüze.
Sofra baþýndaki muhabbet uzadýkça o anlatýyor, biz dinliyorduk. Bize, bu iþe nasýl baþladýðýndan baþlayarak oturduðu evi bu iþten kazandýðý parayla nasýl aldýðýna varýncaya kadar, hayat hikâyesini merakla dinletti.
Ona karþý hissettiðim soðukluðun yerini, aileden birine duyulan yakýnlýk alýverdi.
*
Taþýndýktan sonra sanýrým vasatýn altýnda bir öðrenci haline gelmiþtim. Köyden gelen alt yapým yetersizdi. Tembeldim. Gayret etmek de pek umurumda deðildi. Okuldan gelir gelmez önlüðümü çýkartýyor, kitaplarla birlikte rastgele bir kenara býrakarak evden dýþarýya koþturuyordum.
Mahalledeki tatar çocuklarýnýn okulumuzun önündeki arsada yaptýklarý futbol maçlarýna beni iþtirak ettirmemeleri en önemli sorunumdu.
Bu yüzden onlarla savaþa baþlamýþtým. Enteresan olan þey ise, dayak yiye yiye dayak atmayý da onlardan öðrenmiþtim. Ben teker teker yakaladýkça onlarý dövüyordum, onlar da toplaþýp beni dövüyorlardý. Öyle ki, beni dövebilmek için yaþlarý benden bir hayli fazla abilerini de devreye sokmaya baþlamýþlardý.
Onlarýn abisi varsa, benim de teyzemin oðlu Yýlmaz var, diyerek o dönemde kabadayý takýlan onsekiz-ondokuz yaþlarýndaki teyze oðluna durumumu anlatarak yardýmýný istemiþtim. Teyze oðlu ise, yardým etmek bahanesiyle dolaþtýðýmýzda, ýssýz bir yerde bana tecavüz etmeye kalkýþmýþtý. Evet! Ne yazýk ki, birinci dereceden akrabam olan bu sapýk herif bana tecavüz etmeye kalkýþmýþtý…
Kaçarak kurtulmuþtum onun elinden.
Kaçarak, onun bende yarattýðý sarsýntýdan ise hiçbir zaman kurtulamayacaktým.
Kaçarak geldiðim yer oturduðumuz apartmandý, ama girdiðim ev kendimizinki olmadý. Merdivenlerden koþarak evimize doðru çýkarken, alt katýmýzda oturan Safiye ablanýn kapýsý açýlýp, dýþarý çýktý.
“Ne bu telaþýn yakýþýklý? Gel… Gel hele, gir içeriye!” diyerek beni evinden içeri soktu.
Hala, tir tir titriyordum. Olanlarý niçin, nasýl anlattýðýmý bilemiyorum, ama anlattýðým için piþman olmayacaktým; çünkü, bundan sonraki dönemlerde her þeyimi, ama her þeyimi, tereddütsüz anlatabileceðim sýrdaþýmý böyle edinmiþtim.
“Sen, onüç yaþýnda olduðun için kaçýp kurtulabildin…” Ona, yaþýmý sorduðu zaman kendimi büyük gösterme güdüyle on iki yaþýmda olduðumu gizleyip onüç yaþýmdayým, demiþtim; ─ne fark ediyorsa─ “ya altý yedi yaþýndayken bu tip sapýklarýn sýkýþtýrdýðý, cinsel kimliði oturmamýþ çocuklar ne yapsýn? Piyasada ki homoseksüellerin çoðu bu sapýklarýn eseri deðil mi?” Çok doðruydu dedikleri.
“Meðer ne iyi kadýnmýþsýn sen be Safinaz abla!”
“Doðru söyle!”
“Vallahi!”
Safinaz abla sabah karanlýðýndan akþam karanlýðýna kadar evinde olmuyordu. Annemle de kafalarý barýþmýþtý, genelde akþamlarý annemle oturmaya geliyordu. Bu sohbetlerde yukarý kattaki Madam da oluyordu bazen; üç komþu adeta kýrk yýllýk ahbap gibiydiler. Dokuz yaþýna girmiþ bulunan Ersin, her zaman olduðu gibi sadece dersleriyle meþguldü. Oysa ben, annem, defalarca yanlarýnda durmamamý, odaya gidip derslerime çalýþmamý ikaz etmesine karþýn, yanlarýndan ayrýlmýyor, onlara laf yetiþtirmeye çalýþýyordum.
Bazen de çatma bacaklý bir sehpanýn üstündeki iþlemeli bakýr tepsisinde “þambaba” tatlýlarýný satarken Köprübaþý’nda, ya da Adalar’da rastlaþýyorduk.
“Þam iþi, þamdan iþi, bunu yapan iki kiþi, biri erkek, biri diþi…” diye seslendirdiði tekerlemelerle satýþ yapýyordu.
Yanýna giderek, “Safinaz abla, þambaba kaç para?” diye sorarak laf atýyordum.
O da bana, hoþuma gittiðini bildiði için mutlaka, “sen parlak çocuk, istemez para!” diyerek karþýlýk veriyordu.
Sonra da gerçekten de parasýz olarak bir þambaba tatlýsýný, hindistan cevizi tozuna bulayarak elime tutuþturuyordu.
*
Madam kolay kolay evde bulunmazdý. Sýska ve yaþlý vücudunda fýkýr fýkýr bir enerji hakimdi. Yerinde duramazdý katiyen, illa bir þeylerle meþgul olacak.
Süsüne pek düþkündü. Bir elinde ayna, bir elinde pamuk, sürekli gül suyuyla yüzünü siliyordu. Ayný yerleri defalarca sil babam sil! Sýkýlmazdý da… Sonra fondoternle, pudrayla, allýkla, kaþ kalemiyle, rimeliyle, rujuyla, adeta badana yapar gibi, bir güzel boyanýrdý. Makyajsýz yetmiþ yaþýný yansýtan o surat hemen elli yaþýna dönerdi.
Aðdayla bacak kýlarýnýn alýndýðýný ilk kez ondan görmüþtüm. Evet, annem de ateþin üstünde þekerli suyu dakikalarca kaynatýp, macun kývamýna getirerek aðda üretirdi, ama onunla odalarýna girer, kapýyý da rahatsýz etmememiz için içerden bir güzel kilitlerdi. Madam öyle deðil, o benim yanýmda macunu bacaklarý üstüne sývaya sývaya kýllarýný yolmaktan çekinmemiþti. O macunu bacak derisinin üstünden hýzla çektikçe de adeta benim caným acýmýþtý.
Madam, haftada bir evine temizlikçi kadýn alarak bir uçtan öbür uca her yaný silip süpürttürüyor, kirlilerini yýkattýrýyor, ütületiyordu. Kendisi bu tür iþlere katiyen elini sürmüyordu. Bunun tam tersine de mutfaðýnda her iþi kendi zevkince kendisi yapýyordu.
Annemden benim yahni yemeðini çok sevdiðimi duyduktan sonra, ortak sevgimiz olan bu yemeði sýk sýk piþiren Madam, her piþiriþinde beni yahni yemeye çaðýrýyordu. Onun yahnisinden katiyen gocunmuyordum artýk; hatta, ─ laf aramýzda ─ onun dediði gibi, “en lezzetli yahni keçi etiyle piþirilendi.”
Bir gün çocukça bir merakla, “Madam, bu kadar çok et alacak parayý nereden buluyorsun?” diye sormuþtum. Soruma cevap vermesine fýrsat býrakmadan, hemen ikinci sorumu da sormuþtum. “Evinde hiç durmuyorsun. Hemen her gün çýkýp gidiyorsun. Yoksa bir iþte mi çalýþýyorsun?”
Onca zahmete girip, uzun uzun cümleler kurarak sorduðum soruma kýsacýk bir cevap vermekle yetindi. “Tanrý veriyor.”
“Bize niçin vermiyor da, sana veriyor? Bizi baþýmýz kel mi?”
Gülerek karþýladý bu sorumu. Sonra, “sizin Tanrý baþka, bizim Tanrý baþka… Sizin Tanrý, Allah… Sizin Allah babanýz cimri, bizim Tanrý cömert…”
Kafam öyle bir karýþmýþtý ki, þapþal þapsal baka kalmýþtým.
O, halime gülmeyi az daha sürdürdükten sonra, “þaka, þaka…” diyerek gerçeðini anlattý. Bunun babasý, Ýstanbul’da cam tüccarýymýþ. Hem perakende, hem toptancý… Adam öldükten sonra dükkan abisi ile buna kalmýþ. Abisi ayný iþi sürdürdüðünden bunun payýna mahsuben belirli bir kira ödüyormuþ ve o kira madamýn geçimini rahatlýkla saðlýyormuþ…
“Sen anladýn?” diye sorduðunda,
“Anladým,” dedim. Biraz, bir þeyler anlamýþtým.
*
Ara cadde iki yanýndaki yüksek binalardan ve yýllanmýþ aðaçlardan ötürü sürekli gölge içinde kalýyordu ve güneþin güçlü olduðu günlerde bile serin bir koridoru andýrýyordu. Bu kasvetli görüntüsü insanýn içini karartýyordu.
Oturduðumuz binanýn zemin katýnda iki dükkân vardý. Bunlardan daha küçük olan çay ocaðýydý. Babam, arada sýrada buraya uðrayarak çay içiyordu. Sanýrým oradakilerle sohbet etmek de hoþuna gidiyordu. Daha çok da bitiþik dükkânda esnaflýk yapan emekli imam ile…
Emekli imam, dükkânýnda cenaze levazýmatýndan tutun da Kuran’ý Kerim’e kadar pek çok þey satýyordu. Tüm semtin bu tür ihtiyaçlarýný karþýlayan bir dükkândý onun ki…
Emekli imamýn dükkânýnda, on dokuz, yirmi yaþlarýndaki Ýmam Hatip Lisesi mezunu oðlu duruyordu. Yakýþýklýca bir delikanlýydý. Benimle küçümsemeden, hatta fikirlerime önem vererek konuþmasý hoþuma gidiyordu; bu nedenle dükkânlarýnda geçirdiðim zamanlar da fazlalaþýyordu. Babasý gibi imam olan oðlana, neden imamlýk yapmadýðýný sorduðumda, bana, “tayinimi yaparlar cehennemin dibinde ki bir köy camiine þimdi… Yapýlacak iþ mi alla sen,” demiþti.
Amaç para kazanmak ise, para matbaasý gibi çalýþan dükkânlarý yeterdi de, artardý bile.
Babam, evimizin zemin katýndaki çay ocaðýnda oturdukça emekli imam ile sohbet ederdi. Tam bir Cumhuriyet karþýtlýðýný savunan, padiþahlarýn lafýný ettikçe, adlarýnýn önüne “Cennetmekan”, sonuna da “efendimiz” koyan emekli imam, Mustafa Kemal Atatürk’ün adý geçmesi gerektiðinde de, onu “Kör” diye adlandýrýyordu. Ve, “onun bir gözü takmadýr, cam gözdür,” diyerek, taktýðý lakabý haklý çýkartmaya çalýþýyordu. Mustafa Kemal’in resimlerine sýk sýk bakarak gözlerinden birinin takma olup olmadýðýný anlamaya çalýþýyordum. Gözünün birinin bakýþý gerçekten baþka, sanki þaþýymýþ gibi görünüyordu bana… Görüntüyü, yoksa tek gözü gerçekten cam mý, diye sorguluyordum. “Olsun,” diyerek kabulleniyordum tek gözünün kör oluþunu, “daha iyi ya, tek gözüyle bunca iþi barmýþ ya…” Susmasýný bilmeyen adam, bir de, “Selanikli bir Yahudi dönmesidir kendisi,” diye lafýný sürdürüyordu.
Mustafa Kemal’i küçültmek isteyenler uydurduklarý “Kör”, “cam göz”, “Yahudi dönmesi” yalanlarýna dört elle sarýlmaktaydýlar. Bu uydurmalar Mustafa Kemal düþmanlarýnca çok kullanýlýyordu.
Bir gün dayanamamýþ, “ne olmuþ öyleyse?” diye çýkýþmýþtým ona.
Babam, bu ukalalýðýma kýzmýþ, “büyüklerine karþý saygýlý ol baki’im!” diye ikaz etmiþti beni.
Sinirimi yenememiþ, kýzgýn ve kýrgýn, aðlamaya baþlamýþtým. Sonra, “siz ikiniz de Atatürk’ün boku bile olamazsýnýz!” diye haykýrarak oradan kaçmýþtým.
Camide vaaz verir gibi babama nutuklar çeken, siyasi ve tarihi misyondan yoksun bu adamla hiçbir tartýþmaya giriþmeden, öylece dinleyen babamdan nefret ediyordum.
Günlerce bu nefretle yaþadým ve yanýna hiç sokulmadým. Yemek saatlerinde masada bulunmak mecburiyetim vardý, yemek masasýna oturmamak dayak vesilesiydi. Ben de yasak savarcasýna, bir karýþ suratla oturduðum masadan mümkün olduðu kadar çabuk kalkýyordum.
Onlardan birinde, tam kalkacakken, “otur da biraz konuþalým!” diyerek kalkmamý engelleyen babam, “ulan kerata, Atatürk’ü, Atatürkçü düþünceyi senden mi öðreneceðim ben?” diye söze girdi.
“Niye katlanýyorsun o adamýn zýrvalýklarýna baba?” diye sorduðumda bana Sokrates adýnda bir yunanlý felsefeciden söz etmeye baþladý. Bu Sokrates’e Tanrýsý, “benim için en bilgili adam sensin,” dediðinde, aslýnda bir þey bilmediðine inanan Sokrates çok þaþýrmýþ. Ama zamanla, bilge sandýðý insanlarýn çok þey bildiklerini sanarak yanýldýklarýný, onlarýn aslýnda bir þey bilmediðini, ama bir þey bilmediklerini de bilmediklerini görmüþ. Tanrý’sý ise, Sokrates’in onlardan üstün yanýnýn, bir þey bilmediðinin farkýnda olduðunu görerek diðerlerinden daha bilgili durumda olduðunu düþünüyormuþ…
“Bir þey bilmediðini bilmeyen bilgelerle, öðretebileceðin bir þey yoksa tartýþmamalýsýn! ” diyerek konuþmasýný baðladý. Babam Sokrates’leri bile bilen kültürlü bir adamdý. Ona saygý duymam için daha baþka bir sebebe ihtiyacým var mýydý?
Babam, adam gibi adamdý. Niçin böyle düþündüm, bilmiyorum. Babam olduðu için mi? Bu etken bir faktör olsa da sorunun cevabý deðil. Belki çok temiz, çok iyi giyimli olduðu için… Babam, her sabah pýrýl pýrýl týraþýný olur, öyle çýkardý evden; bir kere bile kirli sakalla dolaþtýðýný görmedim onun. Renkli gömlek giyerken de görmedim hiç, daha beyazýný bulamayacaðýnýz kadar beyaz, bembeyaz gömlekleri vardý. Kravatýnýn düðümü gömleðin yakalarý arasýna milimi milimine oturur, yerinden oynamazdý. Pantolonu da týð gibi ütülü olurdu. Ayakkabýlarý da öyle, hep boyalý, pýrýl pýrýl olurdu. Saçlarýnýn önü açýk, arkasý kýsacýk týraþlý… Saçlarýnýn önü açýk, arkasý kýsacýk týraþlý, temiz kumaþtan bir fötr þapka ile kapatýrdý onlarý sokaða çýkarken… Diþleri týpký gömleklerinin renginde, bembeyaz…
Bir memur maaþýyla ev kirasý ödüyor, evini geçindiriyor, üç evlat okutuyor ve bu denli iyi giyinebiliyordu; ama, bunun nedeni çeþit çeþit giysilere sahip olduðu deðil, sahip olduðu bir iki çeþidi tertemiz tutabilmesiydi. Sýk sýk tekrar ettiði bir nasihati beynime kazýnmýþtý: “Eski yamalý giyinmekten deðil, yýrtýk, kirli giyinmekten utanýlmalý!” O da zaten eski gömleklerinin sýrf yakalarýný deðiþtirerek, elbisesinin, paltosunun kumaþýný ters yüz ettirerek, ayakkabýlarýnýn tabanlarýný tamir ettirerek ayný þeyleri yýllarca kullanarak idare ederdi.
Sýnýfýmýzda, öðretmenimiz, “Cumhuriyet” konusunu iþlemekteydi. Damdan düþer gibi, beni ayaða kaldýrarak, “Anlat bakalým! Cumhuriyet nedir?” diye sormuþtu.
Cumhuriyetimizin kýsýtlý imkânlarýyla ayakta durma çabalarýna karþýn pýrýltýlý bir görünümü olduðu bir dönemdi o yýllar, týpký babam gibi... O, Cumhuriyet dediðinde aklýma babam geldi. Bana göre Cumhuriyet babam demekti. Cumhuriyet ete kemiðe bürünerek babam olmuþtu. Öðretmenime verdiðim cevap aynen þöyle oldu: “Ben Cumhuriyeti çok seviyorum!” Cumhuriyeti çok seviyordum, çünkü, babamý çok, çok, çok seviyorum…
Sýnýftakilerden gülüþme sesleri yükselince, öðretmen onarý azarladý: “Susun!” Sonra bana dönüp, “Tamam, otur oðlum! Cumhuriyet de seni çok seviyor,” dedi. Bunun üzerine sýnýftakiler bir kere daha kikirdeþtiler.
Babamýn en sevdiðim huyu, teneffüslerde elinde bir tahta cetvelle dolaþýp, yaramazlýk yapan çocuklara, “aç bakayým avucunu!” deyip, cetvelle vurmasýydý. Cetvel korkusuyla hiç kimse bana sataþamýyordu. Benim sataþtýklarým da aþaðýdan alýyorlardý.
Babamýn cetvelinin tadýna bir gün benim de bakacaðým hiç aklýmdan geçmezdi.
Ýki tane tatar çocuðu, aralarýnda bir lastik topu zýplatarak oynatýrlarken müdahale edip topu ellerinden aldým; tabii ki, itiraz bile edemediler. Topu baþladým yerde zýplatýp saymaya; bir, iki, iki buçuk… Buçuk dedikçe topun üstünden bacaðýmý geçirip sektirmeye öyle devam ediyordum; üç, dört, dört buçuk…
Ben oyunumu sürdürüp sayarken bir kiþi de habire omzuma þaplak vurup duruyordu. Kim bilir kimdi? Oyunumu sürdürebilmek için de dönüp bakamýyordum. Bir yandan sayýyordum; beþ, altý, altý buçuk, yedi buçuk… Öte yandan da baðýrýyordum. “Yapma! Sekiz, dokuz, dokuz buçuk, on buçuk… Yapmasana be!”
Ben yerde topu zýplatýp, bacaklarýmýn bir birini, bir ötekini topun üstünden geçirip maharetimi sergilerken, þaplaklar da þiddetini arttýrmaktaydý. “On bir, on iki, on iki buçuk, on üç buçuk… Yapmasana ulan hayvan oðlu hayvan!” O kýzgýnlýkla öyle bir döndüm ki, þaplaklarýn sahibine, þamarý indirmek üzereydim. Karþýmda elinde cetveliyle babamý bulmayayým mý?
Hadi, evde yediðim zýlgýtlar neyse de, okulun avlusunda, hem de can düþmanlarým olan tatar çocuklarýnýn gözü önünde, avucumu açtýrmasý beni kahretti. Baktý cetveli her sallayýþýnda elimi kaçýrýyorum, iri yarý iki tatar çocuðuna kolumu zapt ettirerek, hem de cetvelin keskin yeriyle, etime kan oturuncaya kadar defalarca vurdu. Yediðim dayaða mý yanayým, bütün karizmamýn bir anda yok olmasýna mý?
Yok, yok… Babamý o kadar da sevmiyordum.
Cetvel cezasýndan sonra epey bir zaman sokulmadým babama, yüz vermedim. O da pek umursamadý bu tavrýmý.
Kalýn bir karton tuval üstüne sulu boya/guaþ boya ile manzara resmi yapacaktým. Önce tahayyül ettiðim manzarayý karakalemle çizmeye çalýþmýþtým, ama çizdiklerimde perspektif diye bir þey yoktu. Babam bocaladýðýmý gördüðünde, “getir de bir bakayým,” dedi.
Götürsem mi, götürsem mi? Götürmeyeceðim iþte!
“Getir þunu, evladým!” diyerek ýsrar etti.
Ben de götürmemekte inat ediyordum.
Birden sesini yükseltmeye baþladý: “Kalkýp cetveli aldýrma elime, getir!”
Korkup götürdüm. Baktý, çizdiklerimi beðenmedi, hepsini sildirdi. Baþladý öðretmeye: “Uzaklarda olan þeyler yakýndakilerden daha küçük görünürler. Þu daðlar uzakta, o halde küçük çizilmeliler. Onlarýn önündeki ada, onlardan daha büyük görünür. Þu en öndeki kayalýklar da çok yakýn olduklarý için çok büyük çizilmeliler. Anladýn mý?”
Anlamýþtým.
“Çiz bakayým!”
Çizdim, gene beðenmedi, “bu daðlarý daha dar ve upuzun çiz.”
Silerek çizdim yeniden, bu defa beðendi. “Onlarýn önündeki adayý daðlardan daha büyük çizeceksin. Þöyle…” diyerek tarif ettiði adayý çiziverdi. “Tamam, þimdi de bize en yakýn olan kayalýklarý çok büyük çizeceksin. Tamam mý?”
Resim kaðýdýnýn üstlerine kadar yükselmiþ kayalýklar çizdik. “Gördün mü bak, resim sanki canlý gibi oldu. Haydi, þimdi de boyayalým resmi…”
Boyadýðým resim adeta canlanýverdi gözlerimin önünde; çok hoþuma gitti. Babam da, ummadýðý kadar güzel bir resim olduðunu söyledi. “Öðretmenine gösterdikten sonra getir, çerçeveletip evimizin duvarýna asalým,” dedi. Gerçekten de asar mý, yoksa benimle barýþabilmek için yaðcýlýk mý yapýyor, karar veremiyordum.
Resmi okula götürdüðümde, öðretmen önce resmi benim yaptýðýma inanmadý. Tebeþirle, tahtaya benzeri bir manzara resmi yapmamý istedi. Usta çizerler gibi, birkaç dakika içinde çiziverdim istediðini: En uzaktakiler en küçük, en yakýndakiler en büyük… Öðretmen çizdiðimi görerek inandý benim yaptýðýma. “Otur! Pekiyi…” Fakat, resmimi iade etmedi. Bir hafta, on gün bekledim, belki iade edecektir diye, ama etmedi. Gittim yanýna istedim resmimi, “babam çerçeveleterek duvarýmýza asacak,” diyerek.
Öðretmenim, “o resmi, Milli Eðitim Bakanlýðýnýn açtýðý, ilkokullar arasý resim yarýþmasýna yolladýk,” diyerek beni yanýndan uzaklaþtýrdý.
Þaþkýnlýðým had safhadaydý. O þaþkýn halimle küslüðümü unutarak babamýn odasýna koþturdum.
“Resmim Ýlkokullar arasý resim yarýþmasýna yollanmýþ babacýðým,” diyerek yanýna gittiðimde,
“Biliyorum,” dedi babam. Öyle ya, okulun müdürü o, bilecek elbette.
“Bana söylemediniz ama,” diyerek sitem ettim.
Bana gülümseyerek, “Küstük ya, onun için söyleyemedim,” dedi.
Fazla da üstelemek istemedim.
Babam, öptü beni, odadakilere, “benim oðlum ressam olacak,” dedi.
Barýþý böylece ilan etmiþ olduk.
Ressamlýðýn bir iþ olup olmadýðýný bilmiyordum. Nasýl olunduðunu da… Babama sordum bunu.
Babamýn verdiði cevap umduðum gibi olmadý. “Güzel resimler yaparak.”
Ýlk fýrsatta Safinaz ablayla buluþtum, ona sordum. Babamdan alamadýðým cevabý o verdi bana, “Liseyi bitirdiðin zaman üniversiteye gidip, Güzel Sanatlar Akademisinde ya da Resim Öðretmenliðinde okuyarak…”
Kesin kararýmý verdim: “Ben ressam olacaðým…”
*
Aþk denilen o þey yok mu; ah, o aþk! Ona dair birçok þey beynimde cirit atmaya baþlamýþtý. Sýnýfýmdaki kýzlar da bir güzeldi ki!
Lemi, arka tarafýmýzda, caminin bitiþiðindeki bahçeli evde oturan, sanýrým lisanslý bir boksör irisinin kardeþiydi. Abi kardeþ her gün bahçede idman yaparlar, ben de arka balkondan onlarý seyrederdim. Ýki kardeþin ellerinde de boks eldiveni, habire bir çuvalý (punchingball) yumruklar dururlardý. Abi, Lemi’ye öðrenebileceði her þeyi öðretiyordu. “Bu direk, bu kroþe… Sað kroþeyi böyle yumulacaksýn…”
Sýnýf öðretmenim beni sýnýf mümessili yapmýþtý. Görevim, öðretmenin sýnýfa gelmesinden az önceki süreçte, gürültü yapan arkadaþlarýmýn numaralarýný kara tahtaya yazmaktý. (Ülkemizdeki muhbir vatandaþ bolluðu okullardaki bu uygulamalardan mý geliyor ki…) Sýnýf öðretmenimiz gaddar bir kadýndý, numarasýný yazdýðým çocuklarýn avuç içlerine cetvelin keskin tarafýyla acýmasýzca vururdu; bu nedenle pek kimseleri yazmak da istemezdim, ama sýnýfa gelirken gürültü duyar da, istediðinde gürültü edenlerin numaralarýný vermezsem, onlarýn yerine beni döverdi. Ben de gürültücülüðü patentli Lemi’yi yazardým bol miktarda.
Neyse! Sýnýfýn haylazlarýný yazarken, elimdeki tebeþir haylaz kýzlarý yazmaya bir türlü yanaþmýyordu. Ýç güdülerim, “Bir gün bu kýzlardan birine aþýk olursan, yazdýðýn kýz sana yüz vermez ha…” diyordu. Ben de inanýyordum.
Gerçi, aþýk olacaðým kýz, numarasýný kara tahtaya yazmadýðým halde yüz vermeyecekti ya!...
Emine’ydi kýzýn adý. Sýnýfýn en çalýþkanýydý. Kýza bir mektupla ilan-ý aþk ettim. Oysa bu büyük aþktan anlamayan kýz, yazdýðým mektubu anne babasýna teslim etmiþ, anne babasý getirip, adýný þu an hatýrlayamadýðým bayan öðretmenime teslim etmiþ, bayan öðretmenim de Okulun müdürlüðünü yapan babama þikâyette bulunmuþtu... Mektubun içeriðinden bir tek, “senin aþkýn uðruna geceleri donsuz yatýyorum,” cümlesini, uzun bir zaman benimle gýrgýr geçenlerin dillerine dolandýðý için hatýrlýyorum.
On iki yaþýndaki bir çocuðun aptalca aþký öyle abartýlmýþtý ki, þu an, o abartýcýlarýn hangisi çýksa karþýma, vallahi billahi tokatlarým! Hepsi elbirliði edip rezil olmamý saðlamýþlardý. Babam ise, okul müdürü olarak bana bir ceza vermemiþti, kýzýn velisiyle görüþerek iþi tatlýya baðlamýþtý, ama gece gündüz iþini gücünü býrakýp benimle dalga geçmiþti.
“Senin aþkýn uðruna geceleri donsuz yatýyorum… Ha ha ha!...”
Emine’ye yazýlan ilan-ý aþk mektubu beni sýnýf baþkanlýðýndan da etmiþti. Özellikle kýzlar arasýnda oluþan tavýr birlikteliði ile sýnýfýn itilen, kakýlan, dýþlanan öðrencisi haline düþürülmüþtüm. Erkeklerden ise riyakarlýkla yanýma sokulan bir iki kiþi dýþýnda, hepsi, kýzlar takýmýnýn destekleyicisi durumundaydýlar.
Benim yerime sýnýf baþkanlýðýna getirilen Lemi’yi öðretmenimiz nedense çok sevmeye baþlamýþtý, aralarýndan su sýzmýyordu ve oðlan adeta bir yarým öðretmen gibiydi. (Birkaç yýl sonra öðretmenimizin Lemi’nin yengesi olduðunu görünce o sýký fýký yakýnlaþmanýn da nedenini öðrenmiþ oldum) Öðretmenimiz, onun gürültü yaptýlar, diyerek numaralarýný verdiði öðrencileri sorgusuz sualsiz karatahta önüne çekip avuçlarýna, hem de cetvelin keskin kenarýyla acýmasýzca vururdu. Bu otorite sýnýfý benim dönemimden çok farklý bir hale getirmiþti ve öðretmenin gelmesi yaklaþtýðýnda sýnýfta çýt çýkmýyordu.
Lemi, yakýnýma gelip, “niye konuþuyorsun sen?” diye çýkýþtýðýnda, kesinlikle konuþmuyordum.
Ona da, “ne? Ben mi? Ben konuþmuyorum ki…” dedim.
“Sen görürsün…” diyerek gitti, kaðýda numaramý yazdý.
Kaðýdý, öðretmen geldiðinde teslim etti.
“Nedir bu?”
“Yaramazlýk eden öðrenci öðretmenim.”
Öðretmen, “yediyüzonaltý!” diye seslenince ayaða kalktým. “Efendim, öðretmenim?” Korkudan tirtir titriyordum.
“Tahtaya gel sen, bakim!”
Gittim.
“Uzat elini!”
Sað elimi uzattým, hemen müdahale etti.
“Yazý yazmadýðýn elini!”
“Ben solakým öðretmenim.”
“Ha…Öyle ya… Parmaklarýný birleþtir… Birleþtir! Bak þöyle,” diyerek yapmam gereken þekli de gösterdi. Onun gibi yaptýðýmda cetvelin kenarýyla bütün gücünü deniyormuþçasýna öyle bir vurdu ki, parmaklarýmýn ucundan elektriðe tutuldum zannettim. Vururken, “Ahlaksýz! Sýnýfýn yüz karasý!” diye söyleniyordu.
Okul çýkýþýnda, onun iftirasý yüzünden dayak yediðim için Lemi’yi azarlamak istedim, ama niyetim kesinlikle yumruk yumruða kavga etmek deðildi; biraz söylenerek desarj olacaktým. Bunu, Lemi’ye söylemeyi unutmuþum, o yumruklaþacaðýmý sanarak cevabýný sessizce verdi: Bir sað kroþe, bir sol kroþe, bir direkt, nakavt… Doðrusu, iyi bir dayak yemiþtim. O arada bir, iki tane de ben vurabildim mi? I-ýh! Zamaným olmadý ki…
Yýlbaþý yaklaþmýþtý. Sýnýf öðretmenimiz hepimizden para toplamýþ, yýlbaþý için milli piyango biletleri almýþ, bilet numaralarýný kara tahtaya bir liste halinde yazmýþ, biz de onlarý defterlerimize geçirmiþtik.
Alýnan biletlere bir þey çýkmamýþtý tabii ki... Ama o yýlbaþý çekiliþinde en büyük ikramiyeye ait numara, yýlýn hemen ilk günü o kara tahtaya yazýlan numaralarýn sonuna eklenmiþti.
Bu nasýl olmuþtu?
Sýnýfta otuz kadar öðrenci vardý. Teneffüslerde sýnýftaki öðrenciler bahçedeyken, bu öðrencilerin hepsinin çantalarýný karýþtýrarak, kara tahtadan numaralarý yazdýklarý defterleri bulup, yazdýklarý numaralarýn sonuna, büyük ikramiye isabet eden numarayý da, onlarýn yazýlarýný taklit ederek ilave etmiþtim. (Bunun için üç teneffüslük bir mesai yetmiþti)
Akþam eve döndüðümde, babam ikramiye listesinden kendisi için aldýðý bileti kontrol ettikten sonra, onun elinden aldýðým listede sýnýfýn þansýna alýnan biletlerin numaralarýný kontrol ederek, sevinç nidalarýyla en büyük ikramiyenin bizim sýnýfýn numaralarýna isabet ettiðini haykýrmaya baþlamýþtým. Þeytan benimle iþ birliði yapýyordu, çünkü büyük ikramiye isabet eden çeyrek biletlerden birisi Eskiþehir’de satýlmýþtý.
Babamla birlikte beþ-altý veli daha büyük ikramiye isabet eden biletimizin peþine düþtüðünde, beni o aþk mektubunu deþifre ederek rezil eden öðretmenden intikamýmý beni tatmin edecek kadar almýþtým. Çünkü ikramiye mikramiye çýkmadý deyip, kendisine baþvuran velileri tersleyen bu öðretmen hakkýnda, Milli Eðitim Müdürlüðünce soruþturma açýlmýþ, okula müfettiþ gelmiþ, uzun süren soruþturmalar sonucu, beni, meydana çýkarttýðý platonik aþkým yüzünden yýpratmasýnýn misli ile yýpranmýþtý.
Tabii, büyük ikramiyenin isabet ettiði biletin bizim biletlerin alýndýðý Milli Piyango bayiinden alýnmadýðý ve büyük ikramiyenin Eskiþehir’deki talihlisinin ikramiyesini aldýðý anlaþýldýðý için öðretmenin ikramiyeyi iç etmediði kolayca anlaþýlmýþtý.
Bu arada hiç kimse, o büyük ikramiyeye ait numaranýn kara tahtadan çektiðimiz numaralarýn sonuna nasýl ve niçin eklendiðini hiçbir zaman çözümleyememiþti...
Emine trafik kazasý geçirmiþ, hastanede yatýyordu. Öðretmenimiz bütün sýnýfa, “hazýr olun!” dedi; “yarýn Emine arkadaþýnýzý hastaneye, ziyarete gideceðiz.”
Evde, anneme, “ben gitmeyeceðim,” diyerek serzeniþte bulundum. “Nefret ediyorum o kýzdan!”
Annem iþin dalgasýnda! “daha düne kadar onun aþký uðruna donsuz yatýyormuþsun ya ataðýna, ne oldu da vazgeçtin o büyük aþktan? H a! H a! H a!...”
Bakýyor, dalga geçmesinden dolayý bozuluyorum, ciddileþip, “git, git,” diyor;”hasta ziyaretinden kaçýlmaz. Çok ayýp olur.”
Annemden de nefret ediyordum!
Ertesi sabah, sýnýftakilerin hepsi birer küçük hediye paketi hazýrlayýp öyle gelmiþler. Bir hediye götürmek, benim aklýmýn ucundan bile geçmedi.
Okul bahçesinde sýraya girerek bu ziyaret için kiranmýþ otobüse bindik.
Þehrin bir ucundaki okulumuzdan þehrin öbür tarafýndaki hastaneye ulaþtýktan sonra, otobüsten inip gene sýraya geçtik. Sýký sýký yapýlan tembihlerden sonra hastane içindeki yolculuða baþladýk.
Emine’nin yattýðý odanýn bulunduðu koridorda ilerlerken, sýramdan çýkýp öðretmenin yanýna sokuldum. “Öðretmenim, benim çok fena küçük suyum geldi. Þuradaki helaya gidebilir miyim?” diye sordum.
“Git haydi bakalým.” Emine’nin yattýðý odanýn kapýsýný göstererek, “iþini bitirdiðin zaman oraya gelirsin sen de!” diyerek sýnýfý hasta odasýna götürmeye devam etti.
Helâya girdim, ama bir þey yapmak için deðil. Girer girmez, helânýn aralýk kapýsýndan hasta odasýný gözlemeye baþladým. Sýnýfýn ziyareti tamamlanýncaya kadar en az yarým saat geçti; ben yarým saat, öyle, kapý aralýðýnda bekledim.
Sonra, sýnýf sýraya girmiþ vaziyette helânýn önünden geçerken, hemen çýkýp arkalarýna takýldým. Öðretmenim, sanýrým varlýðýmýn da, yokluðumun da farkýnda deðildi…
*
Kardeþim Ersin, gene uzunca bir hastalanma dönemi yaþýyordu. Aramýzda sadece üç yaþ olmasýna raðmen, vücudu benimkinin yarýsý kadar ya var, ya yoktu. Babam, onun için bir kilo bal ile bir kilo halis tereyaðý alýp getirmiþti. Beyefendi cýlýz kalmýþ ya, bunlardan yiyip irileþecekmiþ… Tereyaðý ile balý ekmeklerin üstüne sürüp sürüp yiyordu. Ýki dilim, üç dilim, doymak da bilmiyordu deyyus, gene de cýlýz kalmayý sürdürüyordu.
Normal þartlarda olsa benim iki dilim Vita Yað sürülmüþ ekmeðimi, onun on dilim ballý ekmeðine deðiþmezdim ya, karþýmda aðzýna burnuna bulaþtýra bulaþtýra bir yiyiþi vardý ki, illa ki caným çekiyordu.
“Anne, bir dilim de bana sürsen ya…”
“Kardeþin hasta, o yesin de iyileþsin. Sen ne olsa yersin…”
Tabii ki, ýsrar edemiyordum.
Arada sýrada fýrýndan yeni çýkmýþ sýmsýcak bir ekmek alýp geliyor, býçakla ortasýný yararak tereyaðý ile balý bir güzel dolduruyordum içine; sonra da gizli bir köþeye sinip o koca ekmeði bir güzel yiyordum.
Kardeþime ilaç niyetine yedirilen ballý tereyaðýný bu þekilde aþýrarak yemek, vicdanýmý zerre kadar rahatsýz etmiyordu.
Babam okuduðum okulun müdürlüðüne asaleten atamasýný bekliyordu. Babamýn vekaleten de olsa okul müdürü olmasý nedeniyle torpilli olduðuma inancýmla kendimi daha þimdiden ortaokul öðrencisi olarak görüyordum.
Ne var ki ayný beklenti içinde olup okulda eskiden beri görev yapan öðretmenler dýþarýdan birinin Müdürlük kadrosuna vekâleten de olsa atanmasýný hazmedemiyorlardý.
O zamanlar ilkokulu bitirebilmek için bir de ayrýca sýnava tabi tutulurduk. Benim o sýnavlarda baþarýlý olabilmem mümkün olamazdý, çünkü sorulan sorular zaten düþük olan kapasitemin çok üstünde sorulardý.
O zamanlar nasýl olduðunu bile anlamadan ilkokul beþinci sýnýfý ikinci defa okumak üzere sýnýfta kalmýþtým. Bunun için günlerce aðladým.
Babam, öðretmenlerden kaynaklanan bu olumsuzluðu kendisi üslenerek, “daha çok piþmen için ben býraktýrdým seni beþinci sýnýfta,” diyordu.
‘Babam böyle diyorsa bildiði bir þey var ki, diyordur,’ diyerek mýzmýzlanmayý býrakýp haytalýklarýma yeniden baþladým.
Ýlkokul beþte çaktýktan sonra, o yaz tatilini haytalýðýn her türlüsüyle geçirmekteydim. Çay ocaðý, babamdan kolayca harçlýk alabildiðim bir yerdi. Onu, yeter ki orada otururken yakalayayým; içerdekilere iyi baba olduðunu göstermek için hemen bonkörlüðünü gösteriyordu.
Kahveci, bu sömürü sistemime engel olmak amacýyla, bir gün, “bana bir askýcý lazým; senin oðlan aylak aylak dolanýp, senden harçlýk alacaðýna, burada çalýþsa ya,” dedi.
Babam, “beceremez,” diyerek ona karþý çýktý.
Babamýn bu tutumu öyle aðrýma gitti ki, bozularak hemen itiraz ettim. “Nedenmiþ o? Beceririm!”
Babam itirazýný sürdürmedi bile; “istiyorsan çalýþ mademki,” deyiverdi.
Beni, bir güzel tuzaða düþürüp, haytalýklarýmdan kurtulmuþtu ya, helal olsun babama! Çalýþmayý pek istemediðim halde, beceriksiz olmadýðýmý kanýtlayarak onurumu kurtarmak için dört elle sarýlmýþtým yeni iþime.
Yaptýðým iþ, çocuk oyuncaðýydý; cadde üstündeki diðer esnaflarý dolaþarak çay sipariþlerini almak ve sipariþ edilen çaylarý sahiplerine götürmekti.
Babam, çay ocaðýna geldiðinde elimde askýyla çay, kahve taþýdýðýmý görmekten dolayý, halime býyýk altýndan gülümsüyordu. Ben de, ona bir iþe yaradýðýmý ispatladýðýmý düþünerek kasýlýyordum.
Evin iyice eskiyen kýrýk dökük eþyalarýndan þikâyetlere baþlayan annem, hele bir de, o gün oturmaya bir komþusu geldiyse, “Bu gün komþularýn yanýnda yerin dibine geçtim gene…” diye baþlayan söylemlerle babamýn baþýnýn etini yiyordu.
“Benim kazancýmla evi idare et de, babamýn maaþlarýný biriktirip, istediðin eþyalarý al madem ki,” diyerek, kazandýðým parayý olduðu gibi anneme vermeye baþlamýþtým.
Öte yandan, evde hep benim istediðim yemekler piþirilsin istiyordum.
“Caným mantý istedi, bugün bir mantý yapsan ya anne…”
“Tamam oðlum, yaparým.”
Anneme verdiðim paranýn, piþirilmesini istediðim mantýnýn kýymasýna bile zar zor yettiðini düþünemiyordum. Annem de bunu düþünmemi istemiyor, kendi cebinden yaptýðý takviyelerle her istediðim yemeði piþiriyordu. Belki bana, bir iþe yaradýðýmý gösterme isteðiydi onunki; yararý da oluyordu, çünkü özgüvenim artýyordu.
Babam, annemin sitemlerine daha fazla direnemeyince, onun istediði mobilya takýmýný taksitle almaya karar vermiþti. Ana cadde üstündeki bir mobilya maðazasýyla konuþmaya gittiðinde, maðaza sahibi, esnaftan bir kefil getirirse istediklerini vereceðini söylemiþti. Emekli imam, kefillik için gönüllü olmuþtu.
Evimize getirilen koltuk takýmý, albenisi olan bir vitrin, sehpalar, perdeler ve halý evin salonunu adeta saray odasýna döndürmüþtü. Asýl þimdi asortiklere karýþmýþtýk iþte…

*
Ablam, ebelik okulunu bitirdikten sonraki stajýný da bitirmiþ, çýkýp gelmiþti. O artýk bir ebeydi ve devlet baba onu tayin ettiði yeri bildirene kadar misafirimizdi.
“Ebeler ne iþ yapar?”
“Senin gibi veletleri dünyaya getirirler!”
“Beni annem dünyaya getirmiþ, ebeler deðil…”
“Salak þey! Git baþýmdan!”
Ebe haným bana bir kardeþten çok, bir düþmanmýþým gibi davranmayý sürdürmekten vaz geçmemiþti. On yedi yaþýndaydý, ama hala on iki yaþýndaki aklýyla yaþýyor ve o zamanlar, onu illüzyonisti seyretmekten ala koyuþumun kinini güdüyordu. Þimdi on iki yaþýnda olan bendim ve ondan farklý olarak, ben, keþke izin verseler de kardeþim Ersin ile gidip, deðil bir, bin tane illüzyonisti onun yüzünden seyredemesem, diye düþünüyordum. Egoist cadaloz!
Ne var ki, laf atmaktan da geri tutamýyordum kendimi:
“Abla sen hastanelerde mi çalýþacaksýn?”
“Sana ne?”
Onun aksiliðine karþýn, merakýmý gidermeye çalýþan annem oluyordu.
“Ýlk tayininde onu, hemen hastanelerde görevlendirmezler. Önce köylerdeki saðlýk ocaklarýnda görevlendirirler sanýrým.”
“Hangi köydeki saðlýk ocaðýnda görevlendirirler?”
Ablam, anneme sorduðum bu soruya da aceleyle cevap yetiþtiriyordu.
“Cehennemin dibindeki…”
Ýmam Hatipli de, “ilk tayinimi cehennemin dibindeki bir köyün camiine yaparlar,” diyerek, imamlýk yapmayacaðýný söylemiþti. O, dükkanlarýnda çalýþarak cehennemin dibine gitmekten kurtuluyordu, ama ablam için kurtuluþ yoktu. Oh, canýma deysin!
Annem, bu defa ablama çýkýþtý. “Kardeþine doðru dürüst cevap versene kýzým!”
“Aman… Versem ne olur, vermesem ne olur… Nato mermer, nato kafa, anlayacak akýl onda var mý sanki!”
*
Emekli Ýmamýn oðlu ablamla karþýlaþtýklarýnda çok etkilendi. Ýlk görüþte aþk, dedikleri türden bir etkilenme oldu bu…
Ablamla yakýnlaþabilmek için benimle olan samimiyetini daha da arttýrmaya baþladý.
Ablam, evden çýkýp gezmeye gittiði bir gün, döndükten sonra annemle fýsýr fýsýr bir þeyler konuþuyordu. Duyabildiðim kadarýyla, emekli imamýn oðlu bunun önüne çýkmýþtý ve arkadaþlýk teklif etmiþti.
Annem meraklý, “e? Kabul ettin mi?” diye sorunca,
“Aman be!... Þapþal oðlanýn teki…” demiþti.
Annem hayal kýrýklýðý ile karþýlamýþtý bu cevabý. “Çok iyi bir çocuða benziyor. Tam bir Müslüman insan evladý gibi…”
*
Ablam, sýk sýk sokaða çýkar olmuþtu. Onun çýktýðý o zaman aralýklarýnda, nedense, emekli imamýn oðlu da dükkanda bulunmaz olmuþtu.
Ablamýn gene dýþarý çýktýðý bir gün, oðlan da dükkaný babasýna býrakarak gitti. Bu durumdan iþkillenerek, elimde aský, göbeðimde önlükle peþine düþtüm. Az sonra, ana cadde üstündeki bir pastanenin kapýsýndan girince, bir süre pastaneden bir þeyler alýp çýkmasýný bekledim, ama kimsenin çýkacaðý da yoktu. Pastaneye girdim. Görevliden bir “badem ezmesi” ile gazoz istedim. O arada da pastanedeki masalarý kolaçan ettim, fakat oðlaný göremedim. Biraz daha dikkat edince dar ve dik bir merdivenle çýkýlan asma kattaki küçük salonu fark ettim. Pastaneciye, “teras katýnýzda oturabilir miyim?” diye sordum.
Adam, “tabii ki, nerede istersen otur,” deyince, dar merdivenleri, týrmanýp üst kata çýktým.
Loþ bir yer olan salona varýr varmaz gördüðüm manzara, el ele tutuþmuþ, burun buruna sohbet eden iki aþýðýn haliydi. Sohbetlerini öyle koyulaþtýrmýþlardý ki, tepelerine dikilinceye kadar beni fark edemediler bile.
Fark ettikleri andaki halleri ise o kadar komikti ki, ben de kýzsam mý, gülsem mi, karar veremez bir hale düþtüm.
Ýkisi birden oturduklarý yerden öyle bir ayaða fýrlamýþtý ki, oturduklarý sandalyeler ve masa, üstündekilerle birlikte gürültüyle yere devrilmiþti.
Çýkan gürültüye koþturup gelen pastaneci, “ne oluyor?” diye müdahale etmek isteyince,
Adama, “yok biþi abi,” dedim. “Ablamla komþumuzun oðlunu koklaþýrken yakaladým da, heyecanlandýlar biraz!”
*
“Seni babama söyleyeyim de gör gününü!” diyerek yanlarýndan uzaklaþtým.
Daha pastanenin kapýsýndan çýkmadan sol kolumda biri, sað kolumda öteki, dil dökmeye baþladýlar.
“Sandýðýn gibi deðil bak…”
“Bak bi dinle…”
Söylediklerinin hiç birinden etkilenmeden yürümemi sürdürüyordum. “Ben size deðil, gördüklerime inanýrým.”
Bizim ara caddeye girinceye kadar onlar dil dökmeyi, ben de “babama söyleyeceðim” demeyi sürdürdük. Eve yaklaþtýkça yaný baþýmda yürümeyi býrakýp önümü kesmeye baþladýlar. Ben yürümeye hamlettikçe onlar durduruyorlardý.
“Biz birbirimizi seviyoruz kardeþim… Sana yalvarýyorum… Lütfen…”
Ablamýn bu son sözleri küçük bir þok geçirmeme neden olmuþtu. Ne söylediði deðil, onlarý anlamamýþtým bile; etkileniþim söyleyiþ biçiminden dolayýydý. O bildiðim, alýþýk olduðum sevimsiz, kaba saba diþi ayý, lütfen diyerek yalvarýyordu. Ablam!
Ya emekli imamýn oðlu? Onun döktüðü diller de ablamýnkilerden aþaðý kalmýyordu. Diyordu ki, “ben, Esin ile ciddiyim, onu seviyorum.”
Birbirini sevdiðini söyleyerek bana yalvaran bu iki genci elbette ki babama ihbar etmeyecektim. Annemin, teslim ettiðim kazançlarýmla evi idare ettiðimi sanmamý saðlayarak bana kazandýrdýðý þey, iþte buydu. Olgunluk! Ýki aþýðýn iliþkisine engel olmamayý düþünebilecek kadar olgunlaþmýþtým.
Gene de, hemen teslim olmak niyetinde deðildim.
Sahip olduðum bu bilgiden elde edebileceðim bazý þeyler vardý. Bu fýrsatý bana karþý cadalozluklarýný bertaraf etmek için deðerlendirmeyi, kafamýn bir kenarýnda planlamaya baþlamýþtým bile. “Tamam,” dedim! “Bu günlük, kimseye bir þey söylemeyip, yarýn söyleyip söylemeyeceðimi düþüneceðim. Yarýn da, öbür gün söyleyip söylemeyeceðimi düþünürüm belki… Ablamla anlaþabilirsek…”
“Tamam kardeþim, istediðin her konuda anlaþýrýz…”
Ablamýn koluna girdim. “Hadi madem, eve gidelim!” Baktým, oðlan da bizimle gelecek, ona, “sen buradan ayrýl abi,” dedim. “Millet þüphelenmesin…” O, yanýmýzdan ayrýlarak yitti. “E-e! Ablacýðým!” diye baþlayýp içimden geldiði gibi dalga geçmeye baþladým onunla.
Aslýnda, aþýk olmanýn nasýl bir þey olduðunu bilmiyordum. Sanýyordum ki, bizi dünyaya getiren iliþkiler yumaðýydý aþk. Ablamla iliþkilerimiz canciðer kuzu sarmasýna dönüþür dönüþmez, ona sorduðum soru bu bilgisizliðimi gidermek için olmuþtu.
Ablam, “bir cinsin, karþý cinsten birisine duyduðu beðenmiþliklere aþk denir,” diyerek aþkýn tanýmýný yaptýðýnda, bu taným bana fazla bilimsel gelmiþti ve daha iyi anlayabilmek için saçma sorular sormayý sürdürmüþtüm. Ablam, en sevecen mimiklerini takýnarak cevaplamaktan gocunmuyordu onlarý. Evet! Ablam, artýk çok iyi davranýyordu bana…
Evimizin arkasýndaki caminin minaresi adeta bizim mutfaðýn içine doðru uzanýyordu. Mutfaðýn balkonuna çýktýk mý, o minareden ezan okuyan müezzinle göz göze bakýþabiliniyordu.
Esin ablam öðlen ve ikindi vakitlerinde sýk sýk ya balkona çýkýp, ya da mutfaðýn penceresinden bakýp, ezaný öyle dinliyordu.
Onun bu ezan düþkünlüðünden pek memnun olan annem, ablamýn yanýna gelerek, “müezzinin sesi nasýl da yanýk, deðil mi kýzým?” diyerek laf atýyordu.
Ablam da hemen yanýt veriyordu: “Evet, insanýn içine iþliyor.”
Ablamýn niyeti ezaný dinlemek deðil, ezaný okuyaný görmekti; çünkü insanýn içine iþleyen sesin sahibi emekli imamýn oðluydu. Oðlan, caminin fahri müezzinliðini yapýyordu. Okuduðu her ezaný usulüne göre þerefenin etrafýnda dönerek okuyordu ya, bazen de kendine bakan kýzdan þerefenin çevresini dolanmak kadar bile ayrýlmaya tahammül gösteremeyip, tamamýný bizim mutfaða doðru okuyup tamamlýyordu. “Eli iþte, gözü oynaþta,” sözü tam da bu duruma uygundu.
Annem, oðlaný elektrikli süpürgeyle caminin baþtan sona kadar her yanýný temizlerken gördüðü bir gün, babamý yanýna çaðýrarak, “gördün mü, imam efendinin oðlunu, tam bir Müslüman evladý,” diyerek iltifatlar düzdü.
Ben de Müslüman insan evladýný görebilmek için yanlarýna geldikten sonra, lafa karýþarak, muziplikle bir soru sordum: “Esin ablamý istese verir misiniz?
Bu sorumla, hemen yanýmda dikilen Esin ablam renkten renge girmeye baþladý.
Annem, “Allah u Teâlâ, ablana da öyle helal süt emmiþ bir Müslüman evladý nasip eder inþallah!” diyerek temennilerde bulunmaya baþladý.
Bilseydiler ki, biricik kýzlarýnýn sevgilisiydi o oðlan, tepkileri nasýl olurdu? Þeytan dürttü, dürttü, ama direnerek daha fazla laf üretmedim.
*
Ablamýn tayini Eskiþehir’e kýrk kilometre mesafedeki Seyitgazi ilçesine çýktý. Aile büyükleri tarafýndan, Seyitgazi içinde küçük bir ev tutulmasýna, ablamýn hafta içinde orada kalmasýna, hafta sonu izninde de Eskiþehir’e gelebileceðine karar verildi. Ablam, alýþýncaya kadar annemin de onunla birlikte kalmasý için ýsrar ettiyse de, babamý razý edemedi. Benim okuldaki huzursuzlarýmý da göz önünde tutan babam, beþinci sýnýftaki ikinci yýlýmý Seyitgazi’de okumama karar vererek ablamla birlikte beni yolladý. Eskiþehir’deki arkadaþsýzlýktan uzaklaþmak hoþuma gitti. Annem de arada sýrada, hafta içlerinde gelecekti. Neresinden baksan bir saat bile çekmeyen bir mesafedeydik birbirimize.
Seyitgazi’de ablama tutulan iki odalý eve taksitle yeni eþyalar alýndý.
Bahçe içinde tek katlý üç ayrý ev vardý. Evlerden birinde ev sahibesi oturuyordu. Onun sol yanýndaki tek odalý küçük evde benim kayýt edildiðim okulun öðretmenlerinden genç bir bayan oturuyordu. Ev sahibesi güleç yüzlü, konuþkan bir kadýndý. Altmýþlý yaþlara yakýn bir yaþý vardý, ama öyle deforme olmuþ bir vücudu yoktu, boylu posluydu. Mahalle baskýsýný umursamadan dekolte kýlýklar giyiniyor, istediði gibi gezip tozuyordu. Onu dillere düþürecek herhangi bir iliþkisi yoktu… Ýlk kocasý öldükten sonra aþýk olduðu bir adamla da nikahsýz yaþamýþ. Nikahlý kocasýndan bir oðlu var, astsubay olmuþ. Nikahsýz yaþadýðý adamdan da iki oðlu daha olmuþ. Nikahsýz yaþadýðý adam, bir türlü nikah kýymaya yanaþmadýðýndan, en sonunda aþkýný yüreðinden silip atarak, adamý ve çocuklarý Bursa’da býrakýp gelmiþ, ilk kocasýndan kalma bu eve yerleþmiþ. Kadýn, kiraya verdiði iki evin kirasý, sahibi olduðu tarlalarda yetiþtirdiklerinin getirisi ve evin bahçesinde yetiþen meyveleri ve kendi yetiþtirdiði sebzeleri satarak geçiniyordu. Kýrk yýlda bir astsubay oðlu da üç, beþ, yardýmcý oluyordu.
Evimizin bahçesinde ev sahibi kadýnýn ölen ilk kocasýnýn hevesle dikmiþ olduðu fidanlardan meydana gelmiþ çeþitli meyve aðaçlarý vardý; adamcaðýza hiç birinin meyvesini yemek nasip olmamýþ.
Özellikle dutu çok seven adam, ölümünden az önce, “mezarýmýn baþý ucuna bir dut fidaný dik ki, üstüne konan kuþlar meyvelerini bol bol yesinler,” diyerek vasiyet etmiþ. Kadýn bu vasiyeti, nikahsýz kocasýndan kaçýp geldikten sonra yerine getirebilmiþ…
Evimiz oldukça geniþ ve rahat, zaten kirasý da öðretmeninkinden fazla. Genç öðretmenle, taþýndýðýmýzýn daha haftasý dolmamýþken dostluk kuran ablam, öðretmenin benim derslerime de yardýmcý olmasýný saðlýyordu.
Beþinci sýnýfta, geçen yýlki o tembel öðrencinin yerini sýnýfýnýn en çalýþkan öðrencisi almýþtý ve bu defa akýllanmýþtým, sýnýftaki kýzlarýn hiç birisine aþýk olmuyordum.
Ya kýzlar?
Þehirden gelen oðlan, kýzlarýn cazibe merkezi olmuþtu ve iþleri güçleri oðlanýn dikkatini çekmek için cilveler yapmak olmuþtu.
Seyitgazi’de ki sýnýf arkadaþlarýmdan kýzlarýn ilgileri, erkeklerin kýskançlýðýna ve benden uzaklaþmalarýna neden oluyordu. Oysa benim istediðim erkeklerle arkadaþ olabilmekti…
*
Ablamýn mesleði çok meþakkatli bir iþti. Kýzcaðýzýn doðru dürüst mesai saati yoktu, gündüzünü geceye katarak çalýþýyordu. Hafta tatillerinde de ya iþ için çaðrýlýyordu, ya da bir haftalýk yorgunluðun bitkinliði ile sere serpe yatýyordu. Bu karmaþa içinde iki ay gelip geçmiþti bile ve ablam hiçbir hafta sonunda Eskiþehir’e de gidememiþti.
Pazartesi günü baþlayacak Ramazan Bayramý nedeniyle okullar dokuz gün tatilde olacaktý. Sýkýlýp da annemi, babamý özledim diye mýzmýzlanmaya baþladýðýmda Cuma gününden, “bunlar bu yýlýn ilk mahsulleri, götür anneme, babama,” diyerek elime bir çanta dolusu da yeþil erik tutuþturarak, Eskiþehir’e yolladý. Tam çýkýp gideceðim anda dörde katlanmýþ bir mektup kaðýdý aldý eline. “Bunu da Þaban’a verir misin? Lütfen!”
“Þaban kim yav?”
“Tanýyorsun ya…”
“Ha, þu emekli imamýn oðlu?”
“Evet, ona…”
Bana yaptýrmak istediði þeyin hoþ bir þey olmadýðýný hissediyordum. Bozularak, “Beni, aranýzda çöpçatan mý yapmaya çalýþýyorsun? Bana ne, git postaneden yolla!” diye söylendim.
“Kötü bir þey yok. Boþ bir mektup kaðýdý yolluyorum sadece, al, bak,” diyerek katlý kaðýdý açtý.
Gerçekten de üstünde hiçbir yazý olmayan bomboþ bir dosya kâðýdýydý. Niçin böyle bir þey yaptýðýný aklým almýyordu. “Bir þey yazmýyorsan, niye yolluyorsun ki, bu kâðýdý?” diye sordum.
“Var elbet bir anlamý.” .
“Neymiþ o anlam?”
“Þaban anlar.”
“Bana da anlat, yoksa götürmem…”
“Anlatýrsam götürecek misin?”
“Eh, kötü bir þey deðilse…”
“Tamam! Tayin olup, buraya gelirken ufak bir münakaþa geçmiþti aramýzda. Bu beyaz kaðýdý yollamakla ona, ben münakaþamýzý unuttum, temiz bir sayfa açtým aramýzda, demek istiyorum.”
Bu muymuþ anlamý? Amma da aptalca… “Demek istediðin þeyi iki satýrla yazýp belirtmek varken, böyle anlatmaya çalýþman…” Çok aptalca bir þey, diyecektim, demedim, sustum.
Ablam anladý demek istediðimi, cilvelenerek, “romantiklik olsun diye böyle anlatmak istiyorum…” dedi.
Aldým mektup kaðýdýný, ceketimin cebine sokuþturdum. “Ýyi madem, götüreyim.”
Evden çýkýp, Eskiþehir minibüslerinin duraðýna giderken, yolun sað yaný boyunca yer alan alanda mahallenin çocuklarýný maç yapmaya hazýrlanýrken gördüm. Ýçlerinde sýnýf arkadaþlarýmdan da vardý.
Minibüsün kalkma saatine daha vardý. Biraz dikilip onlarý seyredebilirdim. Yok, yok… Ben de oynamalýydým onlarla. Minibüs kaçarsa kaçsýn, akþama kadar daha on tane minibüs vardýr gidecek; birine binemezsem ötekine binerdim.
Çocuklarýn yanýna sokuldum. Ýçlerinden ikisi ayaklarýný birbirinin ucuna ekleyerek, “aldým, verdim, ben seni yendim,” diye diye birbirlerine doðru ilerliyorlardý. Ýkisinden ayaklarýnýn buluþtuðu anda son adýmý atmýþ olan ilk önce bir oyuncu seçti, sonra öteki… Etraflarýndaki oyuncularý böyle böyle paylaþmaya baþladýlar.
Beni de seçseler ya!
Çantanýn içinden bir avuç erik aldým, iki elebaþýna uzattým. “Erik yer misiniz?”
Alýp yemeðe baþladýlar. Çevredekiler, onlara da ikram etmemi beklediklerini beli ederek, gözlerini bana dikmiþtiler. Onlara da üçer, beþer tane daðýttým.
Tamam iþte, rüþveti verdim; beni de seçerler artýk!
Oyuncu seçimi tamamlandý, ama beni seçmediler.
Yüzsüzlüðü ele alýp, “ben de oynasam ya!” diye laf attým.
Elebaþlýlardan birisi, “bu gün takýmlarý kurduk artýk, inþallah baþka zaman,” diyerek çantama eðildi. “Erikler de çok güzeldi. Versen ya biraz daha!”
Çantaya daldýrdým elimi, yeniden baþladým daðýtmaya. Belki bu defa, “hadi madem, oyna sen de,” deyiverirler.
Daðýttýðým eriklerden bir tane bile almamýþ olan bir çocuk vardý; giyim kuþamý ötekilere göre oldukça yeni biri. Yanýma sokulup kulaðýma, “sen enayi misin?” diye fýsýldadý; “Ne diye erik verip duruyorsun bunlara?”
“Olsun,” dedim.
Oðlan “o erikleri evinize götürmüyor musun? Büyüklerin ne der sana sonra?” diye devam etti.
Erikleri Eskiþehir’e götürmesem ne olur ki? Annemin, ablamýn erik yolladýðýndan haberi mi vardý sanki? Kimbilir ne zaman görüþürler, o zamana kadar da erik bollaþmýþ olurdu çarþýda pazarda, lafý bile edilmezdi. Þimdi, önemli olan bu çocuklarla arkadaþ olmak, oynamaktý…
Herkes çevremi sarmýþ, ne güzel, verdiðim erikleri bana gülücükler yollayarak yiyorlardý. Dostluklar böyle kurulur! Deðil mi, ama?
Ýyi giyimli oðlan da geveze bir þey galiba, susmak bilmiyordu. “Bunlara aðaçlarda ki bütün erikleri daðýtsan yaranamazsýn aslaným!” diye söylenerek yanýmdan ayrýldý. Ayrýlmamýþ olsaydý sabrým tükenecek, ben def edecektim yanýmdan.
Çocuklarýn çoðu verdiðim erikleri yiyip bitirdiler. Onlara, “biraz daha yer misiniz?” diye sorarak yeniden erik veriyordum. Eriði biten avucunu uzatýyordu. Ben avuçlara çantadan çýkarttýðým erikleri dolduruyordum. Erikler kapanýn elinde kalmýþ, böylece son erikler de bitmiþti.
Eriklerle birlikte, bana yoðunlaþmýþ ilgi de bitiverdi.
“Hadi!... Herkes yerini alsýn! Maç baþlýyor!”
Taraflar baþladýlar maça…
Ben bir kenarda kabak gibi kalakaldým.
Ýyi giyimli oðlan yanýma geldi. “Adýn ne senin?” diye sordu.
Ben, sinirli, “seninki ne?” diye karþýlýk verdim.
O, “benim ki, Mesut,” dedi. “Ya senin ki?”
“Benim ki de Ergin,” dedim mecburen.
Mesut, “üzülme Ergin,” dedi, kolumdan tutup çekiþtirerek, “bunlarla arkadaþlýk yapmaya bile deðmez.”
“Oynatmadýlar beni. Erikleri boþu boþuna vermiþ olduk.”
“Boþ ver eriðe… Þurada Þefika teyzenin bahçesi var Þimdi dalarýz bahçeye, daðýttýðýn erikleri gene doldururuz çantaya, evinize onlarý götürürsün.”
Þefika teyze dediði ablamýn ev sahibesi.
“Orasý bizim ev,” dedim. “Biz Þefika teyzenin kiracýsýyýz. O erikleri de Þefika teyzenin bahçesinden toplamýþtýk zaten.”
Gülmeye baþladý.
Ben de gülüyordum onunla.
Karþýlýklý gülüþmelerimiz artarak sürdü.
Seyitgazi’deki tek arkadaþýmý böylece edindim. Beni, evlerine davet etti. “Biraz, bizde oturalým mý? Seni dedemle tanýþtýrmak istiyorum.”
Bu öneri çok hoþuma gitti. “Tamam,” diyerek peþine takýlýp gittim.
Ev, bulunduðumuz yolun üzerinde, bir köþe baþýnda yer alýyordu. Küçük bir avlusu olan, müstakil bir gecekonduydu. “Burada mý oturuyorsun?”
“Dedemle babaannem burada oturuyor. Ben babam, annem, kardeþlerim Eskiþehir’de oturuyoruz.”
Eskiþehir’de oturduðunu öðrenmekten memnun, “Ya, öyle mi?” dedim. “Ne güzel… Ben, Eskiþehir’e geldikçe görüþürüz. Eviniz Eskiþehir’in neresinde?”
“Bahçelievler Mahallesinde. Bilir misin?”
Bilmiyordum. “Ben, Sütlüce Mahallesini biliyorum bir tek… Evimiz orada ya, ondan…”
“Tamam iþte,” dedi; “Bahçelievler de sizin bir berinizdeki mahalle. Komþuyuz yani…”
“Yakýnmýþýz,” diyerek sevindim. “Hangi okula gidiyorsun orada?”
“Ben, Demir yollarýnýn çýrak okulunda okuyorum,” dedi. “Bu sene ilk senem…”
Bir þey anlamadýðýmý belli ederek, “çýrak okulu?” diye sordum.
“Orta okul gibi… Meslek öðreniyoruz orada, yani…”
O da okulunun nemenem bir þey olduðunu tam bilmiyordu, galiba…
Eve girdiðimizde tanýþtýrýldýðým dede ve babaanne çok sýcakkanlý insanlardý. Biraz hoþ sohbet sonrasýnda Mesut’un odasýna geçtik. Babaannenin peþimizden getirdiði börekleri, çörekleri yemeye koyulduk.
Mesut, “erikleri Eskiþehir’e götürmediðin için kýzmasýnlar,” dedi.
“Eskiþehir’dekilerin erik getireceðimden haberleri
yok ya, biþey olmaz,” dedim.
Gülüþtük.
Ceketimi cebindeki mektubu çýkartýp ona gösterdim. “Ablam sevdiði oðlana bu boþ kaðýdý yolladý, ver diye… Ne salak yaa… Vermeyeceðim, yýrtýp atacaðým tabii ki…”
“Ver bakayým,” diyerek kaðýdý elimden aldý. Pencerenin ýþýðýna tuttu, burnuna dayayýp kokladý. Sonra, “Boþ deðil …” diyerek iade etti bana.
Þaþýrarak, kaðýdý ona gösterdim. “Ýþte boþ ya!”
“Gizli mürekkeple yazýlmýþ.”
“Nasýl yani?”
Anlatmaya baþladý. “Bazý beyaz renkli sývýlar, ateþe tutulup ýsýtýlýnca renkleri koyulaþýr. Ablan da bu hileyi yapmýþ iþte; yani, beyaz kaðýtla ayný renkteki yazýyý böyle bakýnca okuyamýyorsun, ama ýsýtýrsan okursun…”
Anladým. Anladýðým hile beni salak yerine koymak için uygulandýðýndan öfkeleniyorum da… Ben, “Vay þerefsizler, vay!” diye söylenirken, Mesut gülmeye baþladý.
“Kýzma onlara… Maksatlarý seni aptal yerine koymak deðildir. Aleni yazamayacaklarý bir sýrlarý var ki, bu yolu denemiþler.”
Kaðýdý Mesut’a uzatarak, “Þu yazýyý okunabilir hale getirsen ya… Neymiþ þu mühim sýrlarý öðrenelim,” dedim.
Mesut, yadýrgayarak, “olmaz,” diye itiraz etti. “Baþkalarýna ait sýrlarý öðrenmeye kalkýþmamýz olmaz.”
“Niye olmasýn yav! Olur bal gibi…” diye çýkýþýnca;
Mesut, “sen de öðrendin iþte nasýl okunabilir yapýldýðýný. O kadar merak ediyorsan kendin yap,” diye söylendi. “Ama, baþkalarýna ait mektuplarý okumak kadar ayýp bir Þey olamaz…”
Yeni edindiðim arkadaþýmýn kabullenemediði bir þeyi yapmakta ýsrar etmek istemedim. Nasýl olsa öðrendim, Eskiþehir’de hallederim. “Yabancýlarýn mektuplarýný okumak elbet ayýptýr da, bu ablam olduðu için, kötü bir þeyler çeviriyorsa engel olayým, dediydim. Ama madem böyle de ayýp oluyor, tamam… Okumayalým…” diyerek mektubu tekrar katlayarak cebime sokuþturdum.
Beni Eskiþehir’e o yolcu etti.
*
Bir ay öncesine kadar çalýþtýðým çay ocaðýnda, benim yerime iþe alýnmýþ olan Nuri ile tanýþtým. Benden bir iki yaþ daha büyük gösteren Nuri’nin iþi gücü müzikti.
Nuri, bu iþte çalýþmasýndaki amacýnýn bir elektro gitar ile amfi alabileceði parayý biriktirmek olduðunu söylüyordu.
Evinden getirdiði kýrkbeþlik plaklarýnýn biri bitiyor, ötekini çalýyordu, çay ocaðýný müzikhole çevirmiþti adeta. Çay içmeye gelenlerin kafalarý þiþiyordu müzikten, bazen “kapat þunu!” diyerek çekiþiyorlardý. Gene de kapatmýyordu da, pikabýn sesini kýsýyordu. Çaldýðý þarkýlarýn hemen hepsinin sözlerini ezbere biliyordu. Sýk sýk kendini kaptýrýp þarkýlara eþlik ediyordu. Bazen de, çay ocaðýnda kimse olmadýðýnda, çalý süpürgesini alýyordu eline, gitar çalýyor gibi taklitler yapýyordu.
Onun bu müzik düþkünlüðünden çok etkileniyordum. Evde, radyoda bir müzik çalýndýðý zamanlar, radyonun sesini sonuna kadar açýyor, ben de onun gibi þarkýlara eþlik ediyor, annemin süpürgesini alýp gitar çalma taklidi yapýyordum. Þarký sözlerinin tamamýný onun gibi ezbere bilemiyordum, aklýmda kalmýþ kýsýmlarý söylüyor, bilmediðim kýsýmlarý da pür dikkat dinleyip sözleri ezberlemeye çabalýyordum.
Bu çabamý öðrendiðinde Nuri, “bunda bine yakýn þarkýnýn sözleri var, istersen bir þarký defteri tutup yaz bunlarý,” diyerek kalýnca bir defter verdi. “Yalnýz defterimin baþýna bir þey gelmesin ha…”
Bana dünyayý baðýþlasa bu kadar mutlu edemezdi. Gecemi gündüzüme katýp bayram sonuna kadar þarký sözlerini temize çekmeliydim.
Emekli imamýn oðlu iki çay almak için geldi; beni görünce sevindiðini belli ederek, “hoþ geldin!” dedi.
Biraz dalga geçmek için, “hoþ bulduk eniþte!” dedim ona.
Hitap þeklimden tedirginlik duyarak gözlerini Nuri’ye yönlendirdi.
Nuri de, “çaylar hazýr eniþte! Alabilirsin,” diyerek doldurduðu bardaklarý uzattý.
Emekli imamýn oðlu aldýðý çay bardaklarýný götürdü.
Çaylarý götürdükten az sonra yanýma gelerek oturdu. “E-e? Seyitgazi’de iþler nasýl gidiyor?”
Lafý nereye getireceðini adým gibi biliyordum ya, neyse… “Nasýl gidecekti ya? Okula gidip geliyorum iþte…”
Sanki benim okulum pek de umurundaymýþ gibi, “dersler nasýl?” diye sordu.
“Ýyi,” diyerek kestirip attým.
O da uzatmadý zaten, asýl merakýný gidermek için, “ablan iyi mi?” diye sordu.
“Çalýþýyor iþte…”
Cevabýmýn soðukluðu karþýsýnda pek de üstüme gelmek istemez gibi, “iki ay oldu gittiðiniz. Her hafta sonunda gelirsiniz diyordum ya…” diye mýrýldandý.
Gene soðuk bir yanýt verdim ona. “Gelemedik iþte…”
“Yok, hani, bir haber alamayýnca, merak ettiydim sizi.”
Bizi mi? Yalancý! Ablaný diyemiyordu da, beni de katýyordu lafýna; sanki kýrk yýl görmese beni bir kere bile aklýna gelirmiþim gibi… Gülümsedim. “Ablam, önünde arkasýnda hiçbir yazý olmayan boþ bir dosya kaðýdý yolladý sana,” dedim.
Birden heyecanlandý. “Öyle mi? Nerede? Bana verecek misin onu?”
“Dedim ya, bomboþ bir dosya kaðýdýydý. Versem ne olacak ki!”
“Boþ da olsa, benim için yollanmýþ ya… Kýymeti var elbette.”
Ona, cebimden çýkarttýðým katlanmýþ dosya kaðýdýný teslim ettim. “Tamam, al emanetini o halde!”
Mutluluktan kanatlanýp uçar gibi, verdiðim kaðýdý alýþý ve ayaklanmasýyla, gitmesi bir anda oldu.
Ýnsan bir mazeretle filan gider, ama o beni umursamadan öylece gitti. Bozuldum tabii ki…
Hemen bakkala gittim. Onda çeþitli defterler vardý, biliyordum. Matematik defterimin aynýsý olan sarý sayfalý kalýn bir defter ile bir tükenmez kalem satýn alýp çay ocaðýna döndüm. Hiç vakit kaybetmemem gerekiyordu, þarký sözlerini hemen orada kendi defterime geçirmeye baþladým.
On beþ dakika geçti ya da geçmedi; asýl emekli imamý oðlu bozulmuþ bir halde gelip karþýma dikildi. “Esas kaðýdý vermemiþin bana!”
“Vermemiþ miyim? Nasýl yani… Beyaz bir dosya kaðýdý yolladý iþte… Nereden çýkardýn þimdi bunu?”
Bir an vereceði bir cevap bulamayarak hýk mýk ettikten sonra, “ben bilirim,” dedi. “Bu Esin’in yolladýðý kaðýt deðil!”
“Valla kusura bakma eniþte! Asýl kaðýdý, üstüne serumla yazýlmýþ gizli yazýyý okuyabilmek için gazocaðýna tuttuydum, maalesef bir anda tutuþuverdi.”
Sýrlarýný çözmüþ olmamýn þaþkýnlýðý ile birlikte oturup kaldý. “Senden korkulur birader. Cin gibisin valla! Bari, kaðýtta mühim bir þey yazýlý mýydý, onu de…”
Acýyordum da kerataya. “Söyle kolayý,” dedim.
Nuri’ye seslenerek, “ver bir kola,” dedi.
Kola þiþesi açýlýp önüme konulduðunda baþýmdan dikip bir fýrt çektim, sonra, “bayramda beni buraya yollayarak benden kurtulmuþ, Seyitgazi’de yalnýzmýþ, gidersen görüþürmüþsünüz…”
“Evinizi bilsem?”
“Evde deðil, Saðlýk ocaðýnda bekleyecekmiþ seni. Seninle beraber ben de geleceðim Seyitgazi’ye, telaþlama… Seni ben götürürüm onun yanýna.”
Güldüm. Bir fýrtlýk daha kola içtikten sonra, “beni de aranýzda çöpçatan ettiniz ya; helal olsun size valla,” diye söylendim. Kýkýrdayarak gülmeye baþladým. “Bu aþkla siz evlenirsiniz nasýl olsa,” dedim. “Benim ki, pek de pezevengliðe girmez…” Bir an sustuktan sonra, tereddüt ederek,” girmez deðil mi?” diye sordum.
“Girmez,” dedi.
“Ýyi… Evlenirsiniz deðil mi?”
“Evleneceðiz.”
Rahatlayýverdim. Bir yandan da defterime þarký sözlerini geçirmeye baþladým. O, ne yaptýðýmý merak ederek defterlere bir göz gezdirdikten sonra, “onlarý tek tek yazmakla baþ edemezsin, fotokopi çektirtsene,”dedi.
Fotokopi de neydi ki? Ýlk kez duyuyordum.
“Bir makine var, böyle yazýlarýn filan kopyasýný dosya kaðýdýna çýkartýyor,” diyerek izah etti.
Sadece bir dosya kaðýdý on kuruþtu. Bu defterde vardý yüz sayfa. Yüz dosya kaðýdý ederdi on lira; e, makine sahibi de on lira alsa, ederdi yirmi lira… Yirmi liram olsa…
“Sen ver o defteri bana,” diyerek defteri önümden aldý, çýktý, gitti.
Ben de Safinaz ablaya çýktým. Oturduk. Safinaz abla ile öylesine rahat hissediyordum ki kendimi, konu ne olursa olsun, güzel güzel konuþurduk. Sadece benimle ilgili olanlarý deðil, onunla ilgili olan konularý da konuþuyorduk.
Epeydir uzak kaldýðým için özlemiþ olabileceðimi söyleyerek önüme bir tabak dolusu þam tatlýsý koyup yemem için baský yaparken, bir yandan da, genç kýzlýðýnda, henüz on yedisindeyken, zengin bir oðlanýn “seninle evleneceðim,” diyerek onu kandýrdýðýný, sonra da yüzüstü býraktýðýný anlatmaya baþladý. “O zamanlar, bir kýzýn kýz oðlan kýzlýðý bozuldu mu, o kýzcaðýz ellere rezil olur, kimselerin yüzüne bakamaz olur, bir daha hiç koca bulamaz olur, evde kalýrdý,” demiþti. Anlattýklarýndan bir þey anlayamadýðým için, kýz oðlan kýzlýðýn ne demek olduðundan evde kalmanýn ne demek olduðuna kadar merak ettiðim her þeyi sormuþ, cevaplarýný da anlayabileceðim türde açýklamalarla almýþtým. Öðrendiðim ilginç bir þey de herkes bilirmiþ ki, yaþý iyice ilerlemiþ, evde kalmýþ kýzlarýn evde kalmalarýnýn yegane sebebi baþlarýndan geçen bu aldatýlýþ olurmuþ. Genç kýzlar, baþlarýndan böyle bir bela geçmediði halde, sýrf geçtiði sanýlýp da adýný çýkartmasýnlar diye, erkenden evlenmek zorunluluðunu hissederlermiþ.
Bunlarý bana anlattýðý zaman ablam Esin’in emekli imamýn oðlu tarafýndan ayný þekilde aldatýlacaðýna ve yüzüstü býrakýlacaðýna öyle bir inandým ki, akþam üzeri, hemen oðlanýn karþýsýna dikilip resti çektim:
“Ya anneni babaný yollayýp istetirsin ablamý, ya da iliþkinizi babama ihbar ederim!”
Oðlan bu tavrým karþýnda küçük bir þok geçirdi. Bir süre, kafasýnda dolaþtýrdýðý düþüncelere odaklandý. Tedirgin olmuþtu.
“Ablan da istiyor mu bunu?” diye sordu.
Bu soruyu anlamsýz bularak, “ister tabii ki, neden istemesin ki!” diye söylendim.
Emekli imamýn oðlu, “bana kalsa çoktan istetecektim ben… Ama, ablan istemiyor,” deyince, bu defa da ben küçük bir þok geçirdim.
Laflarýmý geveleyerek, “nasýl yani?” diye sordum. “Niye istemiyormuþ?”
“Ebelik kadrosu onaylanýncaya kadar beklememizi istiyor o…”
Ebelik kadrosu mu? O da neymiþ? Aklýmýn ermediði baþka konular vardý galiba; oðlan anlayabileceðim bir dille açýkladýðýnda, ablamýn iþinde altý aylýk denenme süresi geçirdiðini, altý ayý tamamlayýp kadrosu onaylanýnca kadrolu bir memur olabileceðini öðrenmiþ oldum. Bu durumda “istet ablamý!” diye diretmemin bir anlamý olmayacaktý. Ýki ayý geçmiþ, kalmýþtý dört ay; dört ay sabretmem gerekecekti. Kendimi rahatlatmak için, “ablamla evlenecek misin?” diye sordum.
“Elbette evleneceðim,” dedi.
Elbette evleneceklerdi. Evlenmesinler de göreyim! Ama, dört ay sonra…
Bu, onlarýn iliþkisine dört ay daha göz yummam demekti.
Bana kendi dükkanlarýna gidip getirerek, fotokopi ile kopyalanmýþ, üstelik bir de ciltlenmiþ þarký defterimi getirip teslim ettiðinde, mutluluktan mest oldum. Onunla birlikte Seyitgazi’ye dönmek fikrimden caydým. Genç aþýklarý baþ baþa býrakýp, rahat rahat görüþmelerine fýrsat tanýyacaktým.
“Yahu eniþte, aklýma geldi de, bizim bayramýn üçüncü gününde Nuri ile bir iþimiz var. Seninle Seyitgazi’ye gelemeyeceðim. Sen, yalnýz gidersin artýk. Battalgazi Saðlýk Ocaðý diye sordun mu, herkes gösterir yerini…”
*
Dört ay geçer geçmez, asaleti onaylanan ablamýn yanýna giden annem, ablamý da yanýna alarak geldi. Ablamla annem gelir gelmez hummalý bir hazýrlýða giriþtiler. Evi baþtan aþaðý temizleyip eþyalarý özenle yerleþtirdiler. Babam da kolonya, ikramlýk þeker, çikolata gibi þeyler alýp gelmiþti.
Emekli imam, oðluna ablamý istemeye geleceklermiþ; hazýrlýklarýn sebebi buydu.
Cumartesi akþamý sadece emekli imam ile ailesi deðil, en az on beþ kiþi geldi. Dört erkek, üç çocuk ve geriye kalanlarýn hepsi kara çarþaf ve peçe… Birbirlerinden ayýrt edilir bir belirtileri yoktu; sanki ayný yumurta ikizleri...
Kara çarþaflýlarýn hiç birisi babamla tokalaþmayý kabul etmiyor, adamcaðýz elini uzatýp uzatýp geri çekiyordu. Ayný þekilde adamlar da ne annemle, ne de ablamla tokalaþmýyordu.
Böyle bir aileye gelin gitmek istediði için, Esin ablamýn gözümdeki bütün deðeri sýfýra inivermiþti.
Havadan sudan sohbet, kolonya, þeker ikramý filan derken imam efendi damdan düþer gibi niyetini pat diye söylüyiverdi.
“Allahýn emri peygamberin kavli…”
Babamýn savunma mekanizmalarý düþmüþtü, çünkü kýzý istiyordu. Tutacak bir dal oluverse, “kalkýn gidin…” diyecekti ama…
O da kara çarþaflý kadýnlardan ürkmüþ görünüyordu. Bir cesaretle, “kýzýmý gelin ettikten sonra böyle kapatacak mýsýnýz?” diye sordu. Sanýrým, bir ümitle, “kapatacaðýz,” derlerse, kýzým da kapanmayý kabul etmezse, kurtuluruz bu iþten, diye düþünüyor olsa gerekti.
Emekli imam, “haþa!” diye atýldý. Kapatmayýz, diyecek gibiydi, babamýn ince hesabý tutmayacaktý galiba… Adam, sözünü sürdürdü. “Bizde kadýnlarýmýzý zorla kapatacak bir zulüm yoktur. O, Allah’ýn emridir!”
Adamýn ne demek istediðini ben anýnda anladým, ama zavallý babacýðým, kafasý durmuþ, bir þey anlamýyordu. “Kapanmasý için bir baský yapmayacak mýsýnýz yani?” diye sordu.
Adam tekrar, “haþa!” diye atýldý. “Ne haddimize?”
Babam, “ya sen evladým?” diye sorarak damat adayýna döndü. “Kýzýmýn kapanmasýný talep edecek misin?”
Oðlan da babasýný taklit ederek, “haþa!” diye baþladý sözüne. “Allah ü tealanýn emri ne ise o olur, onun emirleri karþýsýnda bizim bir sözümüz olamaz.”
Babam bir þeyler anlar gibi oldu. “Allah ne emrediyor bu konuda?” diye sorunca da, hepimizi uzun bir vaaz dinlemek zorunda býraktý.
Emekli imam, ilgili kuran ayetlerini hem Arapça, hem Türkçe olarak aktararak, Peygamberimizin hadislerinden bahsederek, ulemanýn düþüncelerine atýfta bulunarak, anlatýyordu habire…
Anlattýðý aslýnda kýsacýk bir cümleden ibaret: “Kuran’a göre kapanmak zorunludur!”
Anlattýklarý bize göre deðil; biz o kadar koyu birer Müslüman olamadýk henüz. Ýçimizde ibadete en düþkün olan annemin bile böyle bir þeye razý olabileceðini sanmam.
Babam, kýzýnýn da çarþaflara bürünmesi için baský göreceðini anlayabildi nihayet. Esin ablama dönerek, “sen ne diyorsun kýzým? Allahýn emri, peygamberin kavli ile istediler seni, verdim dersem, senin de kapanman gerekecekmiþ bak… Razý mýsýn?” dedi.
Ablam, tam bir hayal kýrýklýðý yaþamaktaydý; “ama biz Þaban ile bunu hiç konuþmamýþtýk. Bana böyle bir þeyden hiç bahsetmemiþti,” diye söylenmeye baþladý. “Ben devlet memuruyum. Devlet memuriyetinde çarþaf yok, yasak…”
Emekli imam onun sözünü keserek, “memuriyeti býrakýrsýn kýzým,” diyecek oldu; “bizim servetimiz yeterlidir, çalýþmana gerek yoktur.”
Adam, resmen baltayý taþa vurmuþtu. Ablama, bunlar söylenir mi hiç?
Ablam, “Ne münasebet?” diye baðýrdýðýnda son sözünü söylemiþ olmuþtu, babama bu kadarý yeterdi. Tamam iþte, benim ablam bu!
Babam ortamýn gerginleþmesine fýrsat býrakmadan, “biz, size cevap vermek için birkaç gün düþünmek istiyoruz,” diyerek son noktayý koydu. Bunun anlamý, “ben size bu kýzý nah veririm!” demekti. Bunu emekli imamla oðlu da anlayarak kýçlarýna baka baka gittiler.
O güne kadar, "Allahaýsmarladýk""iyi günler","hoþça kalýn" gibi bir sürü veda sözcüðü duymuþtum. Bu defa ilk kez duyduðum bir veda sözcüðünü öðrenmiþ oluyordum:
"Selametle!"
"Selametle!"
*
Kurban bayramýnýn son günüydü. Madam oturmaya geldiðinde, Müslüman bayramýnda bayramlaþmaya gelen bir hýristiyaný sempatiyle karþýlamýþtýk. Ne var ki, geliþinden çok geçmeden asýl niyetini ortaya koyunca, bu sempati anti sempatiyle yer deðiþtirivermiþti.
“Özür dileyerek, sizden baþka bir eve tasinmanisi rica etmeye gelmisim…”
“Baþka bir eve mi? Yani, evi boþaltmamýzý mý istiyorsunuz?”
“Evet…”
“Ama Madam, böyle damdan düþer gibi! Bir kusurumuz mu oldu da…”
“Yok efenim, estagfurullah… Sisin gibi iyi bir komsu basim üstünde… Maamafih, bu daireyi ve kendi oturduðum daireyi satmis bulunuyorum… Bendeniz Ýstanbul’a dönmek üsere kardeþlerimden davet almisim, fakat evin alicileri demektedir evi bos teslim almak isteriz yoksa istemeyis…”
Evi satýn alanlar, evleri boþ teslim almak kaydýyla satýn alacaklarýný söylediklerinden kadýncaðýz telaþa kapýlmýþtý. Babam, madamýn mazeretini olumlu karþýladý.
Hiçbir zaman ev sahibi olamadýk, ama kiraya verilen evlerin hepsi bizim sayýlýrdý.
Madam, evimizin nakliye masraflarýný da üzerine alýnca, annem iki gün içinde yeni bir ev tuttu; tutulan evin kirasý da daha ucuz olunca iki gün içinde taþýndýk.
Safinaz ablaya veda bile edememiþtim, ama o benim için deðerliydi, çarþýda yanýna gider görüþürdüm.
Bahçelievler’de, köþe baþýndaki iki katlý bir binada, üst kattaki salon gibi geniþ bir sofasý olan iki odalý bir eve taþýndýk. Bu evin de mutfaðý önünde küçük bir balkonu vardý. Binanýn iki sokaða bakan dýþ yüzlerinde dükkanlar vardý; bana tahsis edilen odanýn altýndaki dükkan bir marangozhaneydi, diðerleri de bir terzihane ve bir dernek lokali. Dükkânlarýn arkasýnda kalan kýsýmda, bizim alt katýmýzda da tek odalý küçük bir baþka ev vardý, yaþlý bir karý koca olan Muhittin Amca ve Meryem teyze ile oðullarý Mehmet oturuyordu. Binanýn dýþýnda evin giriþ kapýsýnýn hemen yanýnda da, sanýrým dükkanlara mahsus bir hela vardý. Helayý zaman zaman yoldan geçenler de kullanýyorlardý.
Yeni evimize taþýndýðýmýzýn hemen ertesi günü Seyitgazi’ye döndüm.
Seyitgazi’ye büyükbabasýnýn evine Ramazan bayramýnda gelmiþ olan Mesut, bu defa, Kurban bayramýnda gelmemiþti. Üzüldüm.
Seyitgazi Atatürk Ýlkokulunda geçirdiðim bir yýlýn, Eskiþehir Ziya Gökalp Ýlkokulunun beþinci sýnýfýnda geçirdiðim bir yýldan farklý bir yaný olmadý. Her iki okulda da þöyle doya doya arkadaþlýk yapabileceðim bir grubum olmamýþtý.
Sýnýfýmda ayný sýrada oturduðumuz Kýrkalý Nazmi, en iyi arkadaþýmdý. En çok ondan yakýnlýk görüyordum. Þiþmandý. Geniþ, taraklý burnunun toparlak ucu bir sivilceyi andýrýr gibi kýrmýzýydý. Burnundan sümüðü hiç eksik olmuyordu, üst dudaðýnýn üstünde aþaðý doðru inmeye baþladýklarý zaman, “hýýðh!” diye, gerisin geriye burnunun içine çekerdi onlarý. Bizim evin bulunduðu sokakta otururlardý, okula birlikte gidip gelirdik. Koca götünü kaldýrýp aðaçlara týrmanamadýðý için, Þefika teyzenin aðaçlarýndan kendisi için bir þeyler aþýrtýrdý bana.
Ýlkokuldan sonra bir daha görüþemediðim Nazmi’yi yýllar sonra askerlikte yaptýðým bir kavganýn cezasý sivildeyken gelince sekiz günlüðüne girdiðim Eskiþehir Kapalý Cezaevinde gardiyan olarak gördüm. Beni görür görmez tanýdý, ama tanýmazlýktan geldi. Bir daha da yakýnýma sokulmadý bile…
Çolak Necati, Bulgaristan’dan Türkiye’ye ailesiyle birlikte göç ederek gelmiþti. Türkçeye tam hakim deðildi ve kötü bir þiveyle konuþurdu. Sýnýfýn haylazlarý iki de bir “macýr, macýr, götü cýrcýr,” türünde tekerlemelerle rahatsýz ediyorlardý çocuðu. Sonunda ben müdahil oldum olaya. Ayný bahçede oturduðumuz Gül öðretmene gittim, “sýnýfýn haytalarýný” þikayet ederek yardýmcý olmasýný rica ettim. O da sýnýf öðretmenimize olayý aktardýktan sonra, haytalar kara tahtanýn önüne dizilip avuçlarý açtýrýlarak “Bundan böyle Necati’ye sataþanlar bu dayaðý gene yerler!” denildikten sonra cetvelle avuçlarýna vuruldu.
Necati, kendisi için yapýlan bu kayýrmadan mutlu halde sadistçe sýrýtmaktaydý.
Necati’nin hemen önündeki sýrada iki tane kýz çocuðu oturuyordu. Kýzlar, onun yüzünden dayak yiyen arkadaþlarý için üzüntüden olsa gerek, “çolak þey, nolcak!” diye mýrýldanmýþlar.
Necati ayaða fýrladý, kendine has þivesiyle baðýrmaya baþladý:
“Te be üretmenim! Üretmenim gý…Aha bu kapçýn aðzlý gýz, dediki, baða, þulak þey dedi!”
Ne dediðini kendisinden baþka hiç kimse anlayamadý. Öðretmenimiz de anlamýþ gibi yaparak, “tamam, oðlum, anladým. Otur yerine!” diyerek sakinleþtirdi onu.
Necati, sýnýftaki bu tür aþaðýlamalarýn etkisinde kalarak yaþadýðý aþaðýlýk duygusuyla derslerde çok baþarýlý oluyordu. Aþaðýlýk duygusunun insaný teþvik eden, itici bir etkisi olduðunu Necati’den dolayý öðrenmiþtim. Ama bunlarýn, aþaðýlýk duygularýný aþamamalarý durumunda da çevreye verebilecekleri zararlarýn bir kaçýný bizzat yaþamýþtým…
Okullar tatil olup da diplomamla eve döndükten sonra, bir daha Seyitgazi’ye gitmedim. Esin ablamýn yanýnda Ersin kalmaya baþlamýþtý.
Seyitgazi’de ablamla geçirdiðim sekiz, dokuz aylýk süreçte bir defa bile Seyitgazi’ye gelmeyen annem, haftanýn iki, üç günü Seyitgazi’ye gider olmuþtu. Hatta babam bile bir hafta sonunda gidip gelmiþti.
Ýlkokul bittikten sonra da arkadaþlýðýmý sürdürdüðüm tek sýnýf arkadaþým Necati’ydi.      
Necati’nin babasý Eskiþehir’de bir köfteci dükkânýnda iþe girmiþti; ailesi, okullarýn tatile girmesinden hemen sonra Eskiþehir’e göç etmiþti.
Necati’de týpký Mesut ve benim gibi Bahçelievler mahallesinde oturuyordu. Onu Mesut ile tanýþtýrdýktan sonra iyi bir üçlü oluþturmuþtuk. Baþ oyunlarýmýz misket ve langýrt (masa topu) idi. Misket oyununda usta olan bendim. Yüzlerce, rengarenk misketim vardý, her gün önüme döküp, her birini adeta okþarcasýna sevdiðim... Masatopunda en ustamýz Necati’ydi; oðlan o sakat eliyle harikalar, yaratýyordu. Langýrt salonun da Necati’yi yenebilen hiç kimse, çýkmamýþtý.
Bir de Eskiþehirspor’un maçlarýný hiç kaçýrmazdýk. Eskiþehirspor’un fýrtýna gibi estiði yýllardý. Paramýz olmadýðý için maçlara bir yolunu mutlaka bularak kaçak giriyorduk. Düz duvara týrmanma becerisine sahip cambazlar gibiydik. Kabalarýmýza izlerini býrakan coplar, ellerimize batan dikenli teller fayda etmiyordu; sakatlanan kaçaklar da oluyordu sýk sýk…
Benim ayrýca Safinaz ablam vardý ve haftanýn bir iki gününde mutlaka onun yanýna uðruyordum.
Annemin yokluðu ve babamýn iþi nedeniyle epeyce baþýboþ kalmýþtým. Günün hemen her saati, langýrt salonunda geçmekteydi. Langýrt oynamaya para dayanmýyordu, babalarýmýzýn verdiði okul harçlýklarýndan baþka, baþka para kazanma yollarý arýyorduk. Mesut her ne kadar gayri meþru yollara yanaþmýyordu ise de Necati onun tam tersiydi. Langýrt için annesinin en çok yumurtlayan tavuðunu bile aþýrýp satmýþtý, hatta bir bakýr güðümünü de... Bende ondan aþaðý kalmýyordum. Annemin yýllardýr kullandýðý pirinçten bir havaneli ile tokmaðý vardý, ben hurdacýya satana kadar; sonra, evimize girip çýkanlardan birinin yürüttüðüne karar verilince ben suçlanmaktan kurtulmuþtum.
Bakkala veresiye yazdýrýp alýþ veriþ ederdik, ay baþý geldi mi de götürür borcumuzu öderdik. Yaptýðýmýz alýþveriþin kaydedildiði küçük bir bloknotumuz olurdu. Aybaþý geldi mi, annem, al þunu bir hesapla derdi. Otururdum, sayfa sayfa toplardým tutarlarý, ama illa ki, bir on, onbeþ lira fazla çýkartýrdým rakamlarý. Annem topladýðým rakam kadar parayý yolladýðýnda fazla olan bakiyeyi cebime indirir, kalan bakiyeyi de bakkal Ahmet’e teslim ederdim. Benim de aybaþýndan aybaþýna aldýðým bir maaþ gibiydi bu para. Doya doya langýrt oynardýk birkaç gün.
Mahallemizin ekmek fýrýnýnýn bir uygulamasý vardý, yüzlük fiþ koçanlarý veriyordu müþterilerine, fiþ parasýný da veresiye yazýyordu. Mahallelinin baþka baþka yerlerden ekmek almalarýný engelleyip hepsini kendisinden ekmek almaya alýþtýrmak için akýllýca bir uygulamaydý. Maaþla çalýþan babamda bu aylýk fiþlerden alýyor, evimizin ekmek ihtiyacýný bu fiþlerle karþýlýyorduk. Necati’nin babasý ise evin ekmek ihtiyacý için nakit para kullanýrdý. Ekmek almasý için fýrýna yollanan Necati, önce bana gelir, ben bizim evin ekmek fiþlerinden týrtýklayýp Necati’lerin evine fiþle ekmek alýrdým. Necati’ye verilen nakit para ile de… (bilin bakalým ne yapardým?) Yaptýðým þu idi: Garip babamýn iki yakasýný bir araya getirmemek için üstüme düþen ihanetleri!
Sokakta, kapýmýzýn önünde tek baþýma misketlerimle oynuyordum. O arada bir bohçacý kadýn gelip acele ederek helâya girdi; kadýncaðýz çok sýkýþmýþ olmalýydý.
Helâ kapýsýna doðru yuvarlanan bir misketimi almak için eðildiðimde, gözlerim helâ kapýsýnýn altýndaki aralýktan içeri doðru kaydý. Helâya giren kadýnýn, aslýnda bir erkek olduðunu görerek, misketlerimi bile toparlayamadan, korkuyla evden içeri kaçtým.
Görüleni, görme þeklinin suçluluðunda anneme bir þey söyleyemeyerek, hemen evin mutfaðýna koþturdum. Mutfak penceresinden helâ kapýsýný ve misketlerimi gözetlemeye baþladým.
Benim için misketlerim altýn deðerindeydi. Sokaktan geçen bir çocuðun, onlarý fark edip toplamasýný istemiyordum. Ne çare ki, oradan geçmekte olan daha ilk çocuk, onlarý fark ederek, toplamak istedi. Hemen mutfak penceresini açtým, çocuða, “hiþt! Býrak len onlarý! Onlar benim!” diye seslendim. Çocuk bir anlýk tereddütten sonra geçip gitti.
Bohçacý adam heladan çýktýktan sonra gider gitmez aþaðýya koþturup misketlerimi toplayacaktým. Ne var ki, helâdaki bir türlü çýkmak bilmemekteydi. Bekle babam bekle!
Sokaktan geçen bir diðer çocuk daha misketlerimi toplamaya niyetlendi. Baktým, langýrt salonundan tanýdýðým birisiydi, adýný da biliyordum. Hemen camý açýp seslendim: “Hiþt, Nezih! Siktir ol git len, misketler benim!” Oðlan, sert tavrým karþýsýnda, korkarak oradan uzaklaþtý.
Heladaki, nihayet dýþarý çýktý. Çýkar çýkmaz da çýðýrtkanlýða baþladý.
“Çarþafçý geldi, haným!”
Sesinde erkekliði çaðrýþtýran hiçbir tonlama yoktu; hatta benim diyen kadýnlardan daha kadýnýmsýydý.
Bizim dýþ kapýya yanaþýp tokatladý. “Bohçacý-ý!”
Bohçacý bir an üzerine bastýðý bir misketi hissederek yere bakýnca, yerdeki cicili bicili misketlerimin üzerine eðile eðile toparladý onlarý, bir güzel çantasýna sokuþturdu. Gýkým çýkmadý tabii ki!
Baþýnda beyaz bir yemeni iki yanaðýný kapattýktan sonra uçlarý omuzlardan sarkýtýlmýþ, altýnda kahverengi tonlarda bluz ve þalvar suya hasret gibi kayýþlaþmýþtý adeta; kim örtü, çarþaf alýrdý ki böyle pis bir satýcýdan.
Benim annem alýrdý.
Annem onun seslenmesini iþiterek mutfaða geldi, beni pencere önünden çekiþtirip içeri doðru savurduktan sonra pencereyi açýp baktý. Hemen karþý hamleyle ben de sokuldum, maksadým bohçacýyý evin içine sokmasýna engel olmak, ama bunun için de onun kadýn olmadýðýný bir þekilde anneme söylemek gerek. Annemin soracaðý kesin olan, nereden biliyorsun, sorusunun cevabý oluverse, hemen söyleyeceðim, ama…
Bohçacý onun baktýðýný görerek, “bohçacý geldi, haným! Bakmak ister misin?” diye sordu.
Annemin belli ki, almak istediði bir þey vardý. Sordu: “Ýðne oyan var mý, iðne oyan?”
Bohçacý kadýn, þey, yani, adam, gelmiþ olduðu istikameti göstererek, “az ötede, minibüste, envaye çeþidi var hanýmcým. Alacaksan, þoföre edeyim bi iþaret, getiriversin,” deyince;
Annem, “Parasýnda anlaþýrsak, beðenirsem alýrým tabii, ayol! Almayacak olsam, var mý diye niye sorayým ki?” diye çýkýþtý.
“Ýyi madem,” diyerek, bohçacý, yakýnlarda olduðu anlaþýlan minibüsünün þoförüne yolun ortalarýna kadar hareketlenerek iþaret vermeye baþladý.
Eyvah ki, ne eyvah! Herif girecek eve… Çaresizce, hayal gücümü konuþturdum.
“Anneciðim, sakýn sokma onu eve!”
“Nedenmiþ o?”
“Þey, valla, gastede okudum dün. Sapýk erkekler varmýþ bi çok, bohçacý karý kýlýðýna girerek, girdikleri evlerde, evdekileri baðlayýp, kadýnlarýn kollarýndan bileziklerini alýyorlarmýþ.”
“Git len baþýmdan, palavracý!”
“Vallaha palavra deðil. Ýnanmazsan gasteyi bulup getireyim de, göstereyim sana da…”
“Tamam, git, getir, göster!”
Duvara tosladýk. Öyle bir gazete nereden bulurum ben þimdi? Biraz daha abartarak ikna edebilir miydim ki annemi? “Ya, bi de benim sözümü dinlesen, ölür müsün? Hem, gastede yazan biþi da vardý. Bohçacý adamlar, girdikleri evde karýlarýn ýrzýna da geçiyolarmýþ…”
Annemin pek hoþuna gitti bu, tiz bir kahkaha savurdu. Tabii ki, olacak olan deðil, benim abartmam; yanlýþ anlaþýlmasýn sakýn! Sonra toparladý kendini, beni bir kez daha itekleyerek içeri doðru savurdu. “Hadi bakim, hadi; çýk, git, ayak altýnda dolanma sen!”
“Ýyi be! Ne halin varsa gör! Kolundaki bileziði aldýklarý vakit görürsün,” diye söylenerek alt kata indim. Alt katta, arsanýn önemli bir kýsmýný dýþarýdaki dükkanlar iþgal ettiðinden, geri kalan kullaným alanýndaki evin hemen önünde üst kat merdivenlerinin olduðu bir hol vardý. Hemen merdiven altýna dalýp, oradaki eski bir dolabýn ardýna gizlendim.
Az sonra, bohçacýnýn, anneme laf yetiþtirerek evin üst katýna çýktýðýný duydum; görmek için gizlendiðim yerden baþýmý çýkartmaya cesaret edemiyordum. Yok, çýkanlarýn iki kiþi olduðu belli oluyordu tahta merdivenlerin týpýrtýsýndan; bohçacý, minibüsünün þoförünü de sokuyordu eve anlaþýlan. Bir ihtimal, minibüsten indirttiði bohçalarý taþýtýyordu adama. Üst kattaki oturma odasýna doluþtular. Gizlendiðim yerden ayaklanýp yukardan gelen seslere kulak verdim.
“Kýzýma çeyiz diye alacaðým, ama söylediðiniz fiyata almam vallahi!” Bu annemin sesiydi.
“Dört yüz ver madem!” Bu da, bohçacý kadýnýn (pardon, adamýn) sesiydi.
“Yüze býrakýn da alayým!”
Sinirli bir erkek sesi, öfkeyle, “sen dalga mý geçiyorsun bizimle kadýn!” diye baðýrdý. O da minibüs þoförünün sesi olsa gerek.
Bir tokat sesi.
“Þýrrak!”
Bu da annemin yediði tokatýn sesi; çünkü, “neden vuruyorsun hayvan herif! Ne yapýyorsunuz siz, býrakýn beni, býrakýn!” diyerek haykýran da annemdi.
Annem mi?
Eyvah, adamlar annemi dövüyorlar. Ben, ben ne yapabilirim ki! Az sonra beni de bulur, öldürürdü bunlar. Eyvah ki, eyvah! Merdiven altýndan sýyrýldým, sessizce sokaða çýktým. Minibüste ki direksiyonun baþýnda kalýn býyýklý bir adam oturmaktaydý. Demek ki, eve giren minibüsün þoförü deðilmiþ… Adama görünmeden köþeden dönmeyi baþardým. Dükkanlardan bir tek terzi açýk, onun da sahibi dilsiz Sami amca. Çaresiz ona koþturdum, iþaretlerle annemin baþýna gelenleri anlatmaya çalýþýyordum, ama o annemin bir þey istediðini filan sanýyor olmalý ki, yok, yok, diyerek el kol hareketleri yapýyordu.
Aklýma karakola gitmek düþtü birden. Hemen üç, dört yüz metre mesafede ki karakola bir solukta ulaþtým. Karþýma çýkan ilk resmi kýlýklý memura,
“Amca, çabuk, bohçacý adamlar annemi dövüyor, çabuk!” diye, baðýra baðýra olanlarý anlatmak için uðraþtým ya, dinleyen kim.
“Ne bohçacý adamýymýþ o evladým? Bohçacý dediðin karý olur!”
“Yahu polis amca, vallahi adam!”
“Otur, otur þöyle bakim de, doðru dürüst anlat þunu!”
Çaresiz oturdum. Korku içinde, “annem bohçacýdan biþi alacaktý, eve çaðýrdý, geldiler, sonra baðýrdýlar, sonra dövmeye baþladýlar,” diye diye noktasýz virgülsüz bir sürü þey anlattýktan sonra ikna ettim. Bu defa da evin adresini sorup, bir kaðýda yazma merasimi gelip geçti.
Onbeþ Dakika… Buraya geliþimden itibaren geçen vakit. Annemi dayaktan öldürmedilerse bile, sýradan geçirmiþlerdi her halde.
“Haydisene polis amca kurtarýn annemi!”
Bu çýðlýðým vazifesini hatýrlatmýþ oldu polis memuruna ya, yetkili birisi deðilmiþ ki! “Gel benimle!” diyerek, peþi sýra sürükleyerek baþ komiserin odasýna götürdü beni. Asker iþi bir tekmil verdi. Elindeki adres yazýlý kaðýdý uzatýp, “Bu çocuk, þu adresteki evlerinde iki bohçacýnýn annesine gasp ettiklerini bildirmiþtir, amirim!”
Baþ komiser bilinçli adam çýktý. Telaþla ayaklanýp, polis memurunun elindeki adres yazýlý kaðýdý kapýp, minibüsü getirmelerini emretti. Bana da, “sen burada oturup bizim dönmemizi bekle evladým,” diye tembihte bulundu. O hýzla polis minibüsüne doluþup harekete geçtiler.
Karakolda kalan bir iki polis memuru tepeme yýðýlmýþlar, baþ komiser dönene kadar olanlarý anlattýrýyorlardý. Nihayet minibüs içinden tutukladýklarý üç bohçacý ile birlikte inerek geldiler.
“Annem? Annem ne oldu komiser amca?” diyerek önlerine fýrladým.
Baþ komiser, “Annen iyi,” dedi. “Merak etme, bir þeyi yok. Hastaneye yolladým, birazdan gelecekler.”
Doðruca baþ komiser odasýna doluþtular.
Ben de daldým içeriye. Baþ komiser, “Sen çýk dýþarý oðlum! Dýþarýda bekle!” diye azarladý beni.
Baþ komisere, “Bu bohçacý adam benim misketlerimi aldýydý, çantasýndan alýp verebilir misiniz?” diye sordum.
Baþ komiser, bohçacý adama okkalý bir küfür savurduktan sonra, “ver ulan çocuðun misketlerini! Çabuk!” diye baðýrdý.
Adam çantasýndaki misketlerimi eksiksiz, avucuma doldurmaya baþladý.
*
Sahte bohçacý çetesiyle yaþanan olaydan sonra annem evde duramaz oldu, korkuyordu.
Seyitgazi’ye, Ersin için gidip birkaç gün kalýp dönerken, artýk gitti mi gelmeyi bilmez oldu. Bir hafta, iki hafta… Zavallý babacýðýmla periþan olmuþtuk.
Evde yalnýz olduðum bir gün avluya kara çarþaflý, peçeli iki kadýn girip doðruca bizim kapýya gelerek yumruklamaya baþladýlar.
“Hu!... Komþu!”
Sahte bohçacý korkusu sardý her yanýmý, bacaklarým titremeye baþladý. Hiç ses çýkarmadan çalýp çalýp gitmelerini bekledim.
Onlar da zaten týklattýklarý kapýyý açan olmayýnca geldikleri gibi gittiler.
Babam geldiðinde, “ açmadýðýn iyi olmuþ,” dedi.
*
Arada sýrada, genelde canýmý sýkan bir sorunum olduðunda Safinaz ablanýn çalýyordum kapýsýný, girip, dertleþiyordum onunla. Bana verdiði nasihatleri harfiyen tutuyordum. Onun söylediði her þeyin üzerimde garip bir etkisi oluyordu. Bana, “Asýl olan öbür dünyada deðil, bu dünyada yaþamaya ne kadar layýk olduðundur. Bu dünyada yaþamaya layýk olduðun vakit, öte tarafa cennetin kapýsýndan girersin,” diyerek anlattýklarýný hala kulaðýmda küpe olarak taþýrým. “Her gece yattýðýnda, önce kendi nefsini bir sorgula, sen kendi vicdanýný huzurlu hissettiðin zaman, huzurlu olursun. Bunun için, o gün ne kadar çalýþtýðýný tart. Ogün neler yaþadýysan, hepsini teker teker gözlerinin önüne getir. Kime iyilik yaptýn, kime kötü davrandýn, hatýrla. Bu þekilde, tespit ettiðin kötü davranýþlarý hayatýndan kov gitsin ve ertesi gün daha iyi bir insan olmaya karar ver.”
Þimdi de onunla dertleþmek istiyordum, ne var ki, bu saatlerde evde olmadýðýndan, bu mümkün deðildi. Þimdi Adalar’da olsa gerekti. Ben oraya gitsem… “Neden olmasýn?”
Onun yanýna gitmeyi kararlaþtýrdýktan sonra, þöyle böyle altý, yedi kilometre tutan yolu yürümeye baþladým. Ne zaman çarþýya gitsem yürüyordum bu mesafeyi, alýþýðým yani…
Adalar denilen yer Porsuk Çayýnýn kýyýsý boyunca uzanan bir yolun/sokaðýn adý; yoksa öyle ada, yarýmada ile filan alakasý yok. Eskiþehir halký o yol boyunca yürüyerek gezinmeyi, su kenarýndaki banklarda oturarak dinlenmeyi, yol kenarýndaki lunaparkta, lokantalarda, pastanelerde, çay bahçelerinde, yazlýk sinemalarda, müzikli barlarda eðlenmeyi seviyorlardý. Her zaman kalabalýk olan yolda özellikle yaz akþamlarýnda iðne atsan yere düþmezdi.
Demiryolu geçidinden geçerek Kanatlý Un Fabrikasý yanýna geldim. Orada, tam köþe baþýnda bir polis kulübesi vardý. Onun yanýndan döndüm mü, Porsuk çayýnýn üstündeki yaya köprüsünü geçerek Adalara ulaþacaktým.
Polis kulübesi boþtu; zaten, buradan ne zaman geçmiþ olsam boþ görüyordum.
Polis kulübesinin yanýna ulaþtýðýmda, içinde gene kimsenin olmadýðýný gördüm. Fakat, kulübenin altýndaki boþluktan ayaklarýma doðru bir su akýp, küçük bir gölet oluþturmaya baþladý. Ýlgimi çekti bu durum. Ýçerde bir musluk mu vardý acaba? Musluk açýk mý unutulmuþtu, ya da bozuktu da akýntý mý yapýyordu acaba? Bu ‘acaba’lý sorularýn meraký yoðunlaþtýran bir cazibesi oluyordu.
Merakýmý yenemeyerek, kafamý kulübenin penceresine uzatýp içeriye baktým.
Ýçerde babamýn yaþlarýnda, kravatlý bir adam çömelmiþ, oturmaktaydý. Biraz dikkatle bakýnca, adamýn pantolonunu dizlerinin üzerine sýyýrmýþ, abdestini yaptýðýný fark ettim.
O da beni fark ederek, “siktir ol git ulan!” diye baðýrdý.
Korkarak kaçýp, uzaklaþtým.
Safinaz ablanýn yanýna ulaþýp da bu olayý anlattýðýmda, “Adam, dayanamayacaðý kadar sýkýþýnca, çareyi öyle yapmakta bulmuþtur,” dedi bana. “Çevreden geçenler görmesin diye de iþini çömelerek görmüþtür.” Kendisinin de benzeri bir sýkýntýyý yaþadýðýný anlatmaya baþladý:
─ Ýstanbul Ýstiklal caddesi üzerindeki bir köftecide karnýmý doyurmuþtum. Köfteler hararet yapmýþ, dilim damaðým kurumaya baþladý. Cadde üstündeki sokak kafelerinden birine oturup, küçük pet þiþeyle bir su ýsmarladým. Sonra suyu bir dikiþte içip bitirdim. Suyun da katkýsýyla küçük su dökeceðim geldi. Hemen kalktým, garsona, küçük su ihtiyacýmý giderebileceðim bir yer sordum. Garson da, taksim meydanýnýn orada ki umumi helayý tarif etti. “Fransýz konsolosluðunun orada var ya…” diyerek. Tarif edilen yerdeki umumi helanýn yolunu tuttum. Sokaða girip helânýn önüne geldiðimde gördüðüm manzara nedeniyle küçük bir þok geçirdim. Üstünde kocaman “W.C.” yazýsý görünen helâlarýn kapýsýnda çaprazlama iki tahta çakýlmýþtý. Kasýklarýmdaki sýkýþýklýk kendini iyice belli etmeye baþladý. Biraz daha acele hareketlerle Ýstiklal caddesine yöneldim. Kendi kendime konuþarak, “Þu aþþa tarafta, Galatasaray’ýn orada bir umum helâ vardý. Oraya yetiþtireyim…” diyerek adýmlarýmý açtým. Ýstiklal caddesinden aþaðý gelerek Galatasaray meydanýnda tuvaletlerin var olduðunu sandýðým yere geldim. Ne var ki, tuvaletleri var sandýðým yerde genel helâlar istimlâk edilip yýkýlarak yok edilmiþti. Ýyice kýzarýp bozarmaya baþlamýþtým. “Hay Allah!...”
Ellerimle kasýklarýmý tutarak oradan uzaklaþtým, ama nereye gideceðimi, ne yapacaðýný bilemez haldeydim. Yolda, karþýdan gelmekte olan orta yaþlý bir adamýn önüne çýktým.
“Affedersiniz, buralarda bildiðiniz yerde… helâ var mý?” diye sordum.
“Var… Karaköy’de, tünel giriþinde var. Hatta Galata köprüsünün altýnda da var,” “Aman abi, ne yapýyorsun! Oraya kadar yetiþtiremem ki… Buralarda diyorum, var mý diye…”
Adam, “Ben buralarý bilmem kardeþim. Bizim muhitimiz oralar,” diye cevap verdikten sonra yürüdü gitti.
Adama bozularak oradan uzaklaþtým. Ýki büklüm kývranmaya baþlamýþtým. Bir iþhaný içine daldým.
Ýþ hanýndan girerek saða sola koþturup bakýndým, helâyý andýran bir görüntü göremeyerek asansöre koþturup bindim, asansörü üst katta durdurdum, indim. Hemen bir helâ aramaya koyuldum. Karþýma çýkan bir helâya koþturdum, ama bulduðum helânýn kapýsý kilitliydi. Zorladýmsa da açamadým. Oradan geçen çay ocaðý askýcýsýna seslendim.
“Kardeþ!”
Genç çocuk geldi.
“Yahu bu helânýn kapýsý neden kilitli? Biliyor musun, sen?” diye sordum.
Çaycý Çocuk, “Biliyorum,” dedi.
“Biliyorsan söylesene yahu!”
Çaycý Çocuk, yarýþma tripleriyle, dalga geçmekteydi, “Söylüyorum: Burada her yazýhanede helânýn anahtarý var. Helâlýk iþi gelenler, gelip açýyor, giriyor, iþini görüyor, çýkýyor, kapýyý kilitliyor, yazýhanesine dönüyor, helânýn anahtarýný yazýhanedeki masasýnýn çekmecesine koyuyor…”
Kasýklarýmdaki sancýdan iki büklüm ne yapacaðýmý bilemez halde, “Yahu, bir anahtar getir de çiþimi yapývereyim…” diye dil dökmeye baþladým.
Çaycý Çocuk, “Olmaz,” dedi. “Dýþardan gelenlere yasak…”
Beddualar ederek merdivenleri koþarak indikten sonra iþ hanýndan çýkýp gittim.
Dayanma gücüm kalmamýþtý. Çiþimi salývermek üzereydim. Tam da önünden geçtiðim bir karanlýk apartmanýn kapýsýnýn açýk olduðunu görüp, girdim. Az sonra apartmanýn dýþ kapýsýnýn altýndan dýþarýya doðru bir suþeridi uzanýp akmaya baþladý. Suþeridi kývrýla kývrýla kaldýrýma uzandý, oradan da caddeye indi… Ben de yüzümde büyük bir huzur ve rahatlama ile apartmandan çýkýp etrafa þöyle bir bakýnýp yaptýðýmýn anlaþýlmadýðýný görerek uzaklaþýp gittim. ─
O anlattýkça gülme krizleri içinde gülmekteydim. Adalardaki geziciler garipseyerek bize bakýyordu.
Safinaz abla, bize merakla bakanlara sesleniyordu:
“Þam iþi, þamdan iþi, ister erkek, ister diþi, herkesin gelir çiþi...Var mý þambaba tatlýsý yiyen!"
*
Nihayet ortaokulun birinci sýnýfýna baþlayacaktým. Önlük devri kapanýyordu; artýk lacivert ceketimin altýnda kravat, gömlek ve baþýmýn üstünde þapkamla gidip gelecektim okula. Týpký subaylarýnki gibi siperlikli, sarý þeritli bir þapka alýnmýþtý, onu kafamda taþýmak müthiþ bir duyguydu. Kýyafetlerimi giyindiðim o ilk gün, annemin küçük kýrýk aynasý elimde, saatlerdir vücudumun her tarafýna tuta tuta baktýðým yerdeki görüntümü gözden geçiriyordum.
Aynayý arada bir suratýma yönlendirdiðim zaman da, onun mutlulukla sýrýttýðýný görüyordum.
Ayaðýmda gýcýrtýlý Sümerbank iskarpinleri, sýrtýmda lacivert takým, kafamda sarý þertli þapka… Paþa gibi hissediyordum kendimi. Adýmlarým, “rap, rap” asker adýmlarý gibi gidiyordu.
Safinaz abla, “doktor ol sen,” dediðinde, “ben ressam olacaðým,” demiþtim. O, “insan hem doktor olup, hem resim yapabilir,” diyerek beni ikna edince içimden pek gelmemesine raðmen onun hatýrý için doktor olmayý kabul etmiþtim. Ama þimdi, subay olmayý çok istiyordum. “Safinaz ablaya sorarým, tamam madem ki, subay ol, derse doktorluðu býrakýp subay olmaya karar veririm.” Yýldýzlý, madalyonlu bir subay olurdum, ne güzel… Bir sürü madalyam olurdu. Antikacý dükkânýnda Ýstiklal Madalyalarý, Kore Madalyalarý satýldýðýný görmüþtüm bir sürü, gider alýrdým onlardan, göðsümü týka basa madalyayla donatýrdým.
Okulun avlusunda toplanan öðrencileri deðil, kafalarýndaki þapkalarý görebiliyordum bir tek, avlu sanki bir þapka tarlasý. Kimisi kulaklarýn üstüne kadar geçirilmiþ, kimisi öylesine eðreti, uçtu uçacak. Arada birbirinin þapkalarýný kapýp sýpýtan haylaz oðlanlar da vardý; birisi de gelip benimkini kapýp sýpýtýr diye korkuya kapýlarak sýk sýk elimi baþýma götürüyordum.
Ýlk ders Türkçe. Öðretmen, aile büyüklerinizden birinin biyografik öyküsünü yazýn, demiþti. Dakika bir, gol bir. Daha ilk derste istenecek þey miydi bu Allah aþkýna? Yazmaya baþlamýþtým:
"Annemin bir abisi, bir kýz kardeþi ve bir de annesi varmýþ. Birbirleriyle hiçbir iliþkileri yokmuþ.
Onlarýnki tam bir aile dramýymýþ. Dedem, yani anneannemin kocasý bir Kurtuluþ Savaþý gazisiymiþ. Eskiþehir’e yirmi kilometre kadar mesafede bulunan Eðriöz köyünde yaþarken, adam vefat etmiþ.
Anneannemi kandýrmýþlar, özürlü iki evladý olan kabzýmalýn biriyle evlendirmiþler.
Kabzýmal, evlatlarýna sahip çýkarým diyerek nikahýna aldýðý anneanneme kendi özürlü evlatlarýna baktýrmýþ, ama anneannemin kendi evlatlarýný da ne yapýp edip darmaduman etmiþ. Önce, henüz iki yaþlarýndaki teyzemi, hiç evlatlarý olmayan bir kabzýmal arkadaþýna evlatlýk verdirmiþ. Sonra, yýldýzlarý hiç barýþmayan on beþ yaþlarýndaki abinin evi kendiliðinden terk etmesinin zeminini hazýrlamýþ. Daha sonra yedi yaþýndaki annemi, zengince bir ailenin evine “besleme” olarak vermiþ.
Annem, verildiði evdeki zulümlere on iki yaþýna kadar katlanabilmiþ; sonra o evden kaçarak annesine sýðýnmak istemiþ. Bu defa da üvey babanýn zulümlerine direnmek zorunda kalmýþ. Bir hamamda çalýþarak kendi hayatýný kuran abisine sýðýnmak istemiþ, yüz bulamamýþ, sokaklarda kalmýþ. Emniyet mensuplarýnýn müdahalesi ile tekrar annesinin yanýna dönmek zorunda kalmýþ. Babaannem, annemin bu hikayesini duyduktan sonra henüz on üç yaþýndaki annemi, yeni öðretmen çýkan oðluna almýþ.
Uzun lafýn kýsasý, üç kardeþ, anneanne ile ve birbirleriyle hiç, ama hiç görüþmeden büyümüþler.
Büyüyüp kendi yuvalarýný kurarak çoluk çocuða karýþtýktan sonra, kýrk yýlda bir görüþtüklerini ben biliyordum. Ama dediðim gibi kýrk yýlda bir…"
Yazýmý burada bitirip öðretmene teslim ettim. Sanýyordum ki, not verecek yazdýklarýmýza, ama hiç bir zaman verilmedi öyle bir not. O halde niçin istendi o yazýlar ki... Aman, boþver...
Anneannemin öyküsü ilginç köþe baþlarý olan bir hayattý...
Anneannemin kabzýmal kocasý, belki de üç üvey evladýna ettiklerinin vebalini ödeyerek acýlar içinde ölüp gitmiþti. Adamýn þeytanlýktan baþka hiçbir þeye çalýþmayan zihniyetine bakýn: Öleceðini anlayýnca iþlerini ve oturduklarý evi, anneanneme kalmasýn diyerek kendi kýz kardeþinin üstüne yapmýþtý. Mahkeme kapýlarýnda yýllarca sürünerek bu iþlemi iptal ettirmek için uðraþan annem olmuþtu. Ýnanýlmasý zor, ama gerçek, biz torunlarýn da þimdilerde avukatýn birisinde birer vekaletnamesi var ve sanýrým mahkemeler sürmekte…
O bunu yaptýktan sonra anneannem de iki özürlü çocuða bakmaz elbette… Toplamýþ pýlý pýrtýsýný, köyüne, Eðriöz’e dönüp, orada yerleþmiþti.
Bir hafta kadar sonra Türkçe öðretmenim beni yanýna çaðýrdý. "Kuvvetli bir kalemin var. Yazým kurallarýna uyum fevkalade... Miþ’li geçmiþ zaman kullanarak deðil de, di’li geçmiþ zaman kullanarak yazsaydýn, daha iyi olurdu. Aferin oðlum, " dedi. "Sen iyi bir yazar olabilirsin..."
Ýnsaný sýrf bu kadarcýk bir teþvik, nasýl da yönlendiriyordu. O andan sonra ben, hiç, ama hiç yazým kurallarýyla uyumsuz, kötü bir yazý yazamadým. Hep bu Türkçe öðretmenimin yüzünden... Oysa ne çok isterdim çala kalem yazmayý...
Bahçelievler mahallesindeki eve taþýndýktan bir yýl kadar sonra, evimize yaþlý bir kadýn getirdiler. Ýlla da, beni kýzýmýn evine götürün, diye tutturmuþ da onun için getirmek zorunda kalmýþlar.
Annem her ne kadar iyi karþýlamýþ olsa da, buz gibi soðuktu kadýna karþý. Benim odama bir döþek yayýp yatýrdýlar hemen. Sürekli öksürüðü vardý. Öksürdükçe göðüs kafesinden fokurtular duyuluyordu. Öyle bir hastalýk (sulu zatürcemp) sekiz on yaþýnda çocuk gibi küçücük býrakmýþtý bedenini, her yanýndaki adaleler eriyip yok olmuþtu.
Bana, “Bu senin anneannen,” dediler. “Öp elini!”
Ýçimden gelmiyordu öpmek, gene de ayýp olmasýn diye uzanýp tuttuðum kuru, damarlý eli öpüp alnýma deðdirdim. O ise beni tutup kavrayarak çekip baðrýna bastý. “Torunum…” diyerek koklaya koklaya öpmeye baþladý.
Koca aþýklýsý kadýn kocasýnýn iki özürlü çocuðuna sahip çýktýðý kadar kendi öz evlatlarýna sahip çýkmamýþtý ya, onun için zerre kadar sevgi yoktu yüreðimde ona karþý.
Elinden kurtulup kendimi çekmeye çabaladýkça o daha çok zapt ediyordu beni.
Kadýncaðýzla ilk ve son temasýmýz o oldu. Ayný gece öldü…
Hamamda çalýþan dayým, üvey babanýn mirasýyla zengin olan kibirli teyzem ve annem, annelerinin cenazesi baþýnda buz gibi soðuk suratlarýyla cenazenin bir an öce kaldýrýlmasý için bekliyorlardý.
Cenaze, öðle namazýndan hemen sonra, yangýndan mal kaçýrýr gibi defnedildi.
Bir daha, hiç kimse, ama hiç kimse o mezarlýðýn baþýna dikilip bir Fatiha okumadý.
Yýllar sonra, Eskiþehir Büyükþehir Belediyesi, o mezarlýðý yeþil alana çevirerek park yaptý.
Mezarlýktaki ölülerine sahip çýkanlar, mezarlýklarý yeni mezarlýða naklettirdi; sahipsiz mezarlýklar çimlerle örtüldü.
Çimler altýnda unutulan anneannenin hakký olduðu ileri sürülerek peþine düþülen miras davasýnýn ise unutulacaðý yoktu. Ölüm hak, miras helaldi...
*
Evden içeri girdiðimde annemi akþama bir akrabamýzý ziyarete gitmek üzere hazýrlanýrken buldum.
Bir amcam varmýþ, adý: Nail… Nail Amca, babamýn küçük kardeþiymiþ, bilmiyordum. Zengin bir adammýþ, fabrikasý, dükkanlarý filan varmýþ.
On iki yaþýma kadar bir amcanýn varlýðýndan haberdar olmamamýn nedenini sorgulamaya baþladým.
“Nail Amcam ile niçin gidip gelmiyorduk anne?”
“Kendini beðenmiþin teki de ondan.”
“Olsun, varsýn, kendisini beðenmesi bir suç deðil ki! Ýnsan kedini beðenmezse çatlarmýþ…”
“Onunki öyle deðil. Bize mesafeli davranýp, gidip gelmek istemiyordu.”
“Þimdi niye gidiyorsunuz madem?”
“Babanla aralarýnda bir miras meselesi varmýþ, baban onu konuþacak…”
Annem miras meselesinin ne olduðunu söylemedi. “Ben de pek bilmiyorum, en iyisi karýþmayalým biz,” diyerek susturdu beni. “Ýstersen bizimle sen de gel, amcaný bir tanýmýþ olursun.”
Bu öneriyle heyecanlandým. “Tamam, gelirim!”
Miras meselesinin babaannemden kalan bir evle ilgili olduðunu daha sonra öðrendim. Babam öðretmen olup, tayin olarak gittiðinde bu amcam evi satýp sermaye yapmasý için babamdan izin istemiþ. “Senin payýný da, iþimi kurup, para kazanmaya baþladýktan sonra öderim,” demiþ.
Sýrtýný devlet babasýna dayayýp maaþýyla geçinip istikbal kaygýsý çekmeyen babam da, olur, demiþ tabii ki! Ne diyecekti? Neticede biricik kardeþinin istikbaliydi söz konusu olan…
Ýþte bu akþamki ziyaretin sebebi, þimdiye kadar beþ kuruþ ödememiþ olan Nail Amcaya, “borcunu öde!” demek içindi.
Gittiðimiz ev, Eskiþehir’in en seçin semtindeydi, geniþ ve lüks bir apartman dairesiydi.
Kapýyý çalýp da karþýlarýna dikildiðimizde, bizi öylesine iyi karþýlmýþlardý ki, gudubetliðin onlarda deðil, bizimkilerde olduðuna karar verdim. Öyle ya, böylesine güleç yüzlü, sýcak kanlý insanlar nasýl kendini beðenmiþ olabilirdi ki?
Babam, upuzun bir hoþ sohbetten sonra, sanýrým saadete gelmek maksadýyla, “e-e? Ýþler nasýl kardeþim?” diye sordu.
Lafý parasal alýþveriþe getireceðini ben bile anlamýþtým ki, küçük bir soba atölyesinden fabrikatörlüðe terfi etmiþ cin bir sanayici nasýl anlamasýn? Nail Amcanýn güleç yüzünde, birden bire derin çizgiler ortaya çýkmýþ ve gözlerini hüzün doldurmuþtu. “Ah, abiciðim ah!” diye baþladý söze. “Ne sen sor, ne ben söyleyeyim.”
Babamla annemin, amcamdaki hüzün rüzgarýndan hemen etkilendiklerini fark ettim. Babam, “yapma ya… çýh, çýh, çýh…” çekerek Nail Amcaný haline acýdýðýný belli ediyordu.
Nail Amca, “battým ben abi, battým!” diye inlemeye devam ediyordu.
Annem gözlerini, “bu ne biçim batmaksa,” diye düþünerek pahalý kristal avizelerde, ceviz oymalý vitrindeki altýn yaldýzlý porselen yemek takýmlarýnda dolaþtýrmaya baþlamýþtý.
Nail Amca ajitasyonu sürdürüyordu. “Ya yarýn, ya öbür gün vuracaðým kapýsýna kilidi fabrikanýn… Aslýnda çoktan vuracaktým ya, üç yüz iþçiyi sokaða dökmeyeyim dedim, sabrettim. Tabii sabretmek iþleri yürütmüyor. Girdim banka kredilerine, gýrtlaða kadar. Fabrika, ev, dükkan, ne varsa her þey ipotekte… Ýþçiler de zam istemekte, yoksa greve çýkacaðýz diye tehdit etmekte… Battým ben, battým!”
Babam, onun durumuna acýdýðýný, “tuh, tuh, tuh!” çekerek belli edince;
Nail Amca, finallik lakýrdýsýný edivermiþti.
“Siz gurbette tasarruf edebildiniz mi abiciðim? Para durumun nasýl? Kardeþine bir iki milyar yardým edebilir misin?”
Zavallý babacýðým alacaklarýný istemekten çoktan vazgeçmiþ, biricik kardeþinin þu sýkýntýlý durumuna bir destek verememenin ezikliði içinde kývranýyordu. “Keþke olsa da versem, ama yok ki… Önümüz bayram, Allah seni inandýrsýn þu evladýma bir palto bile alamýyorum. Koca kýþý üstündeki ceketle geçiriyor.”
Bu defa Nail Amca da babama üzüldüðünü “tuh, tuh, tuh!” çekerek belli etmiþti. “ Desen ya halimiz harap…” Sonra birden neþeleniverdi yeniden. “Neyse yahu, býrakalým kederleri, neþelenelim azýcýk… E,e? Senin emeklilik ne zaman bakalým?”
“Nasip olursa iki yýla býrakmam…”
“Çok iyi… Emeklilik ikramiyeni ne yapacaksýn. Var mý bir planýn?”
*
Sabah uyandýðýmda Nail Amcamýn eþi Ayþe yengeyi annemle oturmuþlar sohbet ederken buldum. Kalktýðýmý görünce, “Hah,” dedi; “kalktýn mý?”
Amcamýn talimatýyla bana bayramlýk kýyafetler almak için gelmiþ. Gurur yapýp istemediðimi söyledim, ama beni bir kenara çeken annemin, amcana karþý ayýp olur türündeki müdahaleleri üzerine çaresizlikle kadýnýn peþine takýldým.
Beni Bayat pazarýndaki bir maðazaya götürdü. Bu maðazada ünlü bir tekstil fabrikasýnýn (Sarar) özürlü mamulleri oldukça ucuz fiyatlarla satýlýyordu. Maðazaya girdiðimizde, “hoþ geldiniz Ayþe hanýmefendi,” diye karþýlanan yenge hanýmýn burasýyla daha önce de alýþveriþ yapmýþ olduðu anlaþýlýyordu. O an, kendilerinin de buradan giyinen cimriler olduklarýný düþündüm ise de, -Allah günahýmý affetsin- çok sonralarý, birileri tarafýndan, amcamýn ve hanýmýnýn pek çok fakir fukarayý giyindirerek hayýr iþlemekten hoþlanan iyi insanlar olduklarý söylenince, maðaza çalýþanlarý tarafýndan gösterilen itibarýn gerçek nedenini de öðrenmiþ olmuþtum.
Kadýncaðýz o gün bana aldýðý diðer kýyafetlerin yaný sýra, çok moda olan bir palto da almýþtý. Maðazadan ayrýlýrken palto sýrtýmdaydý. Diðer kýyafetlerin içinde olduðu çantayý elimde taþýyarak evin yolunu tuttum.
Mart kapýdan baktýrýr, kazma kürek yaktýrýr, derler ya, doðru; öyle bir hava vardý dýþarýda. Yaðmakta olan karýn altýnda, yeni paltomun ne güzel, sýcacýk tuttuðunu düþünüyordum.
Cadde boyunca on dakika kadar yürümüþtüm ki, karþýmdan gelmekte olan bir adam gördüm. Adamýn yýrtýk pýrtýk kýlýðý içinde, üþüdüðü tir tir titremesinden belli oluyordu; tam yanýma ulaþtýðý an, hiçbir þey düþünmeden, planlamadan tuttum adamýn kolunu, “bir dakika amca,” diyerek sýrtýmdaki paltoyu çýkartýp, “giy þu paltoyu bakalým, sýrtýna göre mi,” diyerek adama uzattým. Adam þaþkýnlýkla aldý paltoyu, sýrtýna geçirdi. Allah biliyor ya, palto, adeta onun için dikilmiþ gibiydi. “Senin olsun amca,” diyerek arkama bile bakmadan hýzla uzaklaþtým oradan. Adamýn arkamdan þaþkýnlýkla bakakaldýðýný hissediyordum.
Eve vardýðýmda, herkes aðýz birliðine varmýþçasýna, “paltonu ne yaptýn?” diye sormaya baþlamýþtý.
“Çaldýrdým.”
“Çaldýrdýn mý? Nerede?”
“Arkadaþlarla otururken, bir kenarda duruyordu. Sonra bir baktým ki…”
En çok babam üzülmüþtü paltomun çalýnýþýna; üzüntüsünün sebebi ise, birkaç gün sonra, bayramda el öpmek için gittiðimizde amcam ile hanýmýnýn paltoma ne olduðunu sorduklarýnda, çaldýrdýðýmdan çok, satmak gibi, daha kötü þeylere yorumlayabilecekleri ihtimalinden dolayýydý.
Zavallý babacýðým, “kalk, gidiyoruz,” diye ayaklanarak beni paltoyu aldýðýmýz Bayat pazarýna götürdü. “Yengenin sana aldýðý paltonun týpkýsýný alacaðýz.”
Bayat pazarý sokaðýna girdikten sonra, on, onbeþ adým ya yürüdük, ya yürümedik ki, ne göreyim! Birkaç saat önce, üþümesine üzüldüðüm için paltoyu hediye ettiðim adam, paltoyu elinde sallaya sallaya, “Bu palto, has palto… Beyim, bulamazsýnýz bunun gibisini… Saf yün vallahi…” diyerek önümüze dikilmez mi… Beni baþlangýçta tanýmayan adam, göz göze geldiðimizde birden tanýyarak, ne diyeceðini de þaþýrarak, “bu… palto… vallahi…” diye mýrýldana mýrýldana öyle bir kaçýþý vardý ki; kaçýþýna bir anda müdahale etmek üzereyken, paltoyu ona hediye ettiðim anlaþýlacaðý aklýma gelerek çark edip arkasýndan baka kaldým. Babama, ayný paltodan aldýrýrken çektiðim vicdan azabýný bir Allah biliyordu, bir de ben…
*
Orta birinci sýnýftan ikinci sýnýfa geçeceðim diye beklerken iki dersten ikmale kalmýþtým. Annemin ders çalýþmam için kurduðu baskýlar yaz tatilimi zehir etmiþti.
Bu baskýnýn sonucu girdiðim bir dersin bütünleme sýnavýnda baþarýlý olmuþtum.
Son sýnavým Tabiat Bilgisi dersindendi. (Bu ders þimdiki tedrisatta yok galiba, ya da Fen Bilgisi olarak geçiyor olabilir)
Sýnava giderken yoluma çýkan Necati, “boþ ver imtihaný, ben de girmiyorum iþte, haydi langýrt oynamaya gidelim,” deyince imtihana gitmek yerine langýrt oynamaya gitmiþtim ve bu yüzden Orta Birinci sýnýfý iki defa okumak zorunda kalmýþtým. Orta Birinci sýnýfý ikinci defa okumaya baþladýðýmda o Necati’nin ortaokul ikiye baþladýðýný görünce, bana kurduðu tuzaðýn içimi ne kadar çok acýttýðýný anlatamam.
Çok aptal bir çocuktum, çok…
*
Okuldan edindiðim bir arkadaþým, yaz tatilinde yirmibeþ lira yevmiyeyle tuðla ocaklarýnda çalýþacaðým deyince, babamýn maaþý kadar bir parayý kazanmanýn cazibesiyle, çalýþacaðý iþe beni de götürmesini istedim.
Bu baþlangýçtan o yaz tatilini ve bir sonraki yaz tatilini tuðla ocaklarýnda çalýþarak geçirdim.
Hiçbir tuðla ocaðýnda uzun bir süre çalýþmýþ deðilim. Çok çalýþkandým; ama çalýþkanlýktan çok kurnazlýðý benimsemiþ insanlarla anlaþmazlýða düþerek kýsa bir süre sonra o iþ yerinden ayrýlmak zorunda kalýyordum. Tuðla ocaklarýnýn sayýsý haddinden fazlaydý ve yeni bir iþ bulmak sorun olmuyordu. En son, Hüseyin isimli birisinin iþ yerinde çalýþýyordum. Adam, hakkýmý yiyerek sudan bir bahaneyle haftalýðýmdan önemli bir miktar paramý kesmiþ ve tepki gösterince beni kovmuþtu. Çok aðrýma gitmiþti bu. O güne kadar aðrýma giden bütün tuðla ocaklarý maceralarýmýn da hýncýný çýkartmak için gece geç saatlerde adamýn iþ yerine giderek o gün dökülmüþ olduðu için henüz çamur halinde olan tuðlalardan, benden kestiði para tutarýndaki tuðlayý çiðnemiþtim.
Çok aptalca bir intikam biçimiydi bu; çünkü adam beni ertesi gün yakalamýþ, iþ yerine götürmüþ, ayaðýmdan ayakkabýmý alarak gece çiðnenmiþ tuðlalar üzerindeki ayak izleriyle ayný olduklarýný görünce de beni eþek sudan gelinceye kadar dövmüþtü. O dayak hiç aðrýma gitmemiþti çünkü asýl aðrýma giden, o tuðlalarý kendi ayakkabýlarýmla çiðneyecek kadar aptal oluþumdu.
Birkaç gün sonra, adamdan attýðý dayaðýn intikamýný almak için deðil; sadece, aptallýðýmý telafi etmek için, üç-dört numara büyük bir çizmeyle gidip, bu defa sahada kurumaya býrakýlmýþ bütün tuðlalarý çiðnemiþtim. Bu, adam için çok büyük bir zarar demekti. Tabii ki, ertesi sabah adam gene peþime düþmüþtü, ama bu defa “nah yakalardý!”
Neticede adam karakola giderek þikayetçi olmuþtu ama ayak izleri benimkileri tutmayýnca ve babam karþý tavýr koyunca (babam aydýn insandý; yasalarý kullanmayý bilirdi ve yasalara güvenirdi) adam þahitsiz ve yalan isnatta bulunmaktan suçlu bulunarak þikayetini geri almak ve babamdan özür dilemek zorunda kalmýþtý. Karakol baþkomiseri adama, benim bir tüyüme bile zarar vermemesini tembih etmiþti.
Hem, dünyanýn en yorucu iþlerinden birinde çalýþýyorsunuz, hem de çalýþtýðýnýzýn karþýlýðýnda alacaðýnýz üç beþ kuruþa sudan bahanelerle el konuluyordu. Bu yüzden tuðla ocaklarýnda çalýþmaktan çabucak soðumuþtum.
*
Eskiþehirspor’un maçlarýnda kaçaðý engelleyemedileri gibi, arada sakatlýklarýnda olmasý nedeniyle il valiliði, spordan sorumlu yetkililer, kulüp yöneticileri filan bir araya gelip, her bir aile büyüðü yanýnda giren bir çocuktan bilet alýnmamasý kararýný almýþtýlar.
Tabii ki, kendimize her maçta bir baba bulma telaþý baþlamýþtý bu defa da. Bilet kuyruðundaki adamlarýn yanýna sokuluyorduk ve en sevimli mimiklerimizle, “amca, benim babam olur musunuz?” diye soruyorduk. Bilet denetleyicilerinin önünden geçer geçmez bitecek bir babalýðý herkes kolayca kabul ediyordu.
Fenerbahçe ile oynayacaðý Türkiye Kupasý final maçýnda bir beraberlik dahi Es Esin kupayý almasý için yeterli bir skor olacaktý.
Gazetesinin, kitaplarýnýn ve daktilosunun baþýndan kalkýp çalýþma odasý olarak da kullandýðý yatak odasýndan nadiren çýkan, hayatýmýzla ilgili eylemlerimizde müdahale sesini nadiren duyabildiðimiz, evin içindeki varlýðýyla yokluðu arasýnda bir fark bulunmayan, kendi kabuðu içine çekilmiþ bir adam olan babamýn, nerden bulduysa, eline bir maç bileti geçmiþti. Bunu bana, maç gününden önceki akþam, akþam yemeðinde, önemli bir müjde olarak bildirmiþti: “Haydi bakayým, annenin koyduðu yemekleri itiraz etmeden bitirirsen, seni yarýnki maça götüreceðim!”
Bu haber suratýmýn asýlmasýna neden oldu.
Sevinç çýðlýklarý atacaðýmý, gece sabaha kadar uyuyamayacaðýmý, filan umuyordu herhalde. “Ne oldu, sevinmedin mi?” diye sordu.
Alýþtýrdýðý ilgisiz baba tipinden sonra, oynamak istediði bu iyi baba rolü pek parlak bir fikir deðildi. Sigara içemeden ve küfür edemeden seyredilecek maç, deðil Fenerbahçe ile, Galatasaray ile, Real Madrid ile olsa ne yazardý? Hiç bir keyfi olmazdý ki… “Yok… Sevindim de… Ödevlerim vardý da… Hatta yazýlý sýnavým vardý da… Ben gelmesem de ders çalýþsam… Biraz da, üstünüze afiyet, kýrýklýðým var da…” Falandý da, filandý da, diyerek üretebildiðim tüm mazeretler de, annemin koyduðu her yemeði itiraz ede ede bitirmemem de ve hatta “Kardeþim Ersin’i götür istersen, babacýðým,” diye oynadýðým fedakâr abi rolü de bir iþe yaramamýþtý.
Çaresiz birlikte gitmiþtik maça ve tek biletle ikimiz de girmiþtik. Ýðne atsan yere düþmezdi, öyle bir kalabalýk. Kale direðinin hizasýna denk gelen yerlerde, hemen köþe (korner) noktasýnýn dibinde, zar zor oturacak bir yer bulduk. “Ayderler” tüm Türk spor kamuoyu tarafýndan benimsenerek kullanýlan özgün tezahürat tekerlemelerini haykýrmaya baþladýklarýnda, ben de ayaklandým, baþladým baðýrmaya: “Ýçinizdeee Feeener aþkýýý baaambaaaþkaaa… Orospuuu taraftarýnlaaa çoook yaaaþaaa… Fenerbahçeee engelleriiii aaaþaaacak… Kupalarýýýý biiirer bireeer NAHHH alaaacak…”
Tezahürata iyice kaptýrmýþtým ki, kolumun yeninden çekiþtirilip oturtuldum. Babam, tezahürat gürültüsü içinde parmaðýný “çok ayýp, çok ayýp” diye sallayýp, sesini duyurabilmek için baðýrarak nutuk çekmeye baþladý: “Orospu sözcüðü genelde kadýnlar için kullanýlýr. Fahiþeliði meslek edinmiþ kadýnlar öyle adlandýrýlýrlar. Bazen, bazý kalleþ erkek karakterleri ile ilgili olarak ta o adlandýrma yapýlýr, ama bu yaygýn deðildir. Bir futbol kulübüne taraftar olan herkesi o sýfatla itham etmek doðru deðildir. Hatta, az birazýný bile itham etmemeliyiz... Ýçinde aþk ateþi bulunan insan tutkulu insandýr, tutkulu insanýn gözü, tutkulu olduðu þeyden baþka hiçbir þeyi görmez. Gözü tutkulu olduðu þeyden baþka hiçbir þeyi görmeyen insan nasýl baþka baþka þeylerle iliþki kurar? Baþka baþka þeylerle iliþki kurmayan insan fahiþe olabilir mi? Akýl mantýk alýyor mu? Çok yanlýþ, çok… Bir futbol takýmýna taraftar olan kadýnlar arasýnda fahiþeliði meslek edinmiþ kaç tane kadýn olur ki? Üstelik bu tip kadýnlar yalnýzca Fenerbahçe taraftarlarý arasýnda mý vardýr? Eskiþehirspor taraftarlarýnýn arasýnda da yok mudur? Sen, sen ol, hiçbir zaman, hiç kimseye karþý böyle saygýsýzlýk yapma evladým!”
Bu arada maçý yapacak takýmlar sahaya çýkmýþtý ve tribünlerden atýlan konfetiler altýnda müthiþ bir tezahürat baþlamýþtý. “Es Es Es… Ki Ki Ki… Es Ki Es Ki Es…” Tezahüratlar çýn çýn öttükçe, onlarla birlikte baðýrýp çýðýrmak için can atýyordum, ama yanýmdaki otoritenin etkisinde gýkým çýkmýyordu; çünkü, yanýmdaki otorite sesini duyurabilmek için sürekli baðýrarak benimle konuþmaktaydý:
“Bu tezahüratý ilk icat eden bizim jenerasyonu-muzdu. Amigo Orhan’ý duydun mu hiç? Duymuþsundur tabii ki… Onun ismini duymayan kalmamýþtýr ki, sen duymamýþ ol… Türkiye’nin amigoluk tarihi onunla baþlar. Amigo lakabýyla ünlenmiþ ilk amigo o olduðu için… Bu Amigo Orhan, o zamanlar stadýn tam ortasýna dikilir, ellerini kaldýrýr, sonra öne doðru eðilerek yerdeki çimlerden bir tutam kopartýr, sonra doðrulur, koparttýðý çimleri havaya savurur, tam o anda bütün tribünler ayaklanýp HEYYY ALLAHHH!... diye bir baðýrýrdý ki, Eskiþehir’in en ücra köþelerinden bile duyardýn. O ayný hareketleri dört defa tekrar ederdi; tabii ki, tribünler de HEYYY ALLAHHH!... diye haykýrmayý. Bu haykýrmayý hemencecik, ES ES ES KÝ KÝ KÝ ESKÝ ESKÝ ES!... haykýrýþlarý alýrdý. Bu nakaratý da üç defa tekrarladýlar mý, tezahürat tamamlanmýþ olurdu. Sonra sonra bu tezahürat diðer þehirlerin taraftarlarýna da sirayet etti. Mesela Karþýyakalýlar, Kaf Kaf Kaf Sin Sin Sin Kafsin Kafsin Kaf !... þeklinde tezahürat yaparlardý. Galatasaraylýlar da Re Re Re Dal Dal Dal… nasýldý onlarýn ki, hatýrlayamadým yahu… Neyse… Ýþte öyle bir þeydi… Bilmiyorum. Sen, sen ol, hiçbir zaman, bilmediðin bir þeyi çok biliyormuþ gibi söylemeye uðraþma evladým!”
Onun jenerasyonunun haykýrdýðý ayný tezahüratý ayný þekilde benim jenerasyonum da yapmaktaydý ve elbette ki benim de defalarca yaptýðým bir tezahürattý.
Nasýl olsa çenesi durmayacaktý, baþka sýkýcý konular yaratýp susmacasýna konuþacak duracaktý; hiç deðilse ben yönlendireyim konuþacaðý konularý, diye düþünerek, “amigo Orhan o çimleri yolarken ne diyordu babacýðým?” diye sordum.
Cevap veremedi soruma. “Bilmiyorum,” deyip çýkýverdi iþin içinden. “Statta o kadar çok gürültü olurken sahanýn ortasýndaki bir adamcaðýzýn ne dediðini nasýl duyacaktým; deðil mi evladým?…”
Ortalýðý, birden “Gooolll!...” çýðlýklarý sarmýþtý. En son hatýrladýðým görüntü, futbolcularýn tribünleri, el kaldýrarak “Soool… soool… Soool…” diye selamladýklarý andý. Maç ne zaman baþlamýþtý da, ne zaman gol olmuþtu, bir türlü aklým ermedi. Neyse, olan bir gol vardý ve herkes çýðlýk atýyordu, nasýl olduðunu görememiþ olsam da, ayaklanýp, “gooolll!…” diye haykýrarak sevincini yaþamamam için bir neden yoktu.
Ne demek “yoktu”, babam vardý ya!
Gökyüzüne baktým, koyu renkli tek bir bulut yoktu. Hava oldukça sýcaktý, deðil ceket gömlek bile sýkýyordu. Seyircilerin çoðunun üst kýsýmlarý çýplaktý, geri kalanlarý da fanilalýydý. Dayanamadým, ceketimi çýkarttým. Babamýn acil müdahalesi yetiþti tabii ki, “Evden çýkarken sýký giyin deyince, hava güzel babacýðým, deyip giyinmedin. Ya yaðmur yaðar da, Allah muhafaza ýslanýrsan…Ne o, ceketini mi çýkarýyorsun sen? Tam da, ben sýký giyinmediðin için kýzarken hem de… Eskiþehir’in havasý bu, belli mi olur, ha oynak bir karý, ha Eskiþehir’in havasý… Hasta olursan görürsün gününü… Sonra da, okulundan da kalýrsýn… Yazýlý sýnavýn da varmýþ bak… Gidemeyince öðretmenin basar sýfýrý… Biz evde sýkýlmýþýndýr, derslerden sýkýlmýþýndýr diye, temiz havada zihnin açýlsýn diye getirdik seni maça, hastalanýp yataklara düþ diye, deðil. Sen, sen ol, hiçbir zaman, baba sözünden çýkma evladým!”
Yan tarafýmýzdaki bir adam maç seyretmeden habire gevezelik yapan babamdan gýna getirmiþ olacak ki, babamý, “Beyefendi, bi sus da maç seyredelim yahu!” diyerek azarladý.
Babam nezaketsiz adama bozularak sustu.
Tam da o anda, az önce Eskiþehirspor’un gol attýðý kaleye bir Fenerbahçeli futbolcu gol atmaz mý? Kendi kalesine attý sanarak, hemen ayaða fýrlayýp baðýrdým, “gooolll…” diye. Çevremden hem gýk çýkmýyor, hem de herkes gözlerini pörtletmiþ bana bakýyor. Dayak yeme korkusuyla, Fenerbahçe kendi kalesine gol atmadý mý, EsEs iki sýfýr olmadý mý, diye çevredekilere sormaya baþladým. Sað tarafýmdaki sempatik bir abi, Fenerliler attý gülüm, maç bir bir oldu, deyince, ben anlayamadan maçýn ikinci devresinin oynanmaya baþlanmýþ olduðunu, EsEs’lerin gol attýðý kalenin ikinci devre baþladýktan sonra EsEs’lerin kalesi olduðunu anlamýþ oldum. Duyduðum mahcubiyetten dilim damaðým kurumuþtu. Dilimi þaplatarak damaklarýmý ýslatmaya çabalayýp, “Susadým babacýðým,” dedim.
“Susadýn mý? Bak, bu olmadý. Gazozcu! Gel bakayým, bir gazoz ver! Kaç para? Beþ lira mý? Çok yahu… Bakkalda bir buçuk lira olan þeyi burada beþ liraya satmaktan utanmýyorsunuz da…” Babam hem kýzmýþ, hem de adamýn parasýný elden ele yaparak yollamýþtý. Adam da pet bardak içindeki gazozu elden ele yaparak babama yollamýþtý. Babam, gelen gazozdan koca bir fýrt çekip gýrtlaðýný ýslattýktan sonra bardaðý bana verdi. “Gazozu birdenbire içme oðlum!”
Sanki birden bire içilip de bitirilecek gazoz kalmýþtý da bardakta, yarýsýný kendisi içmiþti maþallah… Sýkýntýdan oflamaya puflamaya baþlamýþtým, ama babamýn umurunda deðildim. Babamýn çenesinden gýna gelmiþti iyice, ne maçý takip edebiliyordum, ne de onun söylediklerini algýlayamýyordum. Acilen bir sigara içmeliydim. “Babacýðým sýkýþtým, helaya gideceðim,” deyince; babam itiraz etti.
“Bu kalabalýkta helâya nasýl gideriz þimdi? Adým atýlacak gibi deðil ki… Kalkarsak yerimizi kaybederiz, sýk yarým saat…”
“Olmaz, çok sýkýþtým. Ben kendim gider gelirim. Korkma,” diyerek mýzmýzlanýnca, babam söyleve baþladý gene.
“Madem böyle bir yere geliyorsun, burada saatlerce oturacaðýný düþünüp, evden çýkmadan önce, çiþini, miþini edip öyle çýksaydýn ya sokaða… Helânýn nerede olduðunu biliyor musun, bari? Gördün mü bak, bilmiyorsun… Haydi bakalým, git de arabul!...”
Sevinç çýðlýlýðý atmamak için zor tuttum kendimi. Ben dar arada insanlardan müsaade isteye isteye, özür dileyerek çýkmaya çalýþýrken babam, bana az önce maçýn bir bir olduðunu söyleyen sempatik abiye bir þeyler anlatmaya baþlamýþtý. Sempatik genç abi onu önemsemeyerek maçýn heyecanýyla kah oturup kah kalkarak tezahüratýný sürdürünce, babamýn baþkalarýna bir þeyler anlatmak için çýrpýnmaya baþladýðýný gördüm. Aradan çýkýp da merdivenlere ulaþtýðýmda, insan bedenlerinin arkasýna sýðýnýp gizlice babamý gözleyerek çorabýmýn içinden çýkarttým bir sigara yaktým.
Babam, hiç kimseden yüz bulamayarak çaresiz maça bakmaya, sonra da diðer seyircilerle birlikte maç pozisyonlarýný ahlarla vahlarla tenkit etmeye, sonra sonrada arada küfürlere kaptýrarak baðýrýp çýðýrmaya baþlamýþtý. “Yuhhh! Hakeeemmm! Gözüne gözlük, baþýna tarrakkk!... Yürüme, koþ be evladým! Koþsana ulaaannn. Bu takýmý mehter takýmý mý sandýn… Es Esli gibi oyna… Hakeeemmm, gözün poka mý bakýyoooo, ulaaannn…”
Sigaramý içip bitirdiðim halde, gitmedim yanýna ve maçý seyretmek yerine büyük bir keyifle babamý seyretmeyi sürdürdüm.
“Hop hop kaleci…Top kaleciii…Yuuuhhh… Kova… “
Maçýn bitmesine birkaç dakika kaldýðýnda döndüm babamýn yanýna. Sanki ne kadar terbiyesiz bir baba olduðunu görmemiþim gibi, yanýna oturduðumda aðýrbaþlý tavýrlarýný takýnýverdi.
Babam bana, “geç kaldýn,” diye çýkýþtý. “Bir yere gittin mi çabucak iþini yapýp döneceksin…” Saatine bakýnca birden telaþlandý, “Ooo, maç bitmek üzere… Kalk, kalk, çýkalým hemen. Kalabalýða yakalanacaðýz yoksa…”
Dar aralýktan ite kaka, bir sürü laf iþittikten sonra çýkýþa ulaþmýþtýk.
Babam, “Maç kaç kaçtý?” diye sordu.
“Bir bir”
“Kupayý kim kazandý?”
“Biz…” dedikten sonra ne kadar bilgili olduðumu babama kanýtlamak isteyerek açýklama yapmaya baþladým. “Ýstanbul’daki ilk maçý bir sýfýr biz aldýydýk babacýðým. Bu bir birlik skorla kupayý aldýk…”
Otobüs duraðýna doðru hareketlendiðimizde, stadyumun içinde yükselen bir uðultu oldu. Eses galiba gol yemiþti…
Otobüs duraðýna ulaþtýðýmýzda adamýn biri ötekine, Fenerbahçe son saniyede Tuna’nýn attýðý golle maçý iki bir almýþ…” diyordu.
Babam, “ne olmuþ?” diye sorduðunda, öyle çok sinirlenmiþtim ki…
Ýçimden, “Ananýn hörekesi olmuþ,” dedikten sonra, ona, “Fenerbahçe kupayý kazanmýþ, babacýðým,” dedim.
Babam bana kýzarak, “hani biz almýþtýk kupayý? Öyle demiþtin hani?” dedikten sonra baþladý gene söyleve: “insan hayatta emin olmadýðý bir bilgiyi, malikmiþ gibi anlatmamalý baþkalarýna. Bu onun bilgili olduðunu deðil, sadece ukela olduðunu gösterir. Sen sen ol, ukalalýk yapma evladým!”
Allah’tan otobüs çabuk geldi de, çabuk kurtuldum.
Eve ulaþtýðýmýzda, oðlunu maça götüren kocasýný sempatiyle karþýlayan annem babamýn verdiði müjdeyle sevinç narasý attý.
Babam: “Haným, hani maça gidip deþarj oluyorum derler ya; aynen öyleymiþ yahu! Bundan sonra bütün maçlara gideceðim vallahi!… Aslan oðlumla beraber gideceðiz hem de, deðil mi oðlum? Sen bize þöyle siyah-kýrmýzý renkli iplerle birer tane kaþkol ile þapka ör bakiim…” diyordu.
Kendi, öz babamla deðil, ama bilet kuyruðundan bulacaðým geçici bir babayla maçlara girmeyi sürdürecektim.
Kendi öz babam ise çeþitli mazeretlerle baþýmdan savuþturdukça, benden yüz bulamayacaðýný anlayarak, on beþ günde bir, maç günleri Seyitgazi’den getirttiði erkek kardeþimle maçlara gitmeye baþlayacaktý.
Kardeþim Ersin’in, maçlara gitmeden önce doya doya su içip, uzun uzun tuvalette vakit geçirmeye baþlamasýndan sonra, babasýyla arkadaþ gibi maçlara gitmekten mutluluk duyduðunu düþünmeye baþlamýþtým.
*
Marangozhanenin sabahýn köründen yatsý ezanýna kadar yarattýðý gürültü kirliliðine katlanmak zorunda kalýyorduk. Yatarken bana tahsis edilen evin oturma odasýnýn tabanýndaki tahta döþemelerin hemen altýdan yükselen o gürültüyle yaþamak çok zordu.
Alt kattaki diðer evde, Muhittin Amca, karýsý Meryem teyze ve oðlu Mehmet ile kalýyorlardý.
Muhittin amca, akciðerlerinden hastaydý. Yatsý ezaný okunup da, marangozhanenin gürültüsü kesildikten sonra, gecekondumuzu onun öksürük ve iniltileri doldurmaya baþlardý. Muhittin amca, hastalýðý nedeniyle elden ayaktan düþüp, evden çýkamaz hale geldikten sonra, ortaokulun ikinci sýnýfýndan alýnýp bir esnafýn yanýna çýrak verilen Mehmet bakmaya baþlamýþtý ebeveynine. Haliyle, çýraklýktan kazanýlan parayla ne kadar bakýlabilirse…
Mehmet, benden bir, ya da iki yaþ büyüktü. Ergenlik dönemini yaþamaya baþlamýþ olan oðlanla arkadaþ olabilmek için can atmama karþýn, henüz çocukluk sürecinde bulunduðumdan, bana pek yüz vermiyordu. Bu yüzden, onun yanýnda hep ezik hissederdim kendimi.
Muhittin amca hasta haline raðmen, asabi karakteriyle her türlü kusurlarýnda, iþlenen kusuru evdekilerin burnundan getirmekten geri de durmazdý. Mehmet’in çýraklýktan kazandýðý paranýn üstünden azýcýk týrtýkladýðýný hissettiðinde de ayný þekilde, oðlaný yerin dibine sokardý.
Mehmet, babasýndan yediði bir þamarýn kahrýyla avluya çýkmýþ, sessizce aðlýyordu ki, teselli ederim umuduyla yanýna gittim. Her ne kadar benimle arkadaþlýk yapmaya tenezzül etmese de, yanýna gittiðimde bana hiç ummadýðým kadar yakýn davrandý ve içini döktü. Nankör babasýndan nefret ettiðini ve anneciði olmasa alýp baþýný gideceðini söylüyordu. On dört yaþýndaki bir çocuðun baþýný alýp gitmesinin bir felaket olacaðýný düþünüyordum ben, çünkü çocuklarýn, anne ve babalarýn koruyucu kanatlarý olmadan hayatta kalamayacaklarýna inanýyordum.
O sohbetimiz esnasýnda, içtiðim ilk sigarayý ikram ettiðinde, onunla ayný olmanýn duygusuyla kabul ettim. Öksüre týksýra içip bitirdim.
Mehmet ile arkadaþlýðýmýzýn geliþmesi de sigara sayesinde olmuþtu. Avludaki köþemizde, babamýn verdiði okul harçlýklarýyla aldýðým “Yenice” paketlerini koyuyordum önümüze, biri sönmeden öbürünü içmeye baþlýyorduk. Mehmet, evden kaçma planlarýndan anlatýyordu, zengin olma hayallerinden anlatýyordu, zengin olur olmaz anneciðini konaklarda yaþatmaya baþlayacaðýný anlatýyordu… Ben de kavuþtuðum bu olaðanüstü arkadaþlýðýn diðer tarafý olarak büyük bir memnuniyetle anlatýlanlarý dinliyordum.
Nitekim, Mehmet’in evden kaçtýðý haberi de gecikmedi. Birden bire, öylece, sýrra kadem basývermiþti.
Mehmet’in yok olmasýndan sonra Muhittin amca ile Meryem teyze öyle bir yoksulluða düþtüler ki, oturduklarý evin kirasýný ödemek bir yana, bazen sofralarýnda yiyecekleri bir kuru ekmekleri bile olmuyordu.
Genelde, avluda, annemin çapalayýp bahçe haline getirdiði köþede yetiþtirdiði salatalýk, biber, yeþil soðan gibi sebzelerden izin alarak topladýklarýyla zeytinyaðsýz, sirkesiz bir çoban salatasý yapýp ekmekle yiyorlardý. Bazen annem, ya da komþular evlerinde piþen yemeklerden de veriyorlardý.
Bir defasýnda, annem benimle, yarým paket kadar margarin yað ile iki dilim peynir yollamýþtý. Evlerine girdiðimde, tam da sabah kahvaltýlarýný yapýyorlardý. Kahvaltý sofralarýnýn ortasýnda bir çay tabaðý, çay tabaðýnýn içinde de kýrmýzý toz biber ile tuz karýþýmý. Ekmeklerini yudum yudum o karýþýma banarak karýnlarýný doyuruyorlardý. Beni bu sofralarýna buyur ettiklerinde, tenezzül etmemiþ gibi olmamak için oturdum. Meryem teyze annemin göndermiþ olduðu yaðdan bir dilim ekmek sürmek isteyince, “ama benim caným bu karýþýmdan yemek çekti,” diye ýsrar ederek þiddetle karþý çýktým. Razý edince koparttýðým bir parça ekmeði karýþýma banýp attým aðzýma; daha o ilk yudumda dilimin ucundan burun deliklerime kadar her tarafým acýya kesti. Tükürdüðümü yalamamak uðruna koca bir dilim ekmeði o karýþýma banarak bitirdim. (Hala, zaman zaman o karýþýmdan yaparým ve ayný þekilde yerim)
Ev sahibi, alamadýðý kiralarýndan dolayý bu karý kocanýn tepesinden inmez olmuþtu.
“Ya kira borçlarýnýzý ödeyin, ya da defolup çýkýn evimden!”
Bu baskýlardan sonra Muhittin amca, yýllarca hizmetini gördüðü eski patronuna gidip boyun bükmeye karar verdi. Bir gayret evden çýktýktan sonra yürüye dinlene ulaþtýðý adamdan para alamadý, ama bolca nasihat aldý.
Dönüþ yolunda bir yandan nefesi týkanmakta, öte yandan bacaklarýnýn dermaný kesilmekte. On adým yürüyor, dikilip soluklandýktan sonra gene bir on adým daha, derken bacaklarý da iyice takatten düþtü ve yolun kenarýna çömelip oturarak onlarý da dinlendirmeðe koyuldu.
Oturduðundan hemen sonra, önünden geçen bir bayan, yere bir demir para býraktý, geçti, gitti. Muhittin amca, ne olduðunu anlayamadý önce, kadýnýn býraktýðý paraya da el uzatamadý utancýndan. Az sonra, ikinci,…,beþinci demir paralar býrakýlmaya baþlandý önüne. Muhittin amca o zaman anladý ki, insanlar onu dilenci sanarak önüne sadaka býrakmaktaydýlar; müthiþ bir utanca kapýlarak oradan nasýl kalktýðýný, nasýl uzaklaþtýðýný anlayamadý bile, fakat tam da uzaklaþýrken arkasýndan koþturup gelen bir kýz çocuðu “Amca bunlarý almayý unuttunuz,” diyerek getirdiði demir paralarý ceketinin cebine sokuþturdu.
Onbeþ dakikada toplanan para tamý tamýna beþ liraydý.Bir francalý ekmek, yarým kilo kuru fasulye ve arta kalanla da ama elli gram, ama yüz gram kýyma parasý.
“Haným, al þunlarý da bir kuru fasulye piþir ki, kokusu bütün bu sokaðý sarsýn, emi!” diyerek, aldýklarýný Meryem teyzeye teslim etti.
Meryem teyzenin, “bunlarý alacak parayý nereden buldun?” sorusuna,
Eski patronum harçlýk et diye bir beþ lira verdi de, Allah razý olsun!” demekle yetindi.
Meryem teyze de, “Allah ona daha çok versin inþallah!” dedi.
Gerçekten de, Meryem teyzenin avluda tutuþturduðu odun ateþi üzerinde piþirdiði o kuru Fasulyenin kokusu bütün bir mahalleyi tuttu.
Muhittin amca, yeniden beþ parasýz kaldýklarýnda, para kazanabilmenin bir yolunu bulmak için kara kara düþünmeye baþladý, ama o sýfýrý tüketmiþ bir adamcaðýzdý. Yapabileceði hiçbir iþ yoktu.
Dilencilikten baþka…
Dinlenmek için oturduðu yerde dilenci sanýlarak önüne konulan beþ lira aklýndan çýkmýyordu. Yoksul ocaklarýnda bir tencere kuru fasulye piþirtmiþti o para.
“Ayný yerde bir on beþ dakika daha otursam… Mý?...”
Ayný yerde, ayný o günkü gibi, yorulmuþ da dinleniyormuþ gibi oturuverse… Bir onbeþ dakikacýk… Kafasý yatýyordu ya, kafasýndakini uygulamaya geçirmeyi, utanma duygusu yüzünden bir türlü planlayamýyordu.
Beþ parasýzlýk zulmünü arttýrdýkça, utanma duygusunu bir an önce aþmasý gerektiðini düþünmeye baþladý. Buna dair planlar yaptý.
Önce, kendi sokaklarýnda evlerinin duvarý önüne çömelip saatlerce oturdu. Gelip geçenler, evinin önünde pinekleyen adamýn dilenci olmasýna hiç ihtimal vermeyerek önüne sadaka filan býrakmadýlar.
Sonra, hastalanmadan önce müdavimi olduðu kahvehanenin önünde, yol kenarýna çömelip saatlerce oturdu. Kahvedekiler, onun dilenci olmadýðýný bildikleri için hiç kimse önüne sadaka filan býrakmadý. “Muhittin abi, öyle oturma, geç þöyle sandalyeye otur,” diyenler olduðunda, “böyle iyi,” diye cevap verdi.
Daha sonra da çok ýssýz bir cadde bulup denedi utangaçlýk duygusunu yenmeyi. Oturdu yolun kenarýna, gelen geçenleri seyretti saatlerce. Gelen geçenler ona bakarak, bir dilenci olup olmadýðýna karar vermeye çalýþtýlar, ama böyle ýssýz bir caddede hiçbir dilencinin dilencilik yapacak kadar akýlsýz olmadýðýna hükmederek önüne sadaka býrakmadýlar.
En sonunda bütün cesaretini toparlayýp, çömelmiþ de dinleniyormuþ havalarýnda, o iþlek caddede oturdu yol kenarýna. Çömeliþ þeklinde bir dilenci havasý yoktu, sadaka vermedi hiç kimse.
Eve dönüp, düþündü, taþýndý, o beþ liranýn verildiði gün olanlarý geçirdi gözünün önünden, bir kadýncaðýzýn önüne býraktýðý demir parayý hatýrladý ve yapmasý gerekeni çözdü.
Ýkinci günü, kýçýný da yere koyup bir baðdaþ kurdu, önüne bir mendil serdi, üstüne bir demir para býraktý; baþladý beklemeðe. Az sonra mendilin üstüne sadakalarýn býrakýlmaya baþlandýðýný gördü. Yeteri kadar para toplandýðýný gördüðünde de topladý mendilini, evinin yolunu tuttu.
Daha sonraki günlerde ayný þeyi sürdürdü, ama her geçen gün oturduðu süreleri uzatarak…
On, on beþ gün sonra, Meryem teyze ev sahibine gitti, birikmiþ tüm ev kirasý borçlarýný kapattý.
Muhittin amca, yeni iþinde ilk ayýný tamamlayacaðý gün, sabah yataktan kalkamadý. Sandý ki, birileri bacaklarýný kesip atmýþ, belden aþaðýsý yok… Aylarca tedavi gördü Devlet Hastanesinde ve eve, bir yatalak olarak döndü. Her gün üstüne oturduðu beton zemin, belinden aþaðýdaki tüm sinirleri iltihaplandýrýp tahrip etmiþti.
Muhittin amca dilenemez olduktan sonra, onun iþini Meryem teyze yüklenmek zorunda kalmýþtý.
Evde yalnýz baþýna býrakýldýðýnda, Muhittin amca altýna kaçýrýrdý. Meryem teyze, iyice asabileþmiþ, dilencilik iþinden döndüðü vakit onun altýný döve söve temizler olmuþtu.
“Tuh, Allah belaný versin herif! Gene mi pisledin altýna? Akþama kadar dilenip, bir de eve gelince senin bokunu mu temizleyeceðim? Geber de kurtulayým senden!”
Yatsý ezaný okunup da marangozhanenin gürültüsü kesilince gecekondumuzu Muhittin amcanýn iniltileri ve Meryem teyzenin küfürleri doldururdu.
DDT denilen ilacýn kullanýmý, kansere sebep oluyor diye bütün dünyada yasaklanmýþtý ve satýn almak için DDT bulamayan babam, evimizin her yanýný saran tahtakurularý ile sabahlara kadar savaþ yapýyordu. Her gece onlarcasýný gaz lambamýzýn þiþesinden içeri atarak kýzarttýðý parazitlerin binlercesi ürüyordu evimizin bir yerlerinde. Ben, kýzamýk olmuþ gibi, tahta kurusu ýsýrýklarýnýn izleri ile yaþamaya alýþýyordum.
Tahta kurularýnýn baþ edilemez halde olduðu bir gece, Muhittin amcanýn göðsü nargile gibi fokur fokurdu. Bu balgamlý hýrýltý bir öksürük krizini baþlattý. Ciðerleri sökülürcesine öksürüyordu. Öksürmesine sebep olan balgamý bir sökebilseydi, rahatlayýverecekti. Ama bir türlü sökemedi. Hýrýltýlarý da, öksürükleri de, tahta kurularýnýn sayýsýndan beter arttý. Arttý… Sonra, Meryem teyzenin sesi doldurdu gecekondumuzu:
“Öldü!... Öldü!... Aslanlar gibi yiðidim öldü!... Komþular, erkeðim, koç yiðidim öldü!... Biricik kocam öldü komþular, yetiþin!...”
*
Meryem teyze haftada bir gün on kilometre tutan Sakarya caddesi boyunca gidip gelerek, cadde üstündeki dükkanlardan sadaka toplamaya baþlamýþtý. Esnaf onu iyice tanýmýþtý artýk. Kimisi avucuna birkaç kuruþ koyuyor, kimisi de dükkanlarýndaki kullaným süresi dolmak üzere olan mallardan birini çantasýna sokuþturuyordu. Bazen eve, taþýmakta güçlük çektiði fileler dolusu gýda çeþitleriyle dönüyordu. Bu iþi haftada bir gün yapýyordu, çünkü topladýðý paralar ve mallar, o haftayý bolluk içerisinde yaþamasýna yetip de artýyordu bile.
Günün birinde Meryem teyzenin evinde beþ yaþýnda bir kýz çocuðu peyda oldu. Öðrendik ki, Meryem teyze bu kýza para karþýlýðýnda bakmaya baþlamýþ. Kýzýn annesi bir pavyonda çalýþan konsomatrismiþ. Konsomatris her hafta Cuma günleri sabaha karþý bir taksiyle gelip kýzý teslim alýyor, ayný günün akþamýnda getirip teslim ediyor, sonra bir dahaki Cumaya kadar hiç uðramýyordu.
Bir gün üst kat merdivenlerinde otururken gördüðüm kýza, “adýn ne senin?” diye sordum.
“Sabah,” dedi bana gülümseyerek.
Saba, sabah güneþiyle yýkanmýþ, pýrýl pýrýl bir kýzdý. Saba olan ismini Sabah diye benimsediði anlaþýlýyordu, bu hoþuma gittiði için ben de ona Sabah diye hitap etmeye baþladým.
“Sabah! Sen okula gidiyor musun?” diye sordum.
“Ben küçüðüm,” diye karþýlýk verdi.
“Kaç yaþýndasýn?” diye sordum.
“Beþ,” dedi,.
“Ama beþ yaþýndaki çocuklar anaokuluna gidiyor. Sen de, anaokuluna gitsen ya,” dedim.
Aklý karýþtý.
“Çý-ýh!” layarak itiraz etti. “Ben okula gideceðim.”
Onun kafasýný daha fazla karýþtýrmamak için, “tamam!” dedim; “sen okula gidersin madem ki…”
O günden sonraki günlerde de, Sabah ile pek çok defa karþýlaþtýk. Bizim tahta merdivenlerde oturup, orada oynamak çok sevdiði bir þeydi. Bazen ben de oturuyor, onun oyunlarýný paylaþýyordum.
Daha sonraki günlerde onu merdivenlerin baþýnda oturup benim okuldan dönmemi bekliyorken bulmaya baþladým. Okul kýyafetlerimi soyunur soyunmaz yanýna dönüyor, müsvedde defterime kendim yazdýðým masallardan okuyordum. Aramýzdaki dostluk iyice pekiþmiþti.
Meryem teyzenin oðlu Mehmet, gidiþinden tam bir yýl sonra çýka geldi. Gittiði günkü haline göre adeta beþ yaþ birden büyümüþtü. Baþýnda, hiç de moda olmamasýna raðmen bir fötr þapka vardý ve üst dudaðý ile çenesinin ortasýnda býyýk ve sakalý andýran seyrek kýllar vardý. Pek sýk deðillerdi ama arkadaþým tam bir erkek gibiydi iþte! Sýrtýnda kayýþýný omzundan geçirip astýðý bir akustik gitar taþýyordu ve elinde de lacivert küçük bir valiz… Önce bir yabancý sandým onu, sonra hatýrlayarak sevinçle kucakladým.
“Hoþ geldin Mehmet’ciðim!”
Kucaklaþma isteðime öylesine soðuk bir karþýlýk verdi ki, bir anda, ilk karþýlaþtýðýmýz zamanlardaki ezikliðe itiliverdim.
O, kibirli,soðuk bir sesle, “hoþ bulduk!” dedi. “Muhterem!” diye ekledi. Ben, ne demek istediðini anlayamayarak þapþal þapþal suratýna bakarken, o devam etti: “Benim adým Mehmet deðil, Muhterem artýk!” Hala bir þey anlayamamýþtým. O, “bana hitap etmek istiyorsan, Muhterem abi diyeceksin bundan sonra! Anladýn mý?” diyerek evin içine girdi.
Meryem teyze çýðlýk çýðlýða karþýladý onu: “Oðlum!... Yavrum!...”
Bir anda Mehmet’e öylesine yabancýlaþývermiþtim ki, ondan sonraki günlerde karþýlaþmamamýz için elimden gelen her þeyi yapmaya baþlamýþtým. Zorunlu olarak karþýlaþtýðýmýzda ise, o bana laf atmadýkça laf atmýyor, baþýmý çevirip görmezlikten geliyordum.
Ben, beni alýþtýrmýþ olduðu sigarayý avluda gizli saklý içiyordum, ama o, artýk alenen, herkesin önünde içiyordu sigarasýný.
O geldikten sonra, Saba, merdivenlere çok seyrek çýkmaya baþlamýþtý. Evlerinin kapýsý önünden geçerek merdivenleri çýkarken, içerden gitar ritimleri eþliðinde Mehmet’in þarký söylediði duyuluyordu. Saba, kendisine gitar çalýp þarkýlar söyleyen “Muhterem abisiyle” benden daha çok arkadaþlýk yapar olmuþtu. Bunu pek fazla önemsemiyordum aslýnda; kýz için yazdýðým masallar atýl kalmýþtý, ona üzülüyordum.
Ortaokulu bitirmek üzereydim. Babam nereden taktýysa kafasýna takmýþ, bana, “senin öðretmen olmaný istiyorum,” dedi. “Seni öðretmen okulu sýnavlarýna sokacaðým. Derslerine ona göre çalýþ, emi!”
Bu emri aldýðýmdan itibaren ders çalýþmaktan baþka hiçbir þeyle ilgilenmez oldum. Yoðun bir þekilde sýnavlara hazýrlandým. Babam öðretmen olmamý istemiþti. Olacaktým. Hýrslýydým.
Mayýs ayýnda babamla birlikte Ankara’ya gittik. Atatürk Orman Çiftliði içindeki okulda girdiðim yazýlý sýnav ve mülakat sonrasý, sýnavý üçüncülükle kazandýðýmý öðrendik. Sonra, okullar açýlmadan önce tekrar gelecek, okula kaydýmý yaptýracak ve okulun yurduna yerleþerek okumayý Ankara Erkek Öðretmen Okulu’nda sürdürecektim.
Sýnav stresi üzerimden kalktýktan sonra, babamýn da arttýrdýðý harçlýklarýmla gezip tozuyordum.
Küçük Saba’yý da özlemiyor deðildim hani. Eve döndüðüm bir gün onu gene merdivenlerde otururken buldum. Sandým ki, o da beni özlemiþ, dönmemi bekliyor. Fakat yanýldýðýmý az sonra anladým. O, Muhterem abisini bekliyordu.
“Nasýlsýn Sabah?”
“Ýyiyim.”
“Senin için yazdýðým masallardan birini getirip okuyayým mý sana? Ýster misin?”
“Çý-ýh! Ben sünnetçilik oynamak istiyorum. Muhterem abim gelince, onunla sünnetçilik oynaycaz…”
Küçük kýzýn ne söylediðini birden kavrayamadým.
“Sünnetçilik mi?” diye sordum tekrar.
“Sünnetçilik.”
Ýyice anlamaya çalýþarak, “nasýl oynanýyor sünnetçilik? Ben bilmiyorum,” dedim.
Elleriyle ve mimikleriyle tarif ederek anlatmaya baþladý: “Muterem abim sünnetçi oluyor. Bööle… Ben külotumu indiriyorum. Bööle… Pipimi, kesiyo, sünnet yapýyo, böle…”
Daha fazlasýný dinlemeye tahammül edemedim. “Böyle oyun mu olurmuþ be!” diye öyle bir haykýrmýþtým ki, kýzcaðýz o andaki halimden korkuya kapýlýp aðlamaya baþlamýþtý.
Öfkeden suratýmý ateþ basmýþ, suratýmýn kýpkýrmýzý kesildiðini hissetmiþtim.
Meryem teyze ve annem evlerinden fýrlayýp merdiven baþýnda toplaþtýlar.
“Ne var? Ne oluyor oðlum?”
Sinirden anlatmakta güçlük çekiyordum öðrendiklerimi.
Duyduklarýndan sonra Meryem teyzenin boþ bir çuval gibi yere yýðýldýðýný gördüm. Beti benzi bembeyaz…
Mehmet, olanlardan habersiz eve döndüðünde, onu bekleyen polisler tarafýndan göz altýna alýnýp bileklerine kelepçe takýldý ve semtin karakoluna götürüldü. Karakol önündeki insanlar galeyana gelmiþ, onu linç etmek istemekteydi.
Karakolda, içerde, Küçük Saba’ nýn annesi bir vahþi kedi gibi, çýðlýk çýðlýða saldýrmaktaydý ve polis memurlarý engel olmasa oðlaný paralayacaktý.
Mehmet, yaptýðý sapýklýðýn ortaya çýkmýþ olduðunu anlamýþ, bir medet umarcasýna, annesine bakýnmaktaydý.
Küçük kýzýn annesi hýçkýrýklarla aðlamakta, saldýrmakta…
Mehmet’in gözleri annesini aramakta…
“Annem? Annem nerede?”
Onu tutuklayarak getiren polis memuru, ona nefretle baktý ve “Annen, Devlet Hastanesinin morguna kaldýrýldý,” dedi.
*
Yaz, bu olay yüzünden zehir olmuþtu. Çýkýp, Seyitgazi’ye gittim ve Ersin’i Eskiþehir’e göndererek ablama ben arkadaþlýk etmeye baþladým.
Okullar açýldýðýnda ise, Ankara Erkek Öðretmen okuluna büyük bir hevesle gidip, daha ilk günümden problemle baþladým. Akþam saat dokuzda gelmiþ, babam beni teslim eder etmez dönmüþtü. Yatakhaneye giriþ iþlemlerim, boþ bir ranza gösterilmesi, çantamdaki kýyafetleri gösterilen dolaba yerleþtiriþim, meraklýlarýn sorularýný yanýtlayýþým derken, saati on bir yapmýþtým. Yatma saati! Saat on birden bir dakika önce bile yataða giremiyormuþuz; yasak! Pijamalarýmý giyip de yataða girdiðim an, bir ranzada yatmanýn keyfini iyice hissetmeye çalýþtým. Hayatým boyuca yer döþeðinden baþka bir zeminde yatmamýþtým. Þimdi bir ranzam vardý, ne güzel…
Üst ranzaya benden biraz daha yaþlýca duran, sanýrým üst sýnýflardan bir öðrenci geldi. Ne hoþ geldin, ne hayýrlý olsun, hiç laf atmadan çýktý yataðýna, yattý; pek kasýntý bir þeydi. Bir zaman yataðýnda kýpýrdadýkça ranzasýndan çýkan gýcýrtýlarý dinledim, sonra uyuya kalmýþým.
Evdeyken her gün, istisnasýz, en az on saat uyku uyurdum. Sabah, saat yedi olduðunda, evdeki rahatlýðý unutmam gerektiðini anlamamý saðlayan geliþmeler gecikmedi.
Nöbetçi öðretmen elindeki ince uzun deðneði ranzalarýn demirlerine vura vura koðuþa dalmýþ, “uyanýn!” komutlarýyla bir baþtan bir baþa yürüyüp benim en dipteki ranzamýn baþýna gelmiþti. Uyanmýþtým, kalkacaktým, ama o çýkarttýðý gürültünün finalini yapar gibi, “kalksana ulan!” diye baðýrarak deðneði sýrtýma yapýþtýrmýþtý.
Can acýsýyla öyle bir fýrlamýþým ki, kafamý üst ranzanýn demir kenarlýklarýna çarptým. Kafam yarýldý. Kafamdan kan fýþkýrmaya baþladý. Kanayan yeri elimle kapatmaya çalýþýyordum, ama kanamayý durduramýyordum. Nevresimim ve yastýðým kana bulanmýþtý.
Böylesine tazyikli bir kanama nöbetçi öðretmeni çok korkutmuþtu. Beni sürükleyerek revire taþýdý. Revirde, ne hemþire, ne doktor, hiç biri henüz iþ baþý yapmamýþtý. Revirin iþçi kadrosundaki hademesi elindeki paspasý bir kenara atarak yanýmýza gelmiþti. O da en az nöbetçi öðretmen kadar telaþlanmýþtý.
“Hocam ne oldu bu çocuða?”
“Kafasýný ranzasýnýn kenarýna çarptý!”
“Nasýl çarptý?”
“Nasýl olacak? Sakarlýðýndan…”
Üstüne bir þey alýnmýyordu. Elbette alýnmazdý, onun sebep olduðu duyulsa, suçlanacaktý.
Hademenin revirde çalýþýyor olmaktan dolayý edindiði tecrübe, belki de benim hayatýmý kurtarmýþtý. Adam, sýký bir turnike uygulayarak kanamayý durdurmuþtu, yoksa kan kaybýndan dolayý çok kötü bir duruma düþmem an meselesiydi.
“Kafasýna hemen dikiþ atýlmasý gerekli!” diyerek hastaneye yetiþtirilmemi de o saðlamýþtý.
Nöbetçi Öðretmen, okulun mubayaa kamyonetini getirterek beni hemen yakýnlardaki bir hastanenin acil servisine ulaþtýrmýþtý. Orada da kendi sakarlýðýmdan dolayý kafamý ranzamýn kenarýna çarptýðýmý söyleyerek üstüne bir þey alýnmamýþtý. Okuldaki ilk günümdü ve bu okulda, bu öðretmenle geçireceðim yýllarým vardý, o nedenle sakarlýðý üslenmiþ, adamý temize çýkarmýþtým.
Kafamda oldukça derin bir yarýk oluþmuþ ve dört dikiþ atýlmýþtý.
On gün boyunca her gün revire uðrayarak pansumanýmý yinelettikten sonra, onuncu gün dikiþler alýnmýþtý.
Ýlk günkü derslere girememiþtim; zaten kimisi boþ geçmiþ, kimisi de tanýþma sohbetleriyle, bir þey kaçýrmamýþtým.
O günden sonra, o nöbetçi öðretmenle yýldýzlarýmýz hiç barýþmadý. Adam hem suçlu, hem güçlü gibi, sebep olduðu olaydan dolayý bir kez bile gönlümü almak için teþebbüste bulunmadý.
Velhasýl-ý kelam, o da bizim köyün ayýlarýndandý.
*
Öðretmenimiz Fikret Bey’in lakabý “Karýncaezmez”’di. Gürültü olmasýn diye, altlarý lastik/kauçuk iskarpinler giyer, yer döþemelerini yýpratmak istemez gibi adýmlarýný adeta yere dokundurmadan atardý. Öyle deðnekle, gürültüyle bir iþi olmazdý onun.
O, nöbetçi oldu mu, o gün her þey saat gibi týkýr týkýr yürür, hiçbir vukuat çýkmazdý. Tüm iyi þeyleri kendinde toplamýþtý. Ýnsandan çok farklý, insanüstü bir yaratýk gibiydi. Ýnsan bir kerecik olsun bir þeye kýzmaz mý, baðýrmaz mý; hadi bunlarý geçtik, þöyle bir kaþlarýný çatmaz mý be hey adam!
Nöbetçi olduðu günler herkesi tek tek, baþlarýný okþayarak uyandýrýrdý. Ben, o gelmeden çok önce uyanmýþ olurdum, ama beklerdim ki, gelsin, baþýmý okþasýn, “günaydýn çocuðum,” desin… Çok hoþuma giderdi bu, o günümü bu sayede aydýnlýk geçirdiðimi düþünürdüm. Herkes öyle. Hepimiz, öðretmen sevgisini, ana-baba sevgisini, abi sevgisini, arkadaþ sevgisini, ihtiyacýmýz olan her sevgiyi onda bulurduk. O, kendini öðrencilerine adamýþtý.
Yatakhaneden çýkýp yemekhanenin yolunu tuttuðumuzda sýrtýný duvara verip dikilir, hepimizin suratýný tek tek gözden geçirir, bir problemimiz olup olmadýðýný algýlamaya çalýþýrdý. Hepimizin okul numarasýný ezbere bilirdi. Asýk suratlý birini gördüðü zaman, o öðrencinin numarasýný seslenip, “Karadeniz’de gemilerin mi battý?” diye sorardý.
Ben, ondan bu soruyu ilk duyduðumda, soruyu sorduðu çocuðun gemi sahibi birisi olduðunu sanmýþ, çocukla baþ baþa kaldýðýmýz bir anda, çenemi tutamayýp, ciddi ciddi, “senin gemilerin mi var?” diye sormuþtum. Çocuk, benim salaðýn teki olduðumu nereden bilsin, onunla dalga geçtiðimi sanarak, “siktir ol, git lan baþýmdan!” diyerek beni yanýndan kovmuþtu.
Kafamýn yarýldýðýnýn ertesi günü nöbetçi Karýncaezmez’di. Ben, onun bu özelliklerini henüz bilmiyordum. Yatakhaneden çýkmýþ, yemekhaneye doðru giderken numaramý seslendiðini duydum. Tam o anda da yaný baþýmdaki bir çocuðun sorduðu bir soruya cevap veriyordum; hemen sustum.
Karýncaezmez, “sen gel bakayým buraya!” diye emretti.
Konuþtuðum için azar iþiteceðimi sanarak, içimden konuþmama sebep olan çocuða okkalý bir küfür savurarak, yanýna gittim.
O, baþýmdaki bandajý iþaret ederek, þefkatle, “baþýna ne oldu, evladým?” diye sordu.
“Üst katýmdaki ranzanýn kenarýna çarptým efendim,” dedim.
Merakla, “nasýl oldu o?” diye üstelediðinde, biran nöbetçi öðretmenden bahsedip bahsetmemeyi düþündüm.
Adam herkese, baþýmý sakarlýðýmdan dolayý çarptýðýmý söylemiþti. Þimdi onu suçlamaya çalýþmak gereksizdi.
“Ranzamdan kalkarken biraz acele etmiþtim efendim,” dedim.
“Geçmiþ olsun!” diyerek beni yolladý. “Tamam, gidebilirsin!”
Yemekhanede tabldot tepsisindeki zeytin, peynir, margarin ve reçel çeþitlerini katýk ederek bol ekmekle karnýmýzý doyurmaya çalýþýyorduk.
Karýncaezmez görünürlerde yoktu, buna raðmen koca yemekhanede çatal, býçak seslerinden baþka bir ses yoktu.
Sessizlik içinde kahvaltýlýklar bitirilip tepsiler bulaþýkhanenin küçük penceresinden içeri teslim edilirken Karýncaezmez de ortaya çýkmýþtý. Tam da yemekhane kapýsýnýn kenarýna dikilmiþ, kahvaltýsýný yapýp çýkan öðrencilere bakýyordu.
Ben de tepsimi teslim etmiþ, yemekhaneden çýkýyordum ki, herkese sadece numarasýyla hitap ettiði söylenen Karýncaezmez, tam önünden geçerken bana, “Ergin Yavuz, gel!” diye seslenmiþti.
Bu gün, benimle ikinci muhataplýðýydý bu, pek hayra alamet deðildi. Korktum.
Heyecanlý hareketlerle yanýna giderken, “yavaþ, yavaþ, acele etmene gerek yok evladým!” diyerek karþýladý beni. Elini omzuma koyarak yemekhane kapýsýndan dýþarý çýkarttý. Gelip geçenlere duyurmak istemiyormuþ gibi, usulca, “Ali Yavuz senin baban mý?” diye sordu.
Bir an babama bir þey olduðunu sandým, “evet?” dedim sorgular gibi.
O, sevecenlikle, “baban benim köy enstitüsündeyken arkadaþýmdý,” dedi. Þaþýrdýðýmý görünce, biraz daha açýklama ihtiyacý duyarak, “senin yaþlarýndayken babanla ben ayrýlmaz iki arkadaþtýk,” diye devam etti. “Gel benimle!” diyerek, elini omzumdan çekip yaný baþýmda yürümeye baþladý. Baþýmdaki bandaja çevirdi bakýþlarýný; onun gene kafamdaki yarýðýn nasýl oluþtuðunu sorgulamaya baþlayacaðýný hemen anladým.
“Ben araþtýrdým, soruþturdum, kafanýn nasýl yaralandýðýný öðrendim,” dedi. Kafamýn, nöbetçi öðretmenin yüzünden yarýldýðýný öðrendiðini sandým; ama o, “kafaný yaran arkadaþýnýn ismini vermek istemediðin için seni takdir ederim; ama ismini bana söyle ki, bir daha böyle þeyler olmamasý için ona nasihatte bulunabileyim!” diyerek devam edince, baþýmý bir arkadaþýmla kavga ederek yardýðýmý sandýðýný anlamýþ oldum. Nöbetçi öðretmenden hala haberi yoktu.
“Yok vallahi öðretmenim, acele edeceðim diye kendim ranzanýn demirine çarptým,” diyerek ýsrar ettim.
Bu defa inanmýþ görünerek, “öyle olsun bakalým,” dedi.
Beni okulun malzeme ambarýna götürdü. Malzeme ambarýndaki memurun odasýna girdik. Karýncaezmez, memura, “bu Ergin Yavuz,” diyerek beni gösterdi. “Onu sana emanet ediyorum,” dedikten sonra da çýkýp gitti.
Odada altý, yedi öðrenci yan yana dizilmiþler, sessizce dikilmekteydiler. Memur, “sen de arkadaþlarýnýn yanýnda sýraya geç,” diyerek bekleyen öðrencileri gösterdi. Geçip, sýranýn en sonunda dikildim. Yaný baþýmdaki oðlanýn, üst katýmda yatan kibirli oðlan olduðunu görünce baþýmý çevirdim. O beni selam verilmeyecek kadar küçümsüyorsa, ben ona yýlýþamazdým ya! Neler olduðunu anlamaya çalýþarak beklemeye baþladým.
Ambar memuru önündeki sayfalar halindeki bir listeden, sayfalarý arasýnda siyah karbon kaðýdý döþenmiþ bir malzeme alma bonosuna notlar almaktaydý. “Bir iskarpin, 40 numara, bir gömlek, 1 numara, bir kravat, bir takým elbise, bir pardösü, çorap, iç çamaþýrý, mendil, çanta, üç yüz sahife sarý defter, harita metod defteri, çizgisiz, harita metot defteri, kareli, okul defteri 3 adet, çizgili, kurþun kalem, dolma kalem, mavi mürekkep, …” sonsuza dek sürecek gibi upuzun bir liste oluþturarak habire yazýyordu.
O sýrada kucaklarýndaki kolilerle gelen iki iþçi, kolileri ortadaki sehpanýn üstüne býraktýlar. “Bunlar, Sabri Yýlmaz’ýnkiler…”
Memur sýranýn en baþýndaki öðrenciyi yanýna çaðýrdý. “Sabri, gel oðlum, eþyalarýný teslim aldýðýna dair tutanaðý imzala!”
Çaðýrýlan öðrenci hemen gidip gösterilen yerleri imzaladý.
Memur, ona eþyalara dair hazýrladýðý bononun bir nüshasýný da vererek, “eþyalarýný bu listeyle karþýlaþtýrarak dolabýna yerleþtir, eksik bir þey çýkarsa hemen gelip bana haber ver, emi!” diye tembih etti. Ýþçilere, “çocuðun kolilerini dolabýna kadar götürün!” diye emrederken bir baþka listeyi de onlara teslim etti. “Döndükten sonra da þunlarý hazýrlayýn!”
Olanlardan anladýðým kadarýyla öðrencilere giyecek ve kýrtasiye yardýmý yapýlýyordu.
Nihayet sýra bana geldiðinde de ayný þeyler oldu. Ýmzalarýmý atýp tamamladýktan sonra kolilerimi kucaklayýp taþýyýveren iki iþçinin önünde yatakhanedeki dolabýmýn önüne vardýk. Adamlar, kolileri yere býraktýktan sonra gittiler.
Benim dolabýmdan birkaç dolap ötede, kendisine verilenleri yerleþtirmekle meþgul olan kasýntý oðlanýn bu defa suratý gülüyordu. Arada bir çýðlýk atýyordu. “Üf! Þunlara bak, gýcýr gýcýr!”
Ben de kolilerimi açarak içlerini boþaltmaya baþladým. Kolilerin biri giysilerle, diðeri kýrtasiyelerle doluydu. Aðzý kulaklarýnda sevinç çýðlýklarý atan kasýntý çocuða, “bunlarý bize niye verdiler ki?” diye sordum.
“Fakir olduðumuz için,” dedi.
Gerekçeden incindim bir an; kendi kendime, “ben fakir miyim?” diye sordum. Sonra, “bunlarý verdiklerine göre fakirmiþim demek ki,” diye karar verdim. Bunun gerçek olma ihtimalinden dolayý onurum kýrýldý. Fakir, Muhittin Amca gibiysen olunur, adamcaðýz fakirliði yüzünden dilencilik yapmak zorunda kalmýþtý; oysa benim babam bir öðretmendi, devlet babadan bir sürü maaþ alýyordu. Hem Nail amcam vardý benim. Eskiþehir’in en zengin adamlarýndan biriydi o; fabrikasý, evleri, dükkânlarý vardý. Oðlaný azarlar gibi, “ben fakir deðilim!” diye çýkýþtým. Babam belki fakir sýnýfýna giriyordur diye düþünerek ona amcamla övünmeye baþladým. “Benim fabrikatör amcam var, üç yüz tane iþçi çalýþtýrýyor.”
Öðrenci güldü. “Benim de üç yüz dönüm sulak tarlasý, besihanesinde altý yüz tane danasý, davarý olan amcam var. Ne olmuþ?” Eþyalarýný yerleþtirmeyi bitirmiþti. Dolabýnýn asma kilidini kapatýp yanýma geldi. “Buraya gelirken, annem yol paramý ondan alamadý da, muhtar amca, bakkal Ýsmail amca ve kahveci Recep, yol paramý aralarýnda denkleyip verdiler,” dedi. Dolabýma yerleþtirmeye baþladýðým kýlýklarý göstererek, “Allah, devletimize zeval vermesin! Ýnsanýn amcasý bu kadar yardým etmez, acýyýp da!” dedi. Bir an sustuktan sonra, “senin amcan ediyor mu?” diye sordu.
“Çý-ýh!” dedim.
Amcalarýmýzýn harisliðine ikimiz de güldük.
Verilen kýlýklarý giyinip de dersliðimize doðru giderken, koridorlarda yanlarýndan geçtiðim öðrencilerin pek çoðu kafalarýný çevirip çevirip üstüme baþýma bakýyorlardý. Eminim ki, onlarýn arasýnda nice babasýz kalmýþ, fakir çocuklarý vardý. Üstümdekileri, olarýn sýrtýndan sýyýrýp almýþým da öyle giyinmiþim gibi bir duyguya kapýldým.
Nazmi ile asýk suratlý baþlayan iliþkimiz, sonradan çok samimi bir dostluða dönüþecekti.
*
Nazmi, Tokat Zileliydi. Babasý uzun yol þoförlüðü yaparken, kaza yapýp ölmüþ, Nazmi ile annesi de Zile’de anneannesinin yanýna yerleþmiþlerdi. Zile’deki öðretmenlerinin teþvikiyle girdiði Ankara Erkek Öðretmen Okulu sýnavýný birincilikle kazanmýþtý.
“Ben de üçüncülükle kazandým,” dedim ona.
O ise, “ha birincilikle, ha üçüncülükle, kazandýk ya, ona bak sen,” diyerek mütevazý bir tavýr sergilemiþti.
*
Kendim öðretmen olamamýþtým, ama Ankara Erkek Öretmen okulunda, Nazmi ile üst düzeyde seyreden arkadaþlýðýmýzý yaþadýðýmýz yýldan yýllar sonra Balýkesir’de öðretmenlik yapan bir hanýmefendiyle evlenmiþtim.
Kendim Eskiþehir’deki Þeker Fabrikasýnda memur olarak çalýþmaktaydým. Eþimin, eþ durumundan tayinini Eskiþehir’e yaptýrabilmek için Ankara’da Milli Eðitim Bakanlýðýnda Ýlköðretim Özlük Ýþlerine gelmiþtik. Tam da Milliyetçi Cephe koalisyon hükümetlerinin dönemi, yani bir torpiliniz yoksa hiçbir iþinizi hallettiremediðiniz bir dönem. “Olanak, olasýlýk” gibi kelimelerle konuþtuðunuzda bile hemen solcu olduðunuza hükmedilmekteymiþ, ama ben bilmiyordum bunu. Bu konuþma þeklimden dolayý, servisteki þef ve memur düzeyindeki çalýþanlar habire sorun çýkartýyorlardý. Ýþimizi halledebilmek için saða sola gidip gelirken, lisede Sanat Tarihi öðretmenliðimi yapan, o sýralarda ise Çankýrý Milli Eðitim Müdürü olan Kamil Ateþoðlu (yoksa Kenan Ateþoðlu muydu? neyse…) (sonradan CHP Milletvekilliði de yaptý) ile karþýlaþtýk. Elini öpüp sorduðu için derdimi anlattým, ama hep o yeni Türkçe kelimelere de yer vererek.
Beni, “evladým, böyle solcu aðýzlarýyla konuþursan iþiniz olmaz; konuþtuðun kelimelere dikkat et, eski kelimeleri kullan,” diye uyardýðýnda öðrenmiþ oldum kullanýlan kelimelere göre solculuk teþhisi konulduðunu.
Hocam da, kendisinin CHP.li olarak tanýndýðý için bize bir katkýsý olamayacaðýný söyleyince umudumu iyice yitirip, eþime, “verelim dilekçemizi evrak kayýta, gidelim. Bir torpil arayýp bulalým. Olmazsa ben tayinimi Balýkesir’e yaptýrýrým,” dedim.
Dilekçenin kaydý alýnmadan önce Ýlköðretim Genel Müdürü tarafýndan “uygundur” diye paraf edilmesi gerekiyormuþ, çýktýk adamýn katýna, evrak imzalatmak için bekleþenlerle birlikte girdik odasýna. Masasýnda noter katibi edasýyla habire imza atan Ýlköðretim Genel Müdürünü hemen tanýdým. O, Ankara Erkek Öðretmen Okulunda geçirdiðim bir yýlýn can ciðer dostu Nazmi idi…
Ýmza atarken beni tanýmamýþtý. Ona kendimi tanýtýp tanýtmamak arasýnda kararsýz kalarak imzamý arttýrdým. Bana, “sizin evrakýnýzda bir problem var. Þu arkadaþlarý yollayýncaya kadar bekleyin de, probleminizi düzeltmeniz için yardýmcý olayým,” diyerek bize odasýndaki iki koltuðu gösterdi. Geçip oturarak beklemeye baþladýk.
Nazmi, imza þöleni tamamlanýp da odasý boþalýnca sekreterine, “içeri kimseyi salmayýn!” diye talimat vererek ayaklandý.
“Ulan Ergin! Nereden çýktýn sen ulan?” diye çýðlýklar atarak yanýma geldi, beni büyük bir hasretle kucaklamaya baþladý.
Az önce tanýmazlýktan geldikten sonra bu mesafesizliðinden dolayý geçirdiðim þaþkýnlýðý fark ederek, “kusura bakma, milletin ortasýnda mesafeli durdum,” dedi. Beni býrakýp eþime döndü. “Hoþ geldiniz hoca haným!” diyerek tokalaþtý.
Eþim çekingen, “hoþ bulduk, efendim!” derken, o hemen çýkýþtý.
“Baþ baþayken makam mevki yok, tamam mý?” Eþimin tokalaþtýðý elini býrakmýyordu. “Ben Nazmi, aha bu adamýn öðretmen okulundan sýra arkadaþýyým. Hem de yatakhanede ranza arkadaþý. Hala horluyor mu uykusunda bu?”
Eþim de rahatlamýþtý. “hem de nasýl,” diyerek güldü.
Ýkisi gülümserken, ben elimdeki dilekçede ne gibi bir sorun olabileceðini düþünüyordum. “Nazmi’ciðim biz bu dilekçeyi evrak kayda verecektik ya, problem var deyince sen…”
Elimden dilekçeyi aldý, masasýna geçti, dahili telefonla bir yere telefon etti. “Odama kadar geliver!”
Çok geçmedi, odasýna gelen yardýmcýsýna beni tanýttý. “Ergin bey, okuldan kardeþimdi, Saitçiðim. Eþinin tayinini Eskiþehir’e yaptýrýver hemen, emi!” dedi.
Sait, dilekçeyi aldýktan sonra çýktý gitti.
Nazmi, “Sizin iþiniz tamam,” dedi. “Evinizi Eskiþehir’e taþýyýn siz…”
“Bu kadar çabuk mu?”
“Biz hýzlý servisiz,” diyerek güldü. Saatine batý, “öðlen oluyor,” dedi. “Çayý kahveyi yemekten sonra içeriz. Haydi, lokantaya gidelim.” Ayaklandý.
Ýtiraz edecek oldum. “Biz izin isteyelim…”
Hemen çýkýþtý. “Ne münasebet? Akþama da buradasýnýz daha. Hanýmlarý tanýþtýrmayacak mýyýz?”
*
Bir de Zile’den adam çýkmaz derler. Yýlaný Zileliyle ayný çuvala koymuþ, yýlan, “imdat Zileli!” diye baðýrmýþ, diye fýkralar üretirler. Onlar gelsinler de adam görsünler!
Ýyi çocuktu Nazmi.
Adam olduktan sonra da “iyi” kalmýþtý.
Helal olsun ona!
*
Karýncaezmez, “babaný benim kadar seven bir dostuyla tanýþtýracaðým seni,” dediði zaman kafam karýþtý. “Onun asýl adý Tahir; ama sen onu Fakir Baykurt olarak tanýyorsundur.”
“Fakir Baykurt mu? Þu meþhur yazar mý?”
Fakir Baykurt, babamý tanýyormuþ ve üstelik çok seviyormuþ. Ýyi de, bu nasýl olabilirdi ki? Babam gibi sýradan bir öðretmen ile Fakir Baykurt gibi dünya çapýnda bir yazar...
Yazarýn o dönemde, Yýlanlarýn Öcü, Irazcanýn Dirliði, Onuncu Köy gibi çok ünlü romanlarý vardý. Yurt dýþýnda ve yurt içinde ödüller alýyorlardý. Özellikle Yýlanlarýn Öcü yabacý dillere de çevrilmiþ çok ünlü bir romanýydý.
Babam ise sýradan bir insan olarak evinin kirasý ile teberleþiyordu…
Kafamýn karýþtýðýný Karýncaezmez de fark ederek, “sana babanla Gönen’de ki köy enstitüsünden arkadaþ olduðumuzu söylemiþtim ya… Bu gün seni tanýþtýracaðým o meþhur yazar da ayný enstitüden arkadaþýmýzdý bizim,” deyip sustu, bekledi, benim büyük bir merakla bir þeyler anlatmasýný beklediðimi görerek hikayeyi tamamlamaya karar verdi. “Ama, o sýnýf arkadaþýmýz deðildi. Bir alt sýnýfýmýzdaydý. Enstitüye ilk geldiði zaman fukara, ezik, yabanýl biriydi. Baban keþfetti onu, birlikte kütüphaneden çýkmaz olmuþlardý, çünkü ikisi de þiir yazmayý ve okumayý çok seviyorlardý.”
Evet, burasý çok doðruydu; babam þiir yazmayý da nesir yazmayý da, okumayý çok severdi. Para vererek kitap almazdý, alamazdý, ama üye olduðu Ýl Halk Kütüphanesinden ve benzeri yerlerden bir sürü kitap getirerek odasýna kapanmadýðý tek bir gün yoktu. Odasýndaki daktilo o evdeyken susmamacasýna týkýrdardý. Yazdýðý þeyleri bir yerlere yollar, neticelerini ise annemle paylaþýrdý. “Bak, Varlýkta öyküm yayýnlandý… Çetin Altan, þiirimi yayýnladý Akþam Gazetesindeki köþesinde… Remzi Kitapevi, romanýmý editörüne inceletmeye karar verdi…” gibi bir çok sohbetine kulak misafiri olduðumu hatýrlýyorum.
Karýncaezmez, anlatmaya devam etti. “Ben þiiri onlar kadar beceremiyordum, ama yazdýklarý þiirleri inatla dinleterek kafamý da þiþiriyorlardý. Ýþte böyle bir üçlüydük biz. Yemekhanede, yatakhanede, atölyede, bahçede, tarlada, ahýrda, her yerde beraberdik…”
Anlatýlanlarý kavramýþtým. O an nasýl kibirlendiðimi anlatamam. Benim babam çok büyük adamdý, çok. Bunu Eskiþehir’deyken tam olarak fark edememiþ olsam da…
Aðzýmdan, “sonra?” diye bir soru çýktý kendiliðinden. Onlarýn arkadaþlýðý saatlerce, sýkýlmadan dinleye bileceðim bir masal kadar cazipti.
“Sonrasý, sonra…” dedi Karýncaezmez. Güldü. “Okulumuz bitti, hepimizi verdiler birer köy okuluna. Tahir amcan…” Tahir amcan deyince, bir an, mutlulukla irkildim. Nail amcamdan daha öz bir amcaymýþ gibi hissettim onu. “memleketi Burdur’da Yeþilova’nýn bir köyüne tayin edildi. Ben, Ankara Nallýhan’ýn bir köyüne tayin edildim. Baban Samsun Havza’nýn bir köyüne tayin edildi. Darma duman olduk, ama uzun yýllar mektuplaþtýk ta… Sonra sonra kaybettik birbirimizin izini, ama þunu iyi bil ki, birbirimize sevgimizi asla kaybetmedik.”
Yeniden, “sonra?” diye sordum. Bitmesini isteiyordum anlattýklarýnýn.
Karýncaezmez, “sonrasýný da Tahir amcan anlatýr,” dedi. “Öðlen yemeðinden sonra bekliyor bizi; buluþacaðýz. Doðru dürüst, temiz bir þeyler giyin emi…”
Ne demek? Tabii ki, en iyi kýyafetlerimi giyinecektim.
Karýncaezmez, “Tahir’ciðim bu sana bahsettiðim Ergin Yavuz,” diyerek tanýþtýrdýðý adam, masasýnýn önünde oturan bir baþka adama bir þeyler anlatýyordu ki, lafýný kesti, adama, “devam ederiz hocam,” diyerek bizi karþýladý.
“Ali’nin oðlu?”
“Evet!”
“Hoþ geldin delikanlý!”
Babama ne kadar da benziyordu. Ýkisi de kýrk yaþýnda, kavruk, zayýf, ama yakýþýklý. Yoksa, gerçekten de amcam mýydý?
“Hoþ bulduk Tahir amca!” diyerek eðilip elini öptüm.
O, tutamadý kendini, güldü, “Tahir amca mý?” diye sordu. “Baban mý bahsetti kardeþliðimizden, ha?” Çok deðiþik bir diksiyonu vardý, etkileyici, týpký þiir okur gibi.
“Yok efendim,” diye izah ettim ona; “Babam pek bahsetmez böyle þeylerden. Fikret öðretmenim anlattý.”
“Tamam,” dedi Fakir Baykurt, “ben senin Tahir amcaným…” Bizi masasý önündeki diðer koltuklara oturttu. “Baban Ali, öz kardeþim kadar kardeþti bana! Eskiþehir’deymiþ, ha?”
Bu “ha?” soru sözcüðünü ikidir kullanmasý dikkatimi çekmiþti. “Eskiþehir’de efendim,” diye cevap verdim ona.
“Vay benim canýmýn içi abim. Bir de özledim ki…” Karýncaezmez’e döndü. “Abi, ansýzýn bir ziyaret edelim mi þunu, ne dersin?”
Ben, bu önerinin gerçekleþmesi ihtimaliyle sevince belenirken, Karýncaezmez ona sitem ederek, “çok edersin!” diye çýkýþtý. “Sendikadan fýrsat bulabilecekmiþsin gibi… Sendikal olaylar daha çok enterese ediyor seni.”
“Enterese etmek de ne demek, ha?” diyerek güldü. “Þu Türkçeyi katletmeyin yahu…”
Karýncaezmez, “Sendika olaylarý daha çok ilgilendiriyor seni,” diyerek düzeltti.
Fakir Baykurt, “ya, ne demezsin, o bizim her þeyimiz. Gene de bir fýrsat yaratalým basalým þunu be, burnumda tütüyor vallahi…”
“Eh, sendikadan vakit ayýrýrsan gideriz.”
“Sendika ya… Sana da dedik gir yönetime diye ama kaytardýn, ne güzel iþlerimin yarýsý yýkardým sana,” diyerek gülmeyi sürdürdü.
Karýncaezmez de gülerek, “oradan kaytarmasaydým, baþka yerlerden kaytarmam gerekecekti,” dedi. Onun, okula, öðrencilere adanmýþ hayatýný düþününce ne demek istediðini anlamýþtým.
“Ben de, hocama Kayseri Alemdar Sinemasý'ndaki genel kongreyi anlatýyordum geldiðiniz de.”
“Anlat da biz de dinleyelim o halde!”
Fakir Baykurt, “tamam,” dedi. “Önce, Ergin’e hediye paketini vereyim de…” Masasýndaki zili çalýp az bekledi. Yaþlý bir müstahdem geldiðinde, “þu hediye paketini getiriver Sami!” dedi. Sami dediði adam çýktýktan hemen sonra kucaðýnda büyükçe bir koliyle geldi. “Koy delikanlýnýn yanýna!” Adam hediye paketi denilen koca koliyi oturduðum yerin yaný baþýna býraktý. “Ýçinde benim kitaplarým, dergiler ve birkaç kýrtasiye var.”
“Teþekkür ederim efendim!” Geldiðimizde yaptýðým gibi, bu defa Tahir amca diye hitap edememiþtim.
O, büyüklerle konuþmayý sürdürerek, “... kongrenin toplanma zamanýna yakýn iki camiye ve bir imam-hatip okuluna bomba atmýþlar. Allahsýz komünistler camileri bombaladý ve komünist öldüren cennetlik olur, propagandasý yayýlmýþ Kayseri'ye… Çok kýsa bir sürede binlerce kiþilik bir linç kalabalýðý sinemanýn önüne toplanmýþtý. Tam o arada, ben de açýlýþ konuþmasýný yapýyordum. Dursun, kulaðýma, gericilerin, baðnazlarýn saldýrýsýna uðramak üzere olduðumuzu ve büyük bir kalabalýðýn kongremizi basmak için þu anda sinema kapýsýna çok yakýn bir yerde olduklarýný, söyleyince bu bilgiyi ben de salondakilere aktarmýþtým... derken milisler tekbir getirerek yaklaþýk 800 öðretmenin toplandýðý salona taþ ve gazlý paçavralar atmaya baþladýlar, top yekün taarruza geçtiler. On binlerce öfkeli, ne yaptýðýný bilmez baðnaz, beþ katlý sinemaya saldýrdý. Bulabildikleri her þeyi yakýp yýktýlar. Pencerelerden dumanlý, sisli yalýmlar yükseliyordu. Bu arada, yalýmlar arasýnda genç bir öðretmen boðulmak üzere, parça parça sesiyle bir marþ söylüyor, üzerinde yaðan taþ ve þiþeleri görmüyordu sanki. Marþýn boðuk ezgisi, yalýmlarýn çatýrtýsýna, on binlerce öfke-korkunun uðultusuna karýþýyordu. Sinema ateþe verildi, öðretmenlere saldýrýldý. Askerin çabuk müdahalesi sayesinde öðretmenler kordona alýnarak tahliye edildiler. Neyse ki kimse hayatýný kaybetmedi. Beþ yüze yakýn yaralý vardý ama...”
Aðzým bir karýþ açýk dinlemiþtim anlatýlanlarý. Duygularýma yaþanmýþ olan vahþet hükmederken, Tahir Amca’nýn babamdan da büyük bir adam olduðuna karar vermiþtim.
O, sadece dünya çapýnda bir yazar deðil, halký ve öðretmen meslektaþlarý için, babam için, savaþan bir kahramandý.
*
Dersler baþladýktan on gün sonra, tam da öðretmenin geleceði dakikalarda, adeta bir ortaokul öðrencisi görünümünde, kýsa boylu, zayýf mý zayýf bir çocuk girdi sýnýfa.
Bir kiþi, “ilkokul aþaðý mahallede, yanlýþ gelmiþsin,” diye laf attý, gülüþenler oldu.
Gelen öðrenci onu umursamayarak oturabileceði boþ bir yer bakýndý. Önlerde, tek kiþi oturan bir öðrencinin yanýna giderek, “buraya oturabilir miyim?” diye sordu.
Tek baþýna oturan öðrenci, “üzgünüm, ama gelecek var,” diyerek izin vermedi ona. “Bak, en arkadaki sýra boþ,” diyerek sýnýfýn arka tarafýný gösterdi.
Öðrenci, gösterilen yere gitti, oturdu.
Fýsýltý gazetesi birkaç teneffüslük mesai ile yeni gelen hakkýndaki bilgilere ulaþmamý saðladý. Adý, Namýk imiþ; sýnavý kazanan bir öðrenci her nedense okula baþlamadýðýndan yedeklerin baþýnda yer alan Namýk’ý okula kaydetmiþler.
Namýk, baþka bir dünyadan gelmiþ gibi tertemiz yüzlü, iyi giyimli, çekingen birisiydi. O ufacýk boyuyla oturduðu en arkadaki sýrada, önündeki sýralarda oturan iriyarý gençlerden dolayý görünmüyordu. Öðretmenler derslere giriyor, konularý anlatýyorlar, onu göremeden, ya da o öðretmenleri göremeden ders bitiyordu. Çaresizce boynunu uzatarak, ya da ayaða kalkarak karatahtada yazýlanlarý defterine geçirmeye çabalýyordu. Onun bu hali gözüme çok sempatik görünüyordu.
Resim dersinde, öðretmen kürsüsüne yerleþtirilen meyve dolu bir tabaðýn karakalemle natürmort çalýþmasýný yapýyorduk. Arka sýradan bir beliren, bir yok olan kafa, resim öðretmenimiz Karýncaezmez’in dikkatini çekince onun yanýna gitti. Önce, yaptýðý resimle ilgilendi. Resim kâðýdýný önünden alarak karatahtanýn önüne geldi.
“Çocuklar,” diye seslenince hepimiz resim yapmayý býrakýp ona baktýk. O, yukarý kaldýrdýðý resmi sýnýfa göstererek, “bu yeni gelen arkadaþýnýzýn çalýþmasý. Sizlere, yapacaðýnýz resimle ilgili bir örnek teþkil edebilecek kadar, güzel bir çalýþma. Þu gölgelendirmeleri görüyor musunuz? Resme üç boyutlu bir derinlik kazandýrmak için nerede, nasýl gölgelendirme yapacaðýnýzý iyi bilmelisiniz…”
Kendi resmime dikkatle baktým. Gölgelendirme? Yoktu öyle bir þey; bilmiyordum, kimse öðretmemiþti. Resmimde simetri vardý, o da bir derinlik katabiliyordu, ama gölgelendirme canlandýrýyordu resmi, elini uzatýp meyveyi kâðýdýn üstünden alýverecekmiþsin gibi capcanlý yapýyordu.
Karýncaezmez, resmin sahibi çocuða, “sen gel bakayým buraya, yavrum!” diye seslenince Namýk ayaða fýrlayýp sýrasýndan ayrýlýyordu ki, Karýncaezmez, “sýranda bir þeyini býrakma, neyin varsa toparla gel!” diyerek müdahale etti.
Namýk, sýradaki eþyalarýný toparlamaya baþladýðýnda, öndeki sýralardan birisinde tek baþýna oturan öðrencinin yanýna giden Karýncaezmez, ona, “dokuz yüz on, sen burada niçin yalnýz oturuyorsun?” diye sordu.
Bu çocuk, Namýk ilk geldiðinde yanýna oturmasý için izin vermeyen çocuktu, ayný yalaný Karýncaezmez’e söylemeyi de denedi. “Yalnýz oturmuyorum hocam. Gelecek var.”
Karýncaezmez, bu cevaba þaþýrdý. “Yoklama listesinde sýnýfýn mevcudu tam görünüyor, gelmeyen herhangi bir öðrenci yok! O gelecek olan arkadaþýnýn adý neymiþ bakayým?”
“Adýný bilmiyorum efendim.”
“Onunla, daha önce birlikte oturdunuz mu?”
“Yok. O, gelecekmiþ… Öyle dediler…”
Saçma sapan bir yalaný söyleyecek kadar aptal isen, yalancýlýðý sürdürmeyi becerebilecek kadar zeki deðilsindir. Aðzýna burnuna bulaþýr her lafýn; ama, Karýncaezmez gibi engin bir hoþgörüye sahip öðretmenin olduðu için þanslýsýndýr, o senin yalancýlýðýný yüzüne vurmaz.
“Tamam evladým! O arkadaþýn geldiði zaman, onu da baþka bir yere oturturuz, emi! Þimdi, yer aç da bu arkadaþýn otursun yanýnda!”
Öðrenci zoraki toparlanarak sýranýn yarýsýný boþalttý. Namýk, kucaðýnda eþyalarýyla geldi, boþaltýlan yere yerleþmeye baþladý. Yeni sýra arkadaþýnýn dostluðunu kazanabilmek umuduyla, ona, “merhaba!” dedi. Öteki ise, içinden geçen küfürleri dýþarý yansýttýðý bir suratla karþýlýk verdi ona.
Sýra arkadaþým Nazmi de fark etmiþti, sýranýn eski sahibi öðrencinin kötü tavrýný, beni dürterek, “beyzadenin rahatý bozuldu,” dedi. “Suratýndan düþen bin parça oluyor.”
Karýncaezmez, karatahtanýn önüne geçerek dersi anlatmaya baþladý. “Bu günkü dersimizde karakalem ile gölgelendirmeyi öðreneceðiz…”

Resim dersi biter bitmez Namýk’ýn tepesine dikildim. Tam da o anda yanýna zorla oturduðu oðlan emrivakii henüz hazmedememiþ, bir þeyler kusuyordu. Beni fark eden Namýk, buna pek sevindi. Yanýndaki ayýya karþý nezaketi gene de býrakmayarak, “sizinle daha sonra konuþalým; müsaade ederseniz, arkadaþýmla bir iþimiz var da,” diyerek ayaklandýktan sonra benimle birlikte sýnýftan çýktý.
“Bir þey mi diyordu o ayý sana?” diye sordum.
Yüzü kýzararak, “küfür ediyordu,” dedi.
Bunu öðrenince, ben de kendimi tutamadým, aðýr bir küfür savurdum onun için; sonra kendimi toparladým, daha sakin, resimle ilgili konuþmaya baladým. “O kadar güzel resim yapmayý nereden öðrendin?”
Alçak gönüllüðünden taviz vermeksizin, “o kadar da güzel olmadý aslýnda,” dedikten sonra, bana da iltifat etmeyi ihmal etmedi. “Senin yaptýðýn resim çok daha güzeldi.”
Ben, sanýrým alçak gönüllü davranabilecek kadar akýllý deðildim. “Benim, ilkokul beþinci sýnýftayken guaþ boyayla yaptýðým bir manzara resmi, Türkiye çapýndaki bir resim yarýþmasýnda mansiyon ödülü almýþtý,” diyerek övünmeye baþladým; oysa, böyle övünürken mansiyon ödülünün nasýl bir ödül olduðunu bile bilmiyordum.
Doðruca okul tuvaletlerine gittik. Tuvaletlerin içi koyu bir sigara dumaný altýndaydý. En az yirmi genç, acele nefeslerle sigara içmekteydi. Benim buraya geliþimdeki amaç ta aynýydý. Hemen çorabýmýn içinden çýkarttýðým sigara paketinden bir sigara aldým. Ýçmediðini umuyordum, ama nezaketen Namýk’a da tuttum, aldý. Ben civardakilerden ateþ alarak kendi sigaramý yakarken, Namýk benden uzaklaþarak giriþe yakýn bir yerde, iriyarý üç öðrenciyle hararetli hararetli bir þeyler konuþmaya baþlamýþtý. Buradan, oðlanlara bir takým talimatlar verdiðini sanýrdýnýz. Sonra, onlarý býrakarak yanýma geldi, öteki oðlanlar da ayný anda tuvaletlerden çýkýp gittiler.
“Kimdi onlar?”
Onlar hakkýnda konuþmak istemediðini belli ederek, “arkadaþ, sonra tanýþtýrýrým seni de,” dedi.
Israr etmedim.
Teneffüs bitipde sýnýfa döndüðümüzde, bir sürprizle karþýlaþtým. Namýk’ýn yanýnda oturduðu ayý, sýradaki eþyalarýný toparlýyordu. Namýk gelir gelmez, “ben arkadaki boþ sýraya geçeyim de, siz rahat oturun,” diyerek karþýladý onu.
Namýk, muzaffer edalarla, “iyi olur!” diyerek geçip sýrasýna otururken, ayý da geçip arkadaki sýraya yerleþmeye baþlamýþtý.
Yanýmda oturan Nazmi’ye bakarak, þaþkýn mimiklerle, “ne oluyor?” diye sordum.
Nazmi, “komünistler geldi,” dedi. “Meðer senin adamýn da onlardanmýþ.”
Komünistler mi? O da neydi?...
*
Namýk ile arkadaþlýðýmýz okul dýþýna da taþmýþtý.
Nazmi, bizimle gezip tozmak yerine yurtta/okulda kalýp ders çalýþmayý tercih ediyordu. Onun bu tavrý ilk sýnav notlarýnda baþarýlý olmasýný da saðlamýþtý, yani tüm notlarý “on”du; her hangi bir sýnavdan dokuz aldýðý zaman o bir puanlýk eksiklik nedeniyle hýrslanýyor, o notu da mutlaka “on”‘a tamamlýyordu. Sýra arkadaþým, yatakhanede ranza arkadaþým, yemekhane de, kütüphanede masa arkadaþým, her durumda en samimi arkadaþým, halen Nazmi idi. Namýk ile arkadaþlýk yapmamý istemiyordu ve her defasýnda, beni, onun hakkýnda kendince uyarýyordu. Biraz da abartarak…
Nazmi’nin, Namýk hakkýnda sarf ettiði “komünist”, “solcu” yaftalarýna uygun bir dýþ hayatý olduðunu, beni T.Ý.P. nin Gençlik Kollarýna ait bir lokale götürdüðü zaman ilk kez düþündüm. Oturduðumuz masada sekiz, on kiþilik bir grup vardý; beni hepsiyle teker teker tanýþtýrdý. Öylesine candan karþýlanmýþtým ki, hepsiyle canciðer kuzu sarmasý oluvermiþtim. Herkes, komplekssiz, mesafesiz, sevimli, tatlý dilli, bilgili bir etkiyle arkadaþým olmuþtu. Ýnsan Haklarýnýn evrenselliðinden, emperyalist güçlere karþý maðdur olan ülkelerin ezilen insanlarýndan, Atatürkçü Düþünceden, Atatürkçü Ekonomiden,… konuþuyorlardý. Ben ise bilgisizliðimle, onlarýn bilgi birikimini, aðzý açýk ayran budalasý gibi dinliyordum. Nazmi’nin ýsrarla “tu kaka” dediði, Namýk’ýn “solcu” olmasýnýn, kötü bir þey olmadýðýna karar verdim. Hatta, Nazmi’nin öve öve göklere çýkarttýðý “milliyetçilik”, “ülkücülük”, “saðcýlýk” gibi kavramlardan daha iyi bir þey olduðuna karar verdim.
Lokalin duvarlarýnda Behice Boran’ýn boy boy afiþleri ve fotoðraflarý ile TÝP amblemli bayraklar asýlýydý. Resimlerde genelde pamuk gibi beyaz saçlarý, güleç yüzü olan çirkince bir kadýn olarak görünüyordu. Afiþlerde, Galata Köprüsünde Kore Savaþýna karþý eylemler yaptýðýný okuyunca, aklýmdan, onun bir lider olabilmek için gereken meziyetlere sahip olduðuna hükmettim. Sevmiþtim ben burayý.
*
Bu sevgi, pek çok arkadaþlýk soktu hayatýma. Sonradan tanýþtýðýmýz Saide adýndaki kýz, bana özel bir samimiyetle yakýnlaþmaya baþlamýþtý. Gözlük takan, saçlarýný kulaklarýnýn üstüne kadar kat kat kýsaltan, iri kemikli bir kýzdý; onu, pürüzsüz teni çok güzel gösteriyordu. Lokale her gittiðimde, kiminle, nerede oturuyor olursa olsun, kalkýp yanýma geliyordu.
Bir keresinde, bana, “kafam çok uyuþuyor seninkiyle,” demiþti.
Hangi konularda, nasýl uyuþtuðumuzu bile anlayamadan, “benim kafam da seninkiyle,” demiþtim.
Sonra baþ baþa, baþka yerlere de gitmeye baþladýk.
Aþýrý solcu bir derneðin (hatýrlayabildiðim kadarýyla Halkýn Kurtuluþu/ÝGD’ de olabilir)düzenlediði bir moral gecesine götürdü beni. Ruhi Su’yu getirmiþlerdi, seyrettik, dinledik. Konser neredeyse bitmek üzereydi ki, yanýmýza iki kiþi gelip bizi oturduðumuz yerden kaldýrarak dýþarý çýkarttýlar.
“Konser bitmek üzere, daðýlýrken arkadaþlardan bir tanýyan olursa zor durumda kalabilirsiniz. En iyisi gidin,” diyerek bizi oradan yolladýlar.
Onca kalabalýðýn içinden bizim kendilerinden olmadýðýmýzý nasýl anladýklarýna aklým bir türlü ermedi.
Ruhi Su dinleyebilmek uðruna beni rakip bir derneðin lokaline götürmüþ olduðunu anladýðýmda onu epeyi bir azarladým.
O geceyi Saide’nin evinde geçirdim.
Annesi ve ablasý ile birlikte kaldýklarý evde, o gece annesi ile ablasýnýn olmayacaðýný söyleyerek, beni davet etti. Saat tam on bir (yirmi üç)de nöbetçi öðretmenler yatakhaneyi dolaþmaya baþlýyorlar ve sayým yapýyorlardý. Saide ile gittiðim takdirde, yatakhanede tam vaktinde bulunmam mümkün deðildi.
Saide, “Ýyi ya,” dedi; “yatakhanede bulunmadýðýnda baþýna ne gelebileceðini test etmenin tam sýrasý!”
Hak verdim ona; ama, asýl test edeceðim þey, onunla birlikte evde tek baþýmýza iken, baþýma nelerin geleceði idi…
*
Mübalaðaya gerek yok! Tüm sinir sistemim içimde kabaran ihtirasa direnemeyerek boþalývermiþti. Ellerim, bacaklarým abartýlý bir þekilde titremeye baþlamýþlardý, dizginleyemiyordum. Kýzcaðýz beni sakinleþtirebilmek için ufacýk temaslar kurup, bolca konuþuyordu.
O arada anlattýðý bir fýkrayý hala anýmsamaktayým. (Azýcýk müstehcen olduðu konusunu okur dostlarýma ikaz etmiþ olayým.)
“Tir tir titreyen yaþlý, eðri büðrü bir adam, bir gün geneleve gitmiþ. sofada oturan kadýnlarýn arasýndan, herkesin gýpta eden/hasetli bakýþlarý önünde, sen, sen, sen de, diyerek altý tanesini seçerek odaya sokmuþ. Anadan üryan soyunup uzanmýþ yataða, ama uzadýðý yerde titremekten zýp zýp zýplamaktaymýþ. Kadýnlara, sen, demiþ sað bacaðýmýn üstüne çýkýp otur; sen sol bacaðýmýn üstüne çýk otur; siz ikinizden biriniz sað kolumu diðeri sol kolumu tutsun, beþi,nciniz de baþýmý tutsun! Kadýnlar denileni yapýlýnca adamýn titremesi durmuþ. Adam, altýncý kadýna da demiþ, çýk üstüme gör iþimi. Kadýn üstüne çýkýnca, öteki kadýnlara, tamam demiþ, salýverin hepiniz zapt ettiðiniz yerleri. Beþ kadýn birden bir kenara çekilince adam gene baþlamýþ hoplayýp zýplayarak titremeye. Böyle böyle iþini de görmüþ…”
Onun böylesine müstehcen bir fýkrayý anlatýþýndaki utanmazlýk bana da sirayet ettiðinde daha soðukkanlý olabilmeyi baþardým. Evet, on altý yaþýndayken ilk kez o gece milli olmuþtum…
Daha sonra, Saide ile samimiyetimiz hiç eksilmedi. Sadece, artýk ben, kýzana gelmiþ diþi kedinin peþinde ayrýlmaya erkek kedilere dönmüþtüm.
*
Eskiden Namýk ile birlikte geldiðimiz lokale daha çok kendi baþýma gelir olmuþtum.
O günlerde çok önemli iþler yapar olmuþtuk. Ben, yaptýðým iþe, hem arkadaþ çevremdeki popülaritemin artmasýný saðlamasýndan, hem de Tahir amcama bir hizmet görmekten dolayý iki misli önem veriyordum.
Tahir amcamýn baþkanlýðýný yaptýðý Türkiye Öðretmenler Sendikasý, tüm öðretmenleri ilan ettikleri “BÜYÜK ÖÐRETMEN BOYKOTUNA” katýlmaya ve desteklemeye çaðýrýyordu. Caddelerde ve park, kahvehane gibi oturma yerlerinde buna dair bildirileri daðýtýyorduk. Çeþitli yerlere yapýþtýrýlan afiþler için de tercihimiz akþam karanlýðý oluyordu.
*
Okul Ýdaresi, Saide’nin evinde geçirdiðim gecenin hesabýný sormak için yazýlý savunmamý almýþtý. Hemen iki satýrda, babamýn Eskiþehir’den ziyaretime geldiðini, o geceyi bir akrabamýzýn evinde babam ile geçirdiðimi yazýp vermiþtim. Ýnanmamýþlardý tabii ki, böyle durumlarda velilerin okul idaresine baþvurarak çocuklarý için izin aldýklarýný söyleyerek yalan söylediðimi iddia ediyorlardý.
“Valla billa doðruyu söylüyorum hocam!”
Karýncaezmez, “ikiyüzaltmýþaltý!” diye seslenerek yanýna çaðýrdýðýnda, ondan da zýlgýtý yiteceðimi hemen anlamýþtým. Okulda herkesi numarasýyla çaðýrýrken bir tek beni adýmla çaðýran Karýncaezmez, bu defa beni de numaramla çaðýrarak aramýza peþinen bir mesafe koymuþtu. Yanýna gider gitmez, “disiplin kuruluna sevk edilmene karar verildi,” dedi. Bunun ne anlama geldiðini idrak etmekten bile yoksundum. Umursamaz tavýrlarýmý görünce, Karýncaezmez, uyarý veya kýnama cezalarýný okul idaresinin verdiðini, disiplin kurulunda da okuldan uzaklaþtýrmak, okuldan atýlmak gibi daha aðýr cezalarýn verildiðini açýkladý. Bu açýklama, baþýmý nasýl bir derde soktuðumu anlamam için yetmiþti.
“Bana, o gece ne oldu da yatakhaneye dönmedin, olduðu gibi anlat ki, ne yapabileceðimize bir bakalým,” deyince, ona Saide’den bahsettim.
“Hayatýmda ilk kez bir kadýnla olmak, hata yapmama sebep oldu efendim.”
Durumum onu güldürdü. “Beþ dakikalýk bir heyecan için baþýna açtýðýn þu iþe bak!” Ciddileþerek, “neyse, dinle þimdi,” dedi; “senin o gün benden izin alarak gittiðini söyleyeceðim idareye. Evraklarýn disiplin kuruluna sevk edilmeden bir uyarý cezasýyla yýrtabiliriz belki. Sana sorulursa da Fikret öðretmenden izin almýþtý dersin, tamam mý?”
“Tamam efendim!”
Böylece, gerçekten de ucuz atlattýðým bir beladan kurtulmuþtum.
Kurtulmuþtum, ama bu defa da Karýncaezmez’in baskýsý altýna girmiþtim. Okul duvarlarýnýn dýþýna çýkmam için bile izin vermiyordu. Gitmek istediðim sinema, tiyatro gibi bir yer olursa ona söylememi, beni kendisinin götüreceðini söylüyordu. Gitmek istediðim tek yer Saide’ye kavuþabileceðim dernek lokaliydi, onu da söyleyemiyordum.
Saide hakkýnda alabildiðim bilgiler Namýk’ýn ilettiklerinden ibaretti. O da, güya kýzdan soðumamý saðlamak için abartýlý þeyler anlatýyordu. Neymiþ, kýz beni bir defa bile sormamýþ, anmamýþ, baþka bir oðlanla çýkmaya baþlamýþ, falan, filan… O, bunlarý anlattýkça, dýþarý çýkabilmek için deli oluyordum, ama Karýncaezmez’i aþýp da çýkmak ne mümkün?
Mümkün! Mümkün!
Niye mümkün olmasýn ki?
Allah, çektiðim acýya merhamet gösterir, bana bütün kapýlarý açardý.
Evet! Öyle oldu.
Okul müdürü, öðrencilerin toplu olduðu sabah töreninde, “çocuklar!” diye seslendi. “Ankara’da tanýdýðý, akrabasý olanlar, yarýndan itibaren dört gün süreyle onlarýn yanýnda kalabilirler! Bu öðrencileri, yanýnda kalacaklarý yakýnlarý gelip idareye adres kaydettirerek teslim alacaklar.”
Bu bildiriden itibaren okulun neredeyse yarýsý boþalývermiþti. Benim gibilerin ise, mahkumiyeti devam ediyordu.
On beþ Aralýk günü, öðretmenlerin büyük boykotu baþlatýldý. Ne kadar öðretmen varsa hepsi boykotta. Bizim okulda iki, üç tane bayan öðretmenle okul müdürü dýþýndaki tüm öðretmenler boykota iþtirak etmiþti. Hayatýný okuluna ve öðrencilerine adamýþ olduðu halde, Karýncaezmez bile boykottaydý; hem de boykotun öncülerindendi. Evci çýkamayan öðrenciler de iyice baþýboþ býrakýlmýþlardý. Okul müdürü, son sýnýf öðrencilerini devreye sokarak düzeni korumak istemiþti, ama nafile…
Çarþýya çýktýðýmda ortamýn ne denli karýþýk olduðunu fark ettim. Öðretmen boykotunu destekleyen pek çok memur ve iþçiler de iþbaþý yapmamýþlardý. Sloganlar eþliðinde gelen, giden gruplar ve her tarafý tutmuþ olan polis ve jandarma… Taþkýnlýk yapanlar oldu mu hemen joplarla özel bir muameleye tabi tutuluyordu.
Bu karmaþa ortamýnda Saide’yi lokalde kuzu kuzu oturmuþ, beni beklerken bulmak mümkün mü? Ne Saide, ne Namýk, hiç kimse yoktu ortalýkta. Onlarý çýkýp aramak da olmazdý. Ben onlarý ararken, ya onlar buraya dönerse? Lokalin çalýþaný, “neredeyse gelirler,” diyerek, beni bir kenarda oturttu. Çaresiz, beklemeye koyuldum.
Saide de, Namýk da, tam da gelmelerinden ümidimi kesmeðe baþladýðýmda bir damperli kamyonla çýkýp geldiler. Kalabalýk bir grup halinde lokale doluþtular.
Saide, beni, daha dün berabermiþiz gibi karþýlamýþtý.
“Hoþ geldin! Hayrola, kimi bekliyorsun?”
“Hoþ bulduk! Seni bekliyordum. Namýk ile ikinizi.”
“Çok beklettik mi?”
“Sorun deðil, yapýlacak baþka bir iþim yoktu.”
Saide’yi, Ankara kazan, ben kepçe, bütün Ankara’yý arasam bile, zaten bulamayacakmýþým. Onlar, o sýralarda þeytanýn aklýna bile gelmeyecek bir yerde, iþçilerle memurlarýn bu boykottaki büyük dayanýþmasýný vurgulayan, “ÝÞÇÝ, MEMUR EL ELE; GENEL GREVDE!” diye yazdýklarý bir bez afiþ hazýrlamakla meþgulmüþler. Afiþin asýl dikkat çeken tarafý ise, sahte bir bomba düzeneði ile hazýrlanmýþ olmasýydý.
Saide, “Tamam! Bu gece bizimlesin o halde?” dedi.
“Elbette! Burada mý takýlacaðýz?”
“Sayýlýr. Gece yarýsý bir bez afiþ asacak arkadaþlar. Sanýrým Sakarya caddesinin oralarda… Biz de onlara gözcülük yapacaðýz.”
“Neden gece yarýsý?” diye sordum.
Kýsaca, “yasak da ondan,” diye yanýt verdi.
Bir an, yapýlacak iþi kafamýn içinde tartmaya çalýþtým. Afiþ asmak yasak bir þey olmasa gerekti. Caddelerde spor kulüplerinin, siyasi partilerin, festivallerin, akla gelebilecek her þeyin boy boy bayraklarý, yazýlý afiþleri asýlý deðil miydi, her zaman tepemizde dalgalanýp durmuyorlar mýydý? Yasak olsa, onlar da asýlmazdý…
Kafamý boþ yere yorup durduðum için kendi kendime kýzdým; Saide, yasak dediyse yasaktý demek ki...

(D i p n o t : 15-18 Aralýk 1969 günleri gerçekleþtirilen Büyük Öðretmen Boykotu yasadýþý bir genel grevdi.

Türkiye iþçi sýnýfýnýn geniþ katýlýmlý bu ilk genel grevini, iþçi sýnýfýnýn “memur” statüsünde istihdam edilen öðretmen örgütleri düzenledi.
Bu genel grev, 15-16 Haziran 1970 olaylarýndan da, DÝSK’in 16-19 Eylül 1976 DGM Direniþi’nden de daha etkili ve baþarýlý oldu.
TÖS Genel Yürütme Kurulu’nun 10 Aralýk 1969 günlü Büyük Öðretmen Boykotu Çaðrýsý’nda yer alan isteklerin bazýlarý þunlardý:
“Ýsteklerimiz þunlardýr: (a) Yetkili hükümet temsilcisi, yetkili temsilcilerimizle görüþmeyi ve sonunda bir ortak protokol imzalamayý kabul ve beyan etmelidir. (b) Bu protokolda ilk iþ olarak, yabancý uzmanlarýn ve barýþ gönüllülerinin bütün eðitim kurumlarýndan atýlacaðý ve zehirli niteliðini saptadýðýmýz yabancý malzemeli beslenme eðitiminin durdurulacaðý belirtilmelidir.”
4 günlük Büyük Öðretmen Boykotu’na 109 bin öðretmen katýldý. Bunlarýn 88 bini bu eyleme 4 gün süreyle katýlýrken, 12 bin 100’ü ilk gün katýlmayýp, daha sonraki üç gün eylemdeydi. 9 bin 500 öðretmen ise birinci gün boykota katýlmasýna karþýn, diðer günler eylemde yoktu. Boykota hiç katýlmayan öðretmen sayýsý ise 47 bindi.
Eyleme katýldýklarý için 50 bin 300 öðretmen hakkýnda kovuþturmaya gidildi. Bunlarýn 19 bin 250’si takipsizlikle sonuçlandý. 2 bin 118 öðretmen açýða alýndý. 65 öðretmen bakanlýk emrine alýndý. 45 bin 520 öðretmene maaþ kesimi cezasý, 3 bin 900 öðretmene kýdem indirimi cezasý verildi. 590 öðretmen bir baþka ile sürgün edildi. 6 bin 600 öðretmen ise il içinde bir baþka yere atandý. 400 müdür görevden alýndý. 1200 öðretmene derece indirme cezasý verildi. 11 kiþi ihraç edildi.
Babamýn gördüðü ceza da, Eskiþehir Ziya Gökalp ilkokulunda vekaleten yürüttüðü müdürlük görevinden alýnarak gene il içinde Osmangazi Ýlkokulu öðretmenliðine verilmesi olmuþtu.
TÖS, boykot nedeniyle açýða alýnan veya görevden el çektirilen öðretmenlerin ücretlerini ödedi. Bu süreçte Muammer Aksoy’un giriþimiyle Türk Hukuk Kurumu’nun ve ayrýca CHP Genel Baþkaný Ýsmet Ýnönü’nün destek mesajlarý, eylemi güçlendirdi. Birçok okul müdürünün TÖS üyesi olmasý da eylemin baþarýsýna katký yaptý.
12 Mart 1971 darbesi sonrasýnda DÝSK hakkýnda kapatma davasý açýlmazken, TÖS hakkýnda böyle bir davanýn açýlmýþ olmasýnýn herhalde en önemli nedeni, bu baþarýlý genel grev ve TÖS’ün kamuoyunu etkileyen çizgisi ve mücadeleleridir. TÖS’lüleri saygýyla anýyorum.)

Gece olmak bilmedi.
Biz de, “6.Filo Defol!” diye sloganlar atarak, Amerikalý askerleri denize döken üniversiteli abilerimiz gibi bir eylem düzenlemiþtik iþte: “ÝÞÇÝ MEMUR ELELE, GENEL GREVDE!”
Adrenalim en üst seviyedeydi ve müthiþ bir huzursuzluk çekiyordum; ama, erkekliðe de bok sürecek deðildim. Gece yarýsýna kadar o kadar çok þey konuþuldu, o kadar çok isim anýldý ki, ben onlarý dinlerken, sadece bu kadar boþ kafalý bir genç oluþum nedeniyle kendi kendime hayýflanmaktaydým.
Gece yarýsý olduðunda organizasyon da tamamlanmýþtý. Yaþlarý bizden epeyi büyük, tecrübeli arkadaþlarýmýzdan beþi damperin açýlmasý ile birlikte yol kenarýnda afiþin iplerini baðlayacaklarý direklere ve damperin üstüne týrmanarak, el çabukluðu marifet, afiþi ve sahte bomba düzeneðini asarak oradan hýzla kaçýp uzaklaþacaklardý. Biz de çevrede þüphe uyandýrmadan dolaþarak afiþi asanlara sivil vatandaþlardan ya da diðer dernekli gençlerden müdahale etmek isteyenler olursa, onlarý engelleyecektik. Damperli kamyon, oradan az uzakta terk edilecekti; o zaten cadde kenarýnda park halindeyken düz kontakla çalýnarak elde edilmiþti.
Sýrf ara sokaklardan giderek, bankalar caddesine ulaþtýk. Damper içinden hýzla yola atlayarak caddenin iki yanýnda gizlenerek ve dikkat çekmeden gezinerek gözcülük yapmaya baþladýk. Ben Saide’den ayrýlmýyordum, Namýk da bizden…
Her þey gözümü açýp kapayýncaya kadar, hýzla gerçekleþtirildi.
Bez afiþ caddenin iki yanýndaki direkler arasýnda, dalgalanarak arz-ý endam etmeye baþlamýþtý.
Kamyon hareket ettirilirken damperi de indiriliyordu, o da az ileride terk edilecek ve içindekiler onu süratle terk edeceklerdi.
Saide ve Namýk ile beraber, bu kadar kolay bir iþin baþarýlmasýnýn mutluluðu içinde, birbirimizle cilveleþerek uzaklaþmaya baþladýk.
O sükunet birden bire bozuldu. Yerini polis araçlarýnýn sirenlerine ve koþuþturan insanlara býraktý.
Biz üçümüz ne yapacaðýmýzý bilemeden binalarýn gölgelerinde sinmeye, görünmemeye çalýþýyor, bulduðumuz bir boþluk anýnda baþka bir gölgeliðe kadar koþturup siniyorduk ki, tam da caddeden çýktýk, kurtulacaðýz derken bir polis minibüsü hýzla gelip keskin bir fren yaparak tam da önümüzde durdu. Minibüsten inmek için davranan polisleri fark eder etmez, hýzla koþmaya baþladýk. Minibüsten inen polisler de kovalamaya…
Sanýrým ilk evvela Saide yakalandý, çünkü bize ayak uydurarak koþamýyordu. Onun, “Kaçýn, yakalanmayýn!” diye haykýrýrken polis minibüsünün içine sokulduðunu fark ettim.
Namýk’a, “koþ!” diye haykýrýyordum. Arada bir duraklayýp yanýma yetiþmesini bekliyordum. “Haydi gayret! Biraz daha hýzlý koþ Namýk!”
Çokça gayret etmesine raðmen daha hýzlý koþamýyordu ki! Nefesi kontrolünden çýkmýþ, konuþmak için bile kullanabileceði bir nefesi kalmamýþtý. “Geri zekalý herif!” diye azarladý beni. “Neden beni bekliyorsun mütemadiyen, salak! Uzaklaþ þuradan! Defol!”
Onu öylece geride býrakýp uzaklaþmanýn, arkadaþlýðýmýza ihanet olacaðýna inanýyordum. “Ancada beraber! Kancada beraber! Haydi! Gayret!”
Olmadý. Ne kadar gayret ettiyse de, genç bir polis memuru, son bir hamleyle, adeta havada uçarak, onu yakaladý, etkisiz hale getirdi.
Ayný polis memuru az sonra ona yetiþen diðer arkadaþlarýna býraktý Namýk’ý. “Siz þunu alýn! Ben ötekini yakalamaða gidiyorum!” diyerek benim peþimden ayaklandý.
Ya yirmi adým, ya otuz adým vardý aramýzda. Beni de yakalamasý iþten bile deðildi. Yapabileceðim tek þey, olanca gücümle kaçmak olacaktý.
Öyle de yaptým. Ne var ki, peþimdeki ayý öyle hýzlýydý ki, aramýzý açmam mümkün olmuyordu. O da, ne kadar hýzlý koþsa da aramýzý kapatmaya muvaffak olamýyordu. Benim akciðerlerimin onunkilerden çok daha genç olmasý tek avantajýmdý. Öyle ki, onun kesik kesik nefes aldýðýný hisseder olmuþtum. Ha þimdi, ha birazdan koþmaktan vaz geçecek, ben de kurtulmuþ olacaktým.
Yakalanmamalýydým. Gerekirse ölmeliydim, ama yakalanmamalýydým.
Babam için yakalanmamalýydým. Ona, “ben seni öðretmen ol diye yolladým oraya, anarþist ol diye deðil,” dedirtmemek için yakalanmamalýydým. Annemin, uðrayacaðý hayal kýrýklýðýnýn kabusuyla uykular uyumamasý için yakalanmamalýydým. Karýncaezmez’in, “bak oðlum, seni sana emanet ediyorum ve meslektaþlarýma destek olmaya gidiyorum. Sana olan güvenime ihanet etme!” diyerek çýktýðý öðretmen boykotundan döndüðünde, “sana güvenilmezmiþ. Babanýn oðlu deðilmiþsin,” dememesi için yakalanmamalýydým. Tahir amcama, “bizim Ali’nin oðlu Ali’ye çekmemiþ. Armut dibine düþmemiþ,” dememesi için yakalanmamalýydým.
Yakalanmamam gerektiðini her düþündüðümde daha hýzlý koþtuðumu hissediyordum. Gerçekten de polis ile aramdaki mesafe elli, altmýþ adýma kadar çýkmýþtý.
Sokak aralarýndaki koþunun önünü kesen bir caddeye fýrlamýþtým ki, Namýk ile Saide’nin içinde olduðu minibüs, tam da önümde, yolun karþý kýyýsýnda durdu. Hemen minibüsün geliþ yönüne döndüm, o tarafa doðru koþmaya baþladým. Beni kovalayan polis caddeye çýkar çýkmaz önüne gelen minibüse binerek beni koþarak kovalamaktan vaz geçti.
Hem kaçýyor, hem haykýrýyordum. “Kurtuldum!” Çünkü, minibüsle beni yakalamalarýnýn imkaný yoktu. Nitekim hemen karanlýk, dar bir sokaða daldým, oradan merdivenli bir yolu týrmandým ve gördüm ki, birkaç dakika içinde gerçekten kurtulmuþtum. Peþimde de, görünürlerde de bir polis minibüsü kalmamýþtý.
Boþ bir arsa buldum. Bakýndým. Beðenmedim. Aþaðý doðru bir yolu indikten sonra ulaþtýðým yerdeki yýkýk dökük bir bahçe duvarýný aþýp girdiðim bahçede sere serpe yayýlarak dakikalarca kendime gelmek için nefeslendim. Terimi öylece kurutup nefesimi toparladýktan sonra, çorabýmýn içinden sigara paketimi ve kibritimi çýkartýp bir sigara yaktým.
Sigarayý çektikçe aklýmý da toparlamaya baþlamýþtým. Saide ile Namýk’ýn, ya da diðerlerinin sorgulamalarýnda kimliðimi tespit etmeleri öylesine kolay olacaktý ki, “kurtuldum,” diyerek bu kadar erken sevinmemin çok aptalca olduðuna karar verdim.
“Salak! Kurtulmuþmuþ!… Nah kurtulursun!”
Okula dönmemeliydim. Beni orada, mutlaka bekliyor olacaklardý. Ya dernek lokali? Asýl orasý riskliydi. Orasý polis kaynýyor olmalýydý þimdi. Karýncaezmez’in evine gitsem? Hiç gitmemiþtim, ama çok iyi tarif etmiþti orayý, kolayca bulabilirdim. Saçmalýyordum. Ne diyerek gidecektim onun yanýna, nasýl izah edecektim durumumu. Ýmkaný yok, gidemezdim ona. Ýyi ama, nereye gidebilir, ne yapabilirdim? Gidebileceðim hiçbir yer yoktu.
Vardý! Eskiþehir… Okullarda dört gün boyunca ders görülmeyecekti. Bu boþluðu deðerlendirip geldim iþte, derdim anneme babama. Evet, evet, en mantýklý çare bu olmalýydý.
Gizlendiðim bahçeden çýktým. Ara sokaklardan yürümeye devam ederek tren garýna yöneldim. Tren garýyla okulum arasýndaki mesafe beþ dakika ya çeker, ya çekmezdi. Okuluma da, gizlenerek þöyle bir bakabilirdim hem…
Ulus’tan aþaðý doðru yöneldim. Emniyet Amirliðinin ýþýklarý dikkatimi çekti, duraladým. Uzaktan orayý gözleyerek, oranýn önünden geçmeden, dolanarak gidebileceðim bir güzergah belirlemeye çalýþtým. En mantýklýsý Gençlik Parkýndan dolanmak olacaktý. Yürümeðe baþladým.
Emniyet Amirliðinin civarýnda bir grup toplanmýþ, sloganlar atarak polislerin eylemlerden toparlayýp getirdiði insanlarý protesto ediyorlardý:
“TÝP TÝP TÝPSÝZLER!... ALLAHSIZ KOMÜNÝSTLER!...”
Tren garýndan biletimi alarak trene bindiðim ana kadar hiç kimsenin þüphelenmeyeceði biri iken, illa da üzerime þüphe çekebilmek için her þeyi yapýyordum. Birinin bana dik dik baktýðý anda, aþýrý bir korkaklýkla sýðýnacak bir kuytuluk bulana kadar arkamý dönüp hýzla uzaklaþýyordum ve baktýðýný sandýðým kiþi, asýl ondan sonra dik dik bakmaya baþlýyordu. Trene en arkadaki tenha vagonlara ulaþarak binmeye çabalýyordum ve görenlerde suçlu bir kaçaðýn algýlamasýný yaratýyordum. Trene binip de boþ bir kompartýman bulabilme çabalarýmda ise, ancak tenha bir kompartýman bulmakla yetinerek, kompartýmana benden önce yerleþmiþ üç kiþilik bir köylü ailenin yaný baþýna, o ailenin bir bireyiymiþim gibi algýlanarak dikkat çekmeyeceðimi umarak oturmuþtum.
Tren hareket ettikten sonra, aile, Sivrihisar’ýn köylerinden birisinde inince, yalnýz baþýma kalmýþtým. Eskiþehir’e ulaþtýðým ana kadar o kompartýmanýn dýþarýdan geçenlerin göremeyeceði bir köþesine sinmiþ, dikkat çekmemek için helaya bile gitmeye çekinmiþtim.
Eskiþehir garýnda trenden inip de, demiryolu boyunca karanlýklar içine dalýp, evin yolunu tuttuðumda nispeten rahatlamaya baþlamýþtým.
Evde karþýlanma biçimimi gözümün önünde canlandýrmaya baþladýðým andan itibaren, huzursuzluðumun yeniden ayyuka çýkmaða baþladýðýný fark ettim. Kendi kafamýn doðrultusunda hareket ederek Eskiþehir’e gelmiþ olmam, eminim ki, babamý küplere bindirecekti. Sizi çok özledim, dayanamadým, diyerek biraz mýzmýzlandýktan sonra, yumuþayacaðýna emindim. Fakat, asýl sorunu dönme vaktim geldiðinde yaþayacaktým. Ne yapacaktým o zaman?
“Nazmi, çocuk elli kere söyledi bulaþma þu Namýk’a diye! Dinlemedim de iyi bok yedim sanki! Allah benim belamý versin!”
Ankara’ya dönmeyeceðim kesindi bir kere. Benim için Ankara bitmiþti.
Oysa, bitmiþ olan bir þey olmadýðýný yýllar sonra, resim öðretmeni Namýk ile karþýlaþtýðýmda anlayacaktým. Evet, öðretmen Namýk ile… Çünkü, Namýk ve Saide o gece yakalandýklarýnda götürüldükleri Emniyet Amirliðinde çekilen jop ziyafetine raðmen, olaylarla bir ilgilerinin olmadýðýný, o sýrada o yoldan geçen iki lise öðrencisi olduklarýný, kaçýþlarýnýn nedenini de polislerin tavýrlarý nedeniyle paniklemelerinden dolayý olduðunu ifade etmiþler ve benim adýmý, bizimle beraber deðildi, tanýmýyoruz diyerek, kesinlikle vermemiþler. Sonra da, çýkarýldýklarý Cumhuriyet Savcýlýðý tarafýndan, mahkemeye bile sevk edilmeden serbest býrakýlmýþlardý.
Öðretmen Namýk ile konuþmamýzýn, özel hayatýmýza dair bölümünde, onun Saide ile evlenmiþ olduðunu duyduðumda, korkunç bir kýskançlýk duygusuna kapýlmýþtým.
Ankara’dan Eskiþehir’e dönerek, siyasetle ilgilenmeye duyduðum hevesin bedelini öðretmen olmak hülyalarýmdan uyanmakla ödeyecektim.
Her þeyde bir hayýr vardýr, derler. Ben de normal lisede okuyarak, Eðitim Enstitülerinden birini kazanýr, Ortaokul/Lise öðretmeni olurdum, anasýný satayým!...
Þu anda önemli olan, ne yýllar sonra Namýk’ýn öðretmen kimliði ile karþýlaþacak olmamdý, ne de normal lisede okuyacak olmam; sadece eve, ebeveynimin yanýna nasýl ve hangi yüzle döneceðimdi. Saatlerce dolanýp durmama ve evin bulunduðu sokaktan belki de yüzlerce defa geçip durmama raðmen bir türlü, kapýyý çalýp da ‘ben geldim,’ diyemedim.
Eskiþehir’de bana bu konuda destek olabilecek bir tek isim gelmiyordu aklýma. Belki Safinaz abla…
Safinaz ablaya sýðýnabilirdim. Saat epeyi olmuþtu, ama gecenin bu vaktinde bile kapýsýný çalabilirdim onun. Evet, fazla düþünmeden, hatta hiç düþünmeden onun evinin yolunu tutmuþtum bile.
Kapýsýnýn zilini çalmaya baþladýktan epeyi sonra, tripiyle de, tipiyle de bir erkekten farksýz olan Safinaz ablam, evinin balkonundan seslendi. “Kim o?”
“Benim, Safinaz Abla!” dedim. “Aç, bi!”
Kapýyý, “Hayýrdýr ulan, gecenin bu saatinde?” diye çýkýþarak açtý.
Onun, ilk kez sinirli bir tavrýyla karþýlaþmýþtým, korktum. “Rahatsýz ettiysem özür dilerim abla! Ben gideyim…” diyerek oradan ayrýlmak istediðimde, çýkýþmasýný sürdürüp,
“Nereye ulan? Gir içeriye!” diyerek beni kapýdan içeri çekiþtirdi. “Sen Ankara’da deðil miydin be gülüm?” Sesi bu defa sinirli deðil, týpký eskisi gibi sevecen çýkmýþtý.
Merdivenleri týrmanarak, oturduðu ikinci kattaki evine çýkarken, “Ankara’da baþýmý belaya soktum, kaçtým geldim abla!” dedim.
Evinden içeri girerken, gene sinirli tavýrlarla söylenmeye baþlamýþtý. “Sen de, babamýn evine dönersem, hemen yakalanýrým; Safinaz ablamda aramak kimsenin aklýna gelmez, gidip onun evinde saklanayým, diyerek bana geldin; öyle mi?”
Onun bu tahmininin gerçekle bir alakasý yoktu tabii ki! O, kýzgýnlýðýný sürdürerek, “adam mý vurdun yoksa lan!” dedi; bu cümle bir sorudan çok ithamý andýrmýþtý.
Telaþla, “yok abla yav!” diyerek laf yetiþtirdim. “adam madam vurduðum falan yok, nereden çýkardýn þimdi onu?”
Kapýyý örttükten sonra içeri geçtik. “Peþinden niye yakalamaya çýktýlar madem?” diye sorarak vereceðim cevabý beklemeye baþladý.
Salondaki çekyatýn üstüne oturduktan sonra, “siyasi…” dedim. “Burnumu, biraz siyasi iþlere soktum da…”
Gülmeye baþladý, ama bu gülüþ neþeden deðilmiþ gibime gelmiþti. “Ne siyasetiymiþ o? Sen de baban gibi, boykota mý çýktýn?”
Þaþýrma sýrasý bendeydi. “Babam mý, boykota mý?” diye gevelemeye baþladým.
“Baban, büyük öðretmen boykotuna katýldý. Bütün mahalle onun komünistliðini konuþuyor. O boykotu yapanlar, güya, komünist öðretmenlermiþ de… Babaný da, okulun müdürlüðünden alacaklarmýþ galiba, aþaðýdaki imam bütün gün bunlarý anlatýyor millete. Herif, Allah’ýn sevdiði kuluymuþuz da, iyi ki, kýzýný oðluma karý etmemiþim imansýz komünistin, deyip duruyor herkese…”
Adamýn bu riyakarlýðýna tepki göstererek, “ne münasebet? Onun oðluna ablamý vermeyen asýl biziz!” diye söylendim.
Beni, “Biliyorum, biliyorum,” diyerek susturan Safinaz abla, “ben kimin, ne olduðunu biliyorum,” dedi. “Hele hele, o ölü yýkayýcýsý ýrz düþmanýnýn, ne bok olduðunu herkesten çok biliyorum.”
Ben de kendi bildiklerimi katarak, adamýn kimliðini anlaþýlýr kýlmaya katký yapmak istedim. “Aþaðýdaki dükkâna hep kadýnlar gelip, onunla arka bölmeye geçiyorlar da, orada muska yazdýrýp büyü yaptýrýyorlar…”
Safinaz abla, gene, “biliyorum, biliyorum,” diyerek müdahale etti. “Onun cinlerle büyü yaptýðýný Eskiþehir’de bilmeyen yok zaten. Ablan, onun oðluyla çýkarken, ben kahrýmdan geberiyordum, yazýk olacak kýza, diye. Ýyi ki vermediniz ablaný da, baþý yanmadý.”
“Babam boykottaysa okula da gelmiyordur,” diyerek konuyu deðiþtirdim.
“Dedim ya, aþaðýdaki imam müsveddesi okul müdürlüðünden atýlacak diye laf gezdiriyormuþ, diye; evinizdedir artýk. Sen ne yaptýn da kaçak durumuna düþtün?”
Ona, yaþadýðýmýz bombalý pankart ve polis kovalamacýsýný anlattým. “Arkadaþlarým yakalanarak götürüldü. Ben yakalanmadým, ama Ankara’da kalýr isem anýnda yakalanýrým diyerek de Eskiþehir’e döndüm.”
Karþýmdaki, beni bu dünyada anlayabilecek tek insandý. “En iyisini yapmýþsýn, gülüm! Hele ortalýk durulana kadar bekleyelim mademki,” diyerek, benim için salondaki çekyatý açarak hazýrladýðý yataða çarþaf serip yastýk, yorgan býraktýktan sonra, “kim bilir nasýl yorulmuþundur bu koþuþturmacýda. Hele yatýp uyu bir; yarýn daha çok anlatýrýz,” diyerek kendi odasýna çekilmiþti. O gider gitmez, belki de ilk dakikanýn içinde derin bir uykuya dalmýþtým.
*
Ah Safinaz abla, ah!
Sabah yememiþ, içmemiþ, beni aileme ihbar etmiþti. Annem bir telaþ içinde çýkýp geldiðinde henüz uyuyordum. Geldikten sonra öyle bir yaygaraya baþlamýþtý ki, saðýr sultan dahi olsam uykuyu sürdüremezdim; ben de suçüstü olma telaþýyla yataktan fýrlayarak uyandým. Annem, “sen delirmiþ olmalýsýn,” diye baðýrýyordu. “Nasýl yapabilirsin böyle bir þeyi?”
Onun yaygaralarýnýn rahatsýz edici týnlamalarýndan daha çok, Safinaz ablamýn bu ihanetinden muzdariptim. Beni bu kadar ucuza satmýþ olmasýna inanasým gelmiyordu; kendi kendime, sürekli, Safinaz ablam nasýl yapar bunu, diye soruyordum. Annemle didiþecek deðildim. “Safinaz abla, geldiðimi yetiþtirdiðine göre, geliþ sebebimi de söylemiþtir herhalde!” diye çýkýþtým ona. “Oðlunun hapishanede yatmasýndan mutlu mu olacaktýn?”
Annem, “aman, Allah korusun!” diye inlerken,
Safinaz abla, “sen yattýktan sonra, ben sabaha kadar uyuyamadým, ne yapabiliriz, diye düþünmekten. Senin iyiliðin için, en doðru kararý, gene de annen baban verirdi, onlardan kaçarak bir þey hallolmazdý,” diyerek ispiyonculuðunun kendince gerekçesini açýklamaya çalýþýyordu.
Safinaz ablaya deðil de, anneme cevap vermeyi tercih ettim. “Siz korumadýktan sonra, Allah korur mu? Polislerin, beni arayacaklarý ilk ev, sizinki olacaktýr.
Annem gene, “aman, Allah korusun!” diye inledi. “Baban boykota katýldý diye açýða alýndý zaten, bir de senin hapishanelerde yatmana katlanamazdýk.”
Safinaz abla da lafa katýldý. “Sana okul mu yok? Buradaki liseler ne güneye duruyor? Oralarda okuyanlar da insan evladý deðil mi?”
Onun bu pozitif tavýrlarý hiç, ama hiç umurumda deðildi; yanýmda bir deðeri kalmamýþtý. Sadece annemle konuþmayý tercih ediyordum. “Aþaðýdaki imam bozuntusu, babam için müdürlükten atýldý, diyormuþ.”
Annem henüz gelmiþ olmama karþýn bu havadisi nereden almýþ olabileceðimi bir an kavrayamayarak, “sen nereden duydun?” diye sordu.
Elbette ki Safinaz abladan duymuþtum; ama, þimdi onun adýný anmak istemiyordum, küstüm. Annem, onu iþaret eden bakýþlarýmý yakalayýnca haber kaynaðýný anlamýþtý zaten. Sorularýný da Safinaz ablaya yöneltmeye baþladý. “Öyle mi diyormuþ kýz, komþu? O nereden duymuþ?”
“Memleketin baþýnda da, öðretmenlerin baþýnda da onlar yok mu? Duyar elbet…”
“Ben de o kadar dedim, bak Ali, iktidardakiler hep yobaz takýmýndan; bu boykota katýlanlardan intikamlarýný hemen alýrlar, diye… Dinlemedi ki! Boykotun daha birinci gününde müdürlükten elini çektiriverdiler.”
Safinaz abla benimle laflaþmaktan ümidini kesince, annemle, babam için dertleþmeye baþladý. “Açýða aldýklarý için maaþlarýný da ödemezler onun…”
Annem, bu yeni bilgiyle adeta yeni bir þok geçirdi. “Öyle mi? Ödemezler mi?”
“Bir subay akrabam vardý, ondan biliyorum. Görevindeki bir hatasý nedeniyle mahkemeye verildiydi de, mahkeme bitinceye kadar açýða alýnýp maaþý da ödenmediydi.”
Annem feryat etmeye baþladý. “Eyvah! Eyvah! Eyvah!”
“Üzülme kýz! Derdi veren Allah, dermaný da düþünmüþtür.”
“Ýnþallah, inþallah!”
Evin kirasý, mutfak giderleri, harçlýklar, hep babamýn maaþýyla karþýlanýyordu; onun iþsiz ve maaþsýz kalmasý bir aile dramý yaratacak kadar önemli bir konuydu. Bu vesileyle ben arada kaynamýþtým.
“Olmazsa, Seyitgazi’ye, kýzýn yanýna göçersiniz. Ebelerin maþlarý öðretmenlerden aþaðý deðil, kýzýn maaþý geçinmenize yeter de artar bile. Bir ebe akrabam vardý. Kocasý da pratisyen hekimdi. Ayný saðlýk ocaðýnda çalýþýyorlardý. Allah seni inandýrsýn, kazancý kocasýnýnkinin neredeyse iki katýna geliyordu.”
Ebelerin yanlarýnda çalýþtýklarý hekimlerden daha çok kazanýyor olabileceðine anemin aklý basmamýþtý, anlamak için, “neden?” diye sordu.
O sormasa da Safinaz abla nedenini açýklayacaktý zaten. “Dünyaya gelen her çocuk için, çocuðun yakýnlarý bir zarfýn içine koyduklarý bir miktar parayý ebelerin eline tutuþturup teþekkür ederler. Öyle dilenciye Sadaka verir gibi bir kaç lira koymak ayýp karþýlanýr; onun için konulan para on liradan, yirmi liradan aþaðý olmaz. Durumu iyi olanlar, elli lira bile koyar…”
“Çok mu?”
“Türkiye’de doðum oraný yüzde iki… Seyitgazi’nin nüfusu kaç?”
“Esin, köyleriyle beraber on iki bin dediydi…”
“Çarp on iki bini yüzde iki ile… Ýki kere on iki bin yirmi dört bin, sil iki sýfýrýný, iki yüz kýrk… Düþünebiliyor musun? Seyitgazi gibi bir yerde günde iki yüz kýrk çocuk peydah oluyor. Bu iki yüz kýrk çocuktan kaçýnýn doðumunda senin kýz var? Ýkisinde varsa, diyelim ki yirmiþerden kýrk lira, ayda en az bin lira… Aylýðý ne bu kýzýn?”
“Ýki yüz yetmiþ iki, dediydi.”
“Bin lira bi de iki yüz yetmiþ iki lira, eder mi bin iki yüz yetmiþ iki lira? Doktor maaþý ise ya yedi yüz, ya sekiz yüz… Anladýn mý ne dediðimi þimdi?”
Öyle bir þey olsaydý annemin haberi olmaz mýydý? Safinaz abla iþte! Atýyor… Seyitgazi’de her gün iki yüz kýrk çocuk doðsa, nüfusu her bir buçuk ayda bir, ikiye katlardý. Mantýksýz palavracý. Küsmeseydim, vururdum yüzüne bu hatasýný ya, küstüm artýk, konuþmam mümkün deðildi.
Annem de inanmamýþtý zaten. “Yok be komþu! O kadar çok doðum olmuyormuþ orada. Öyle bir þey olsa Esin söylemez mi?”
Benimkiden sonra, babamýn derdi de güme gitmiþti; þimdi problem ebelerin maaþý olmuþtu.
Safinaz abla niyeti iyice bozmuþtu. Önce benim Ankara’dan kaçýp geldiðimi, sonra babamýn açýða alýnýp maaþsýz kalacaðýný fiþekledikten sonra, þimdi de sýra kýzýn para sakladýðýný fiþeklemeye gelmiþti. “Söylemez, söylemez,” dedi. “Sizden saklý para biriktiriyordur belki!”
Yahu, ben bu Safinaz ablayý hiç böyle bilmezdim. En küçük sýkýntýmda bile baþvurduðum ve verdiði isabetli öðütlerle beni doðru yola sevk etmeye çalýþan o bilge kadýna ne olmuþtu böyle Allah aþkýna! Þu görüntüden sonra, artýk aðzýyla kuþ tutsa, Ankara’dan geliþimi anneme iyi niyetle haber verdiðine beni inandýramazdý. Gözümde öyle ufalývermiþti ki, artýk hayatýmýn bundan sonraki döneminde bir yeri olamazdý.
“Ben Akýn’a bakmaða gidiyorum!” diyerek ansýzýn ayaklandým. Bu ani hareketliliðim ikisini de telaþlandýrdý.
Annemi bu kadar atik olduðunu bilmezdim, ansýzýn karþýma dikilerek gitmeme engel oldu. “Baþlatma Akýn’a, beyazýna! Benimle eve geleceksin!”
“Eve gelirsem, polisler de gelir, elleriyle koymuþlar gibi yakalarlar beni.”
Annem elimden tuttu. “Bir þeycik olmaz. Bu gün ikimiz Seyitgazi’ye gideriz. Baban, neyin ne olduðunu araþtýrýp öðreninceye kadar bir süre orada kalýrsýn.” Elimi öyle sýký kavramýþtý ki, bir türlü çekip alamýyordum.
Bir dostluk barýnaðý sanarak sýðýnmak için geldiðim þu ihbar cürufundan bir an önce çýkýp kurtulmak istiyordum. “Haydi! Gidelim madem ki! Ne olacaksa olsun!”
*
Birkaç kere, “býrak elimi, söz veriyorum, kaçmayacaðým,” dedimse de, annemi kandýramadým. Kendi evimizin kapýsýndan içeri girinceye kadar elimin üstündeki mengene hiç gevþemedi. Bir köleymiþim gibi, babamýn dizleri önüne çömeltildim.
Gözlerimi kaldýrýp da babamýn yüzüne bakmaya cesaret edemiyordum. Babam da sanki soru sormaya…
Bu suskunluðu bozmak görevi anneme düþtü. “Sen, oðlum öðretmen olacak diye böbürlene dur, oðlun anarþist olmuþ efendi!”
Sorgulanacak mýyým, dayak mý yiyeceðim, olacak olan þey bir an önce olsa da kurtuluversem þu sýkýntýdan ya!
Babam, soðuk bir sesle, “anlat!” diye emretti.
Anlatmamý istediði, elbette ki Ankara’dan kaçarak geliþime sebep olan detaylardý. Bu noktada biraz kaçak dövüþsem iyi olabilir diye düþünerek, “Kýzýlay’da, arkadaþlarla dolaþýyorduk. Tam da geçtiðimiz yolda anarþistler bombalý pankart asýyorlarmýþ. Son ana kadar fark etmediydik, ama birdenbire polisler ortaya çýkýp da o civardaki herkesi tutuklamaya baþlayýnca paniðe kapýldýk, biz de kaçmaya baþladýk. Polisler de kovalamaya baþladý. Birlikte olduðum arkadaþlarýmý yakalayýp tutukladýlar. Ben yakalanmadan kaçmayý baþardým. Arkadaþlarýma iþkence edip adýmý, okulumu öðrenecekler, gelip tutuklayacaklar diye okuluma da gidemedim. Gidecek baþka bir yerim de yoktu, mecburen Eskiþehir’e geldim,” diye yarýsý doðru, yarýsý yalan bir þeyler anlattým. Anlattýklarýmla ikna oluverse, dayak yemeyecektim ama…
Ama, Safinaz ablaya her þeyin doðrusunu anlattýðýmý bir an için unutmuþtum. Çipiþ gözlü müzevirci Ankara’dan dönüþümü müzevirlerken, ona anlattýðým detaylarý da anlatmayý ihmal etmemiþti. Suratýmda patlayan ilk tokat, bunu anýmsatmaya yetti de arttý bile; anlaþýldý, anlattýklarýmla ikna edememiþtim.
Babam da, “Yalan söyleme, ulan!” diye baðýrarak, bana inanmadýðýný belli etmiþti.
Annem eksik kalýr mý? “O bombalý pankartý asanlardan biri de senmiþsin! Bilmiyoruz sanma!” Ben, kemküm etmeye çabalarken, annem ayný süratle devam etti. “Ya patlasaydý o bomba? Ya insanlar ölseydi!”
Bunlar bombanýn sahte olduðunu galiba bilmiyorlardý. “Esas bomba deðildi ki o, bomba süsü verilmiþ bir kutuydu,” dedim.
Dediðimle birlikte ikinci tokatý, bu defa öbür yanaðýma yedim. Bu ikici tokat biraz sert gelmiþti, az kalsýn yana doðru yýkýlýyordum.
Babam gene baðýrdý. “Hani bir ilgin yoktu, ulan!”
“Yoktu, valla…”
“Bombanýn sahte olduðunu nereden biliyorsun madem ki, puþt!”
Galiba, kendi aðzýmla yakalanmýþtým. Bir sol direkt, hemen arkasýndan sað direkt; artýk oturarak kalmam mümkün deðildi, zaten ben de bir külçe gibi sýrt üstü devrildim, kaldým. Babam bu kadarla kalsaydý iyi olurdu ya, maalesef hýzýný alamamýþtý henüz. Üstüme çömelip, tokat, yumruk, Allah ne verdiyse giriþti. Bir yandan da söyleniyordu. “Bombalý pankart ha… Teröristlik ha… Polislerle çatýþma, ha…” Bir sürü ‘ha…’, tabii ki her ‘ha’ bir yumruk, ya da tokat demekti.
Annem, “yeter bu kadar!” diyerek onu üstümden çekiþtirene kadar pestilim çýkmýþtý.
Babam da yorulmuþ, nefes nefese kalmýþtý; üstümden kalkýp yerine oturdu. Derin derin nefeslenerek epeyi bir nefesini toparlamaya çalýþtý. Bir ara sinirden titreyen sesiyle, “al, götür þunu önümden!” diyerek anneme seslendi.
Annem, kollarýmdan tutup çekiþtirerek adeta sürükler gibi beni odadan çýkartýp, lavabonun önüne götürdü. “Yýka þu suratýný!”
Lavabo üstündeki aynada yüzümü gördüðümde, gördüðüm morarmýþ, kýzarmýþ, patlamýþ, kanamýþ et parçalarý sinirlerimi bozdu, baþladým kikirdeyerek gülmeye. Musluðu açmýþ, avucumu suyla doldurarak suratýma çarpmýþtým ki, bu darbeyle caným acýyýnca daha çok gülmeye baþladým.
Annem enseme bir þaplak atarak, “yediðin dayak az geldi anlaþýlan; baban güldüðünü duysun da, gelip biraz daha dövsün!” diyerek beni odama doðru sürdü.
Odamýn kapýsýný üstüme kapatan annem babamýn yanýna döndü. Yataðýma oturdum. Suratýmda elimi sürdüðüm her yer sonsuz bir acý veriyordu ve her acýda gülmeyi sürdürüyordum.
Öbür odadan annemle babamýn tartýþma sesleri duyulmaya baþlandý. Bir ara kendimi toparlayarak gülme krizinden kurtulmayý baþardým. Gittim, kulaðýmý kapýya dayayýp tartýþtýklarý þeyin ne olduðunu anlamaya çalýþtým.
Tartýþtýklarý ben deðildim. Bu iyiydi iþte…
Annem, açýða alýnmýþ olan babamýn eve girmeyecek olan maaþýyla ilgili kaygýlarýný dillendirmeye uðraþýyordu. Babam ise, baþtan savma cevaplarla onu susturmaya…
Annem, “olmazsa gider, Esin’in yanýnda kalýrýz. Senin maaþýn, þuyun, buyun halloluncaya kadar onun maaþý idare eder bizi,” dediðinde, babam öyle bir tepki gösterdi ki, bir an ayaklanýp annemi de dövmeye baþlayacaðýndan umutlandým. Doðrusu ya, ben dayak yerken tüyünü bile kýpýrdatmayan annemin öyle bir dayak yemesi çok hoþuma giderdi.
Babam, öyle bir þeyi düþkünlük sayarak kabul edilemez buluyordu. “Ankara’ya gidip sendika yöneticileri ile görüþerek, geliþmeler hakkýnda bilgi alacaðým. Bir, iki günlüðüne gider gelirim. Ondan sonra ne yapacaðýmýza karar veririz. Siz de istiyorsanýz, bu arada Esin’in yanýna gidebilirsiniz. Oðlun gerçekten aranýyorsa, oraya bakmak kimsenin aklýna gelmez hem…”
Plan yapýlmýþtý bile; babam Ankara’ya gidecek, biz de annemle Seyitgazi’ye…
*
Esin ablamý az kalsýn tanýyamayacaktým. Daha altý, yedi ay öncesine kadar sadece genç bir kýz olan ablam, þimdi o havasýndan uzaklaþarak müthiþ bir kadýn olmuþtu. Çoraplarýndan elbisesine, vücut hatlarýndan kuaför eli deðmiþ boyalý saçlarýna kadar her þeyiyle dört dörtlük bir kadýn… Bu, tavýrlarýný da etkilemiþ, benimle itiþip kakýþarak yaptýðý ablalýðýn yerini kendine saygý duyulmasýný adeta emreden bir mesafeli duruþ almýþtý.
Evine girdiðimiz an kýsa bir ‘hoþ geldin’ merasiminden hemen sonra suratýmdaki yara bere ile ilgilenmeye baþladý.
“Kim yaptý bunlarý, böyle?”
“Babam!”
“Ýnanmam…”
“Vallahi!”
“Elleri kýrýlsýn inþallah!”
Ecza dolabýndan getirdiði sývýlar ve kremlerle detaylý bir pansuman yapmaya baþladý.
Annem, kocasýný kayýrmak için, “bu kardeþin olacak serseri daha beterini hak ettiydi ya, dua etsin çabuk yoruldu adam,” diyerek lafa karýþtý.
Ablam, ona da kýzdý. “Ne demekmiþ o, öyle? Daha beteri kemiklerinden bir kaçýný kýrmaktýr bunun. Babam bu kadar vicdansýz mýydý yahu, benim?”
Annem, “vicdansýz olan kardeþin!” diye atýldý. “Biz onu öðretmen olsun diye yolladýk, o ise bombalý pankart asmýþ insanlarýn tepesine. Ya patlayaydý da, insanlar öleydi.”
Hemen, “esas bomba deðildi, sahteydi,” diye müdahale ettim.
Ablam, “sebep ne olursa olsun, bir insaný bu þekilde dövemezsiniz, efendim!” diyerek çýkýþýrken, çenemin alt tarafýndaki yarayý önemseyerek, “buna dikiþ atýlmasý þart, kalk, gidiyoruz!” diyerek ayaklandý.
Beni çekiþtire çekiþtire çalýþtýðý saðlýk ocaðýna götürdü. Yol boyunca, önce pankart olayýnýn detaylarýný anlattýrdý ve hiç ummadýðým bir biçimde beni onore etti. “Bir genç olarak ülkemizin sorunlarýna ilgisiz kalmamýþ olman beni gururlandýrdý. Tebrik ederim Ergin’ciðim! Benim senden tek bir istirhamým olacak; lütfen illegal örgütlerden uzak dur, emi! TÝP gençlik kollarýyla iliþkin iyi olmuþ, onlar yasal örgüt. Üstelik TÝP’in ülke için hayýrlý bir parti olduðuna ben de inanýyorum, Behice Boran’ýn hayranýyým.”
‘Ýllegal örgüt’ten neyi kastettiðini anlamamýþtým, ama konuþmasýnýn tadýný kaçýrmamak için, biraz da cahilliðim anlaþýlmasýn diye, bunu ona sormamýþtým.
Saðlýk ocaðýnda girdiðimiz muayene odasýnda bizi genç, hoþ sohbet bir doktor karþýladý. Ablama sataþarak, “izin gününde bile uzak duramýyorsun bizden,” dedi.
Ablam ona gülümsedi. “Beyefendi kardeþim olurlar,” diyerek beni tanýttý. “Çene altýnda derin bir yýrtýk mevcut. Dikiþ atmak isteyebilirsiniz, diye düþündüm.”
Genç doktor suratýmdaki tüm yara bereyi sýrayla gözden geçirirken, “nasýl oldu bunlar?” diye sordu.
Ablam, cevap vermeme fýrsat býrakmadan, “arkadaþlarýyla kavga etmiþ,” dedi.
Arkadaþlarýyla mý? Bir an için þaþýrdýmsa da, ablamýn, babamý deþifre etmek istememesini anlayýþla karþýladým.
Doktor, “ah o arkadaþlýklar, ah! Ýlla ki kavgayla biter, nedense…” diye bir þeyler konuþarak, ablamýn evde pansuman ettiði yerleri yeniden baþtan sona renkli bir sývýyla sildi. Çene altýný da silerken, “Haklýsýn ebe haným,” dedi; “buraya dikiþ atýlmalý.”
Bu önerme canýmý sýktý. Korkumu belli etmemeye çalýþarak sessiz kaldým. Oysa, korkmaya hiç deðmezmiþ, dikiþ atýlacak yeri ufak iðneli bir enjektörle uyuþturduktan sonra yapýlanlarýn farkýna bile varmamýþtým.
Suratýmýn dört yanýnda dört bandajlanmýþ tamponla döndüm eve. Ýlk þaþýran annem oldu.
“Ne bu suratýnýn hali?”
Ablam, gülmesi mi gerekli, aðlamasý mý gerekli, bir karar veremeyerek, garipseyerek baktý ona. “Sebep olanlar utansýn,” diye söylenerek oturdu. “E? Babam boykotta deðil mi, neden gelmedi?”
Ana kýzýn sohbeti baþlarken, ben yediðim dayaðýn vücudumdaki yorgunluðunu atabilme umuduyla diðer odaya geçip ablamýn yataðýna uzandým.
*
Uyuyakalmýþým. Saatler sonra Ersin’in sesiyle uyandým. Sevinç çýðlýklarý atýyordu. “Anne! Ne zaman geldiniz?”
Ayný evin iki çocuðundan biri tekmeyle tokatla karþýlanýrken diðeriyle kucaklaþýlarak buluþuluyordu; bu nasýl bir adaletti böyle! Bu vesileyle bir kez daha Ersin’e duyduðum nefreti hatýrladým. Duyduðum bu nefretten dolayý, kendi kendime olmadýk küfürleri mýrýldanmaktayken kapý açýldý, içeri suratýnda müthiþ bir sevecenlik taþýyarak Ersin girdi. Son gördüðüm Ersin ile þu gördüðüm arasýnda neredeyse iki katý fark vardý; o hastalýklý, týfýl oðlan irileþivermiþti.
“Hoþ geldiniz abiciðim!” diyerek geldi, benimle kucaklaþtý.
Yemin ederim ki, doðduðu günden beri, ilk kez, bana ‘abiciðim’ diye hitap ediyordu ve dahasý benimle kucaklaþýyordu. Hiç yapmazdý bunlarý. Hatta defalarca, ‘abi de ulan!” diye sýkýþtýrmýþ olmama raðmen, bana sadece ‘Ergin’ diye hitap ederdi. Bu gerçekler dururken, onun birdenbire gösterdiði içtenliðe güvenemeyerek, benimle kucaklaþmasýna karþýlýk veremedim. Soðuk bir sesle, “hoþ bulduk!” demekle yetindim.
Ersin, “Yüzüne ne oldu böyle, geçmiþ olsun abiciðim!” deyince,
Kendi kendime, ‘hah, þimdi açýða çýkar gerçek yüzü!’ diye düþünerek, “Babam olacak o þerefsiz yaptý!” diye söylendim. Ersin’in en zayýf tarafýydý babamýz, üst seviyelerde bir baðýmlýlýklarý vardý birbirlerine ve birbirleri aleyhinde hiçbir tavýra hoþ görüleri olmazdý.
Önce, “dövdü mü?” diye sorarak bir þaþkýnlýk geçirdi ve ardýndan yüzümü inceleyerek, “manyak mý bu adam yahu!” diye söylendi. “Nasýl bir insan evladýna bu kadar gaddarca zarar verebilir?”
Aðzým açýk kala kaldý, bir an rüyada mýyým, deðil miyim, diye bile düþündüm.
Benimle barýþýk bir abla ve kardeþle buluþma, beni sarhoþ gibi yapmýþtý, ayýkmak istemiyordum.
*
Babam, elinde benim tasdiknamem ile ablamýn Eskiþehir Doðumevi Hastanesi’ne tayin olunduðuna dair bir yazýyla, Ankara’dan doðruca Seyitgazi’ye gelmiþti.
“Saðlýk Bakanýnýn müsteþarý Gönen’den enstitü arkadaþým çýktý. Ziyaretine gidip, kýzým dört yýldýr Seyitgazi ilçesinde vazife yapýyor, artýk, þehir merkezinde, iyi bir yerde çalýþmak hakkýdýr, dedim. Hay hay, deyip naklini hemen Eskiþehir’deki Doðumevi hastanesine yaptýrdý.” Elindeki yazýyý ablama uzatýp, “bu da nakline dair yazýnýn bir nüshasý,” dedi. “Hemen yýllýk iznini yazdýrýp izine ayrýl ki, seni Eskiþehir’e taþýyalým. Ýzin sonunda da yeni görev yerine baþlarsýn.”
Ablam, eline aldýðý nakil yazýsýný þöyle bir okuduktan sonra, hiç kimsenin beklemediði biçimde çýkýþarak, “Bana, þehir merkezine naklolmak istiyor musun, diye sordun mu baba?” diye sordu. “Ya da, þöyle sorayým: Sana, þehir merkezine naklolmak istiyorum, diye bir þey söyledim mi?”
Onun bu çýkýþmasýndan evvela babam tedirgin oldu. “Senin de þehir merkezinde çalýþmak isteyeceðini düþünmüþtüm.”
Ablam çýkýþmasýný daha da sertleþtirdi. “Yanlýþ düþünmüþsün! Burada kurduðum bir düzenim var benim. Onu ne hakla altüst ediyorsun ki! Burada bir doktor kadar itibar görürken, sen beni onlarca ebenin müstahdem muamelesi gördüðü bir binanýn içine týkýyorsun. Ne hakla? Ne hakla? Ha? Ne hakla?”
“Sevineceðini ummuþtum. Þu hale bak… Meðer mutsuz olmana sebep olmuþum. Keþke önce sana danýþmýþ olsaydým.”
Ablamý, babamýzýn içine düþtüðü üzüntü bile etkilememiþ, suratýný asarak söylenmeyi sürdürmüþtü.
Babam, ablamýn karþýsýnda uðradýðý ezikliði, bana horozlanarak telafi etme gayretkeþliðiyle anneme, “senin bu oðlun var ya, bu oðlun, bize baþtan sona yalan söylemiþ,” diyerek anlatmaya baþladý. “Efendim neymiþ? Türkiye Ýþçi Partisinin gençlik kollarýna katýlmýþ, TÖS boykotunu desteklemek için, ‘iþçi memur elele, genel greve,’ diye bombalý afiþ asarken peþine polisler düþmüþ… Külliyen yalan! Tek tek araþtýrdýk, soruþturduk; ne TÝP’in gençlik kollarýyla bir iliþkisi olmuþ, ne de polis bültenlerinde adý geçiyor.”
Annem, onun anlattýklarýndan ne anlamasý gerektiðine karar veremeyerek, “yani?” diye sordu.
“Yani, peþinde polis molis yokmuþ! Namussuz herif, notlarý düþük olunca öðretmen olmayý silmiþ kafasýndan da, onun için gelmiþ.”
“Çok mu düþükmüþ notlarý?”
“Çok…”
Annem, aþaðýlayarak, “zaten, ne zaman iyi oldu ki? Hep tembel bir talebeydi, hep…” diye söylendi.
“Ben de zaten tastiknamesini alarak sildirdim kaydýný…”
Oysa, notlarýmýn o kadar da kötü olduðunu sanmýyordum. Hele öðretmen olmayý kafamdan silmek gibi bir þey asla söz konusu deðildi. Tabii ki, bunlarý seslendiremezdim. Bu defa ablamýn yerine de yiyeceðim dayakla birlikte kesin birkaç kemiðim kýrýlýrdý. Sessizce ortamý seyretmeyi tercih ederek, oturdum.
Babam, nihayet Ersin ile ilgilenmeye karar vererek, “gel bakayým, gel,” diyerek ona kucaðýna oturmasýný iþaret etti.
Ersin, umursamadý bile, oturduðu yerden babamý tenkit etmeye baþladý. “Abimin baþý madem ki polisle molisle dertte deðilmiþ, kaydýný niçin sildirdin onun? Bir problem olmadýðýna göre okuluna döner, düþük notlarýný da bir gayret ile yükseltirdi.”
Babam, týpký ablam gibi, onun karþýsýnda da aþaðýdan alarak, “ne yazýk ki, ben senin gibi ümitli deðildim Ersinciðim,” dedi.
Hem ablama, hem kardeþime karþý takýndýðý bu müþfik tavrý bana da gösterir miydi acaba? Bunu sýnamanýn tam zamanýydý. “Yaþadýðým bu tecrübelerden sonra, mutlaka baþarýlý olurdum,” diyecek oldum; önce sert bir tokat yedim, sonra da küfür! “Siktir ol, git, eþþoðlu eþek!”
O gün babamýn mutlu ettiði tek kiþi annem oldu. Türkiye Öðretmenler Sendikasý açýða alýnýp maaþlarý ödenmeyen üyelerinin maaþýný kendi bütçesinden ödeyecekti.
*
Seyitgazi’den Eskiþehir’e döndükten az sonra, babamýn kararý doðrultusunda, Nail amcamýn döküm fabrikasýnda çalýþmaya baþladým. Sabahtan akþama kadar ya kum eliyordum, ya da dökülmüþ parçalarýn üzerindeki çapaklarý taþa tutup temizliyordum. Patron, yeðenini öteki iþçilerden farklý bir muameleye tabi tutmuyordu; onlar ne kadar çok çalýþýrsa, ben onlardan daha çok çalýþmak zorunda kalýyordum. Tuðla ocaklarýndan aðýr iþçiliðe alýþýk vücudum için fazla yýpratýcý bir iþ deðildi. Ýþ saatlerimin dýþýndaki vaktimin tamamýný Nuri ile geçiriyordum. Kendisine bir elektronik solo gitar ile elli ‘watt’lýk bir amfi almýþtý. En büyük hayali bir orkestra kurmaktý. Kambersiz düðün olmayacaðýna göre, orkestrasýnda benim de bir yerim vardý elbette. Ben, orkestranýn bas gitaristi olacaktým. Baþlangýçta, bas gitarýn ne menem bir þey olduðunu bile bilmiyordum. Bir takým bas gitar ritm kalýplarý öðrendikçe, kendimi ‘bas gitarist’ sanmaya da baþlamýþtým. Sýra bir baterist ve bir orgçu bulmaya gelmiþti. Onlarý da tamamlar tamamlamaz, Emekli Ýmamýn son günlerde satýn almýþ olduðu düðün salonundaki düðünlerde çalmaya baþlayacaktýk.
Amcama düðün salonlarýnda gitar çalarak para kazanacaðýmý, o nedenle yanýndaki iþten çýkacaðýmý söyleyince, yanýndan ayrýlmam için izin vermiþti.
Ýlk elektro basgitarýmý bir maðazadan taksitle alacaktým. Maðaza sahibi yaþýmýn küçük olmasýný bahane ederek gitarý vermek istemedi, (o günlerde on yediyi tamamlayýp onsekizime girmiþtim) ama amcamýn arkadaþýymýþ; bana, “amcanýz kefil olursa veririm,” deyince, adama, “Mademki amcam arkadaþýnýz, kendisine kefil olup olmayacaðýný sizin sormanýzý rica ediyorum; çünkü ben kefil olmasýný rica ettiðimde, beni ret edebilir; ama sizinle konuþurken buna yüzü tutmayabilir,” demiþtim. Bu kurnazlýðý açýk sözlülükle ifade etmiþ olmam adamýn hoþuna gittiði için, “tamam, senden kefil mefil istemiyorum,” demiþti. Ama bu defa da ben, “amcama telefonla, bana kefil olup olmayacaðýný sormanýzý rica ediyorum,” diyerek ýsrar etmeye baþlamýþtým. Amacým, amcanýn yeðenine itimadýný ölçmekti. Böyle düþündüðüm için amcam beni mahcup etmiþti! Çünkü adama, ne istiyorsam vermesini söylemiþti... Sonradan, orkestra ile Ýnegöl’e çalýþmaða gitmiþtim. Ýþlerin sýkýþýklýðýndan iki ay Eskiþehir’e gelememiþtim. Eskiþehir’deki bir pavyonda iþ ayarlayýp Nuri’nin orkestrasýndan ayrýlarak Eskiþehir’e geldiðimde o maðazaya giderek, borcumu aksatýþ nedenimi açýklayarak özür dilemiþ ve ödeme yapmak istemiþtim. Maðaza sahibi borcun tamamýný amcamýn ödediðini söyleyince, kendimi küfür yemiþ gibi hissetmiþtim. Bir gün gelip amcamýn bu durumu kakýnç yapabileceðinden çekinerek, parayý amcama ödemek istemiþ; ama o, gitarý bana hediye olarak aldýðýný söyleyerek parayý kabul etmemiþti.
Eskiþehir’deki Göksu Gazinosunda (üçüncü sýnýf bir pavyon) davulcu Topal Haydar, akordeoncu Ýlhami ile beraber çalýþmaya baþlamýþtým. Barýn sahibiyle yaþým küçük olduðu için polislerin sýkýþtýrmasý yüzünden (çalýþma karnesi için yirmi bir yaþýný doldurmuþ olmak gerekiyordu) ve ücret konusunda bazý ihtilaflar yaþamaya baþlamýþtýk. Adam, basgitar da neymiþ, bir davul, bir akordeon yeter, çýkartýn basçýyý, ona verdiðiniz parayý kendi ücretlerinize ekleyin deyince, yüzüme seninle çalýþmak istemiyoruz demekten utanan bu can yoldaþlarýmýn(!) aklýna gelen þeytanlýk þöyle olmuþtu: “Patron mademki ücretlerimize zam yapmýyor, býrakalým iþi...” diyerek yanýma gelmiþler, ben de olur demiþtim, býrakalým anasýný satayým! Tesisatlarýmýzý sökerek pavyonu terk ediyorduk. O arada ben kendi tesisatýmý eve nakletmek için bir taksi tutmaya caddeye kadar gidip, beþ dakika içinde bir taksiyle dönmüþtüm. O ne! O beþ dakika içinde, orkestra arkadaþlarým kendi tesisatlarýný barýn sahnesine gerisin geriye taþýmýþlar; benim tesisatlarýmý dýþarýda býrakmýþlardý. Bana da, “biz iþi býrakma kararýmýzdan vaz geçtik. Patrondan özür dileyip tesisatýmýzý içeri taþýdýk. Sen de istiyorsan, patronla bir görüþ,” diyorlardý. Numaralarýný yememiþtim. Onlara, “böyle bir numaraya kalkýþmak yerine adam gibi, biz seninle çalýþmak istemiyoruz deseydiniz, ben gene de ayrýlýrdým. Hiç olmazsa, gözümde böylesine küçülmezdiniz,” diyerek tesisatýmý eve götürmüþtüm.
Çok sonralarý, bir gün Topal Haydar, vicdan azabýndan olsa gerek, o hareketleri nedeniyle benden özür dilemiþ ve tuzaðý patronun talimatýyla kurduklarýný itiraf etmiþti. Bu itirafý yaparken o iþsizdi, ben ise, gece 24:00’ e kadar bir düðün salonunda, 24:00’den sonra da bir pavyonda çalýyordum...
Enstrümanýn ustalarýyla dostluklar kurarak ve bazen dersler alarak basgitar çalmakta epeyi ileri taþýmýþtým kendimi. Fa anahtarýyla bir partizizasyonu rahatlýkla okuyor ve çalabiliyordum. Bu durumum çok daha iyi orkestralarda, daha iyi paralar kazanmamý ve arada bir profesyonel ünlülerin arkasýnda çalmamý da saðlýyordu. Babamýn bir ayda kazandýðý maaþý yevmiye olarak kazanabildiðim günlerdi, ama onun bütçesine tek kuruþluk bir katký da saðlamýyordum. Ýliþkilerimiz gereðinden fazla soðuktu ve tabii ki, eskisi gibi tokatlayabileceði bir evlat da deðildim, tam tersine tam bir ev külhanbeyiydim. Benden uzaklaþabilmek için annemin köyü olan Eðriöz’e taþýnýp yerleþtiklerinde, ben de komþuanne dediðimiz bir kadýnýn evinde pansiyoner olarak barýnmaya baþlamýþtým.
O dönemde Nur ile tanýþýnca, hayatýmdaki deðiþiklikleri de yaþamaya baþlamýþtým. Beni liseyi bitirmeye teþvik eden o oldu. O lise üçüncü sýnýfta öðrenciyken ben de lise birinci sýnýfa baþladým ve o üniversiteyi bitirip öðretmen olduðunda ben de liseyi bitirdim. Liseyi bitirme sýnavlarýna Nur’un baskýsýyla, onlarýn evinde misafir olarak sýký bir çalýþma programýyla girdim ve o hýzla E.Ý.T.Ý.A. Ýktisatý kazandým. Hastalandýðým güne kadar, bir taraftan da düðün salonlarýnda ya da barlarda orkestra müzisyenliði yaparak müzisyenliði sürdürüyordum. Bir gece orkestrayla birlikte sahnedeyken bayýlmýþ, hastaneye kaldýrýlmýþtým.
Teþhis, sulu zatürcemdi. Eskiþehir Devlet Hastanesinde Dahiliye Hekimi Necdet Özsel, hastanesinin bu hastalýðýn tedavisinde yetersiz olduðunu, tedavimin Ýstanbul Siyami Ersek Hastanesinde yapýlmasýnýn iyi olacaðýný söylediðinde o çok sevdiðim babam ve annem bana sahip çýkmamýþtý. (Yokluk bahane, zira ziyaretime bile gelmemiþlerdi) Necdet Özsel, amcam’a ulaþýp, bu çocuk Ýstanbul’a götürülmezse ölecek deyince, amcam tanýdýðý bir muhtardan aldýðý fakir ilmihali ile Ýstanbul’daki Siyami Ersek hastanesine yatýrmýþtý beni. O zamanlar bu hastalýk göðüs boþluðuna dirhemlerle girilerek ve göðüs boþluðundaki cerahat aspiratörlerle dýþarý alýnarak tedavi edilmekte ve çoðunlukla ölümcül sonuçlar oluþmaktaydý. (Þimdi nasýl tedavi edildiðini bilmiyorum ama o zaman ki usulle edilmediðini duymuþtum.) Ayný hastalýktan ayný koðuþta yatarak tedavi gördüðümüz bir hastanýn öldüðünü görmüþtüm. Buna raðmen öleceðimi aklýmýn ucundan bile geçirmiyordum. Ýstanbul Siyami Ersek Göðüs Hastalýklarý Hastanesindeki altý kiþilik koðuþtan cesedi çýkmayan bir tek bendim. Ne tuhaftýr ki, çevremdeki diðer hastalar birer birer ölüp giderken bir an olsun öleceðimi düþünmemiþtim. Nur’a döneceðimi ve onunla çok mutlu bir hayat süreceðimi düþünüyordum. Bu öylesine güçlü bir düþünceydi ki, gerçekleþmemesi imkansýzdý; çünkü Tanrý ile aramdaki inanç birlikteliðimizdi benim düþüncelerim. Ben hiçbir problemi kendi egomla halletmeye kalkýþmazdým. Egomun çok dýþýnda bulunan bilinçaltýma havale ederdim her þeyi. Tanrý bilinçaltýma çözümleri tarif eder, bilinçaltým da, bilincime gereken bilgiyi verirdi… Hastane düzenine ayak uydurabilen birisi deðildim. Hastalýðýn etkileri azaldýðýnda sigara, içki, uyuþturucu hap (aðrýlarým için birisinden afyon sakýzý satýn alýyordum) gibi þeyler kullanmaya baþlamýþtým ve sigara içerken sýk sýk suçüstü yakalanýyordum. Hastaneden kendi isteðimle taburcu olduðumu belgeleyen kovuluþum anýnda, 1,85 m. Boyuma karþýn 48 kg. idim. Hastanedeki baskülün yanlýþ tarttýðýna inanmak isteyerek, hastaneden çýkar çýkmaz bir sokak tartýcýsý bularak tartýlmýþ ve vücut aðýrlýðýmý teyit ettirmiþtim.
Akciðer Hastalýðýndan sonraki nekahet dönemimde bana sahip çýkan tek insan kayýn validem olmuþtu. Eskiþehir’e döndüðümde Nur’un ailesi beni evlerinde aðýrlamaya baþlamýþlardý. Sevdiðim kýz ile ayný evde yaþamak ve ailesinden böylesine yüksek deðerli bir destek görmek, çok yüksek bir moral aþýlýyordu. O þartlarda çok kýsa bir süre içersinde inanýlmaz biçimde toparlandým ve tam 72 Kg.a çýktým. Göðsümde dirgenlerle taburcu edilmiþtim. Bunlarla göðüs boþluðumdaki iltihaplar dýþarý çýkýyordu ve iðrenç bir kokularý olduðundan, onlarýn temizlenmesi problemli oluyordu. Pansumanlarým, beslenmem dâhil tüm problemlerimi kayýnvalidem hallediyordu… Tanýdýðým en iyi insandýr kayýn validem. Onun hakkýný hiç ödeyemem. Ona duyduðum saygý ve sevgiyi kendi ebeveynime de duymam...
Her þeye raðmen hastahaneye yatýrýlýþým esnasýndaki iyiliði için “Allah, amcamdan razý olsun!” Bu hayýr duam, onun yaptýðý o iyilik karlýðýnda yeterlidir. Her þeye raðmen sözü niçin? Açýklayayým. Hastaneden taburcu olup, Eskiþehir’e döndükten sonra, devam eden tedavim için kullandýðým ilaçlarýmý, belki param olmadýðý için, belki de paramýn baþka eczacýya gideceðine amcakýzýna gitmesi için, amcakýzým Selma’nýn eczacý dükkanýnda yaptýrmak istemiþtim. Kýz, reçeteye doðru dürüst bakmadan, “bu ilaçlar yok bende,” deyip geri çevirmiþti. “Ýlaç dediðin aðrý kesici ile antibiyotik. Depodan da getirttirebilirsin ama maksadýn benimle alýþ veriþ yapmamaksa, söyle ki, bileyim,” deyince, amcakýzý, “evet, babamýn vasiyeti var. Ergin gelince yüz vermeyin, diye vasiyet etti bize,” demiþti. Amcam, böyle bir þey demediyse, günahý o kýzýn. “Amcam madem böyle bir þey vasiyet etti, selam söyleyin ona, Ergin isminde bir yeðeni olmadýðýna inandýrabilir kendini... Yalnýz, beni Ýstanbul’a götürüp hayatýmý kurtardýktan sonra, niçin böyle bir vasiyette bulunduðunu çok merak ediyorum. Niçin?” demiþtim.
O da, “ sen üçkaðýtçýnýn tekisin de ondan. Babamý, aldýðýn gitara, maðaza sahibi kefil olmasýný istemem dediði halde, maðaza sahibine ýsrarla telefon ettirip, utanmadan babamý kefil ettirmiþsin, sonra da babama ödetmiþsin...” diye bir þeyler açýklayýnca, o olmuþtu. O gitarýn parasýný da (o zaman ki vitrin fiyatýyla) amcamýn Ýþ Bankasý Eskiþehir Merkez Þubesinde ki hesabýna yatýrmýþtým. (Yanýnda çalýþýrken, bir keresinde o hesaba muhasebecisiyle para yollarken duyduðum için, o þubede hesabý olduðunu biliyordum.) Ve, bir daha ne amcamla, ne de çocuklarýyla görüþmemeye karar vermiþtim. Yýllar sonra, amca çocuklarýnýn birinin düðününde görevli orkestrada çalýþýyordum da mecburen tebrik filan laflaþmýþtým; ama 1978’de babam vefat edince, amcama, ben yazmadýðým halde, babam senin yüzünden öldü, filan diye bir küfürlü mektup yazdýðým ortaya atýlýnca, iliþkilerimi tamamen kesmiþtim ve o aileden hiç kimseyle bir daha hiç görüþmemiþtim.
Tam o günlerde kendi doðrularýný dosdoðru ifade eden kadýn, Safinaz abla ölmüþtü… Ankara’dan kaçarak geldiðimde, beni hayal kýrýklýðýna uðratarak anneme teslim eden Safinaz ablayý hayatýmdan ebediyen çýkarmýþtým, ama cenaze töreninde de en çok aðlayan ben oldum.
*











“BÝZÝM KÖYÜN AYILARI”
roman
yazan: Kemal Paracýkoðlu
*
S O N S Ö Z


“Yaþlý adam, neden geldin? Gelmeni istemedim ki ben!”
“Zamanlar paylaþýlmalýdýr. Sen, senin payýna düþeni iyi veya kötü, yaþadýn. Þimdi, yaþamak sýrasý bende…”




Söyleyeceklerim var!

Bu yazýda yazanlara katýlýyor musunuz? Eklemek istediðiniz bir þey var mý? Katýlmadýðýnýz, beðenmediðiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düþündüðünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazýlarý yorumlayabilmek için üye olmalýsýnýz. Neden mi? Ýnanýyoruz ki, yüreklerini ve düþüncelerini çekinmeden okurlarýna açan yazarlarýmýz, yazýlarý hakkýnda fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloða geçebilmeliler.

Daha önceden kayýt olduysanýz, burayý týklayýn.


 


ÝzEdebiyat yazarý olarak seçeceðiniz yazýlarý kendi kiþisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluþturmak için burayý týklayýn.


Yazarýn roman ana kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Paþazade... 2
Paþazade…1.
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/40)
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/1.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/3.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/9.
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/37)
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/4.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/2.
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/36. )

Yazarýn diðer ana kümelerde yazmýþ olduðu yazýlar...
Part - Time Seviþmeler [Þiir]
Bir "Hiçbir Þey" Olmak [Þiir]
Deliler Bayramý [Þiir]
Nazlý Nazlý Karýlar... [Þiir]
Gülbahar'ým; Can Çiçeðim! [Þiir]
Ýkimiz Ýçin [Þiir]
Hayatým [Þiir]
Halepçe [Þiir]
Senden Önce, Sensiz [Þiir]
Çapkýn Kýz... [Þiir]


Kemal Yavuz Paracýkoðlu kimdir?

Okur yazar, okuduðunu anlar, yazdýðý okunur, emekli büro memurluðundan devþirerek, kendi kendine oldu yazar. . .

Etkilendiði Yazarlar:
Hiç kimseden etkilenmemiþtir, kendine özgü bir yazý dili kullanýr...


yazardan son gelenler

 




| Þiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleþtiri | Ýnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babýali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratýcý Yazarlýk

| Katýlým | Ýletiþim | Yasallýk | Saklýlýk & Gizlilik | Yayýn Ýlkeleri | ÝzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Giriþi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

ÝzEdebiyat bir Ýzlenim Yapým sitesidir. © Ýzlenim Yapým, 2024 | © Kemal Yavuz Paracýkoðlu, 2024
ÝzEdebiyat'da yayýnlanan bütün yazýlar, telif haklarý yasalarýnca korunmaktadýr. Tümü yazarlarýnýn ya da telif hakký sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadýr. Yazarlarýn ya da telif hakký sahiplerinin izni olmaksýzýn sitede yer alan metinlerin -kýsa alýntý ve tanýtýmlar dýþýnda- herhangi bir biçimde basýlmasý/yayýnlanmasý kesinlikle yasaktýr.
Ayrýntýlý bilgi icin Yasallýk bölümüne bkz.