Sen hayatımdan gittikten sonraki o soğuk sabahlarda hıçkıra hıçkıra ağlamak istemiştim. Bazı sabahlar ansızın uyanır ve fakat hayal ettiğim o hıçkırıklar bir türlü olmazdı. Hıçkırıktan geçtim bir damla yaş bile gözlerimden boşanmadı. İçim bomboştu. Kuruyan bir yaprak gibi diyeceğim değil, kanayan bir insan gibi kanayıp durdum.
Cahit Külebi gibi bir şiir yazmak isterdim aslında ben. Benim doğduğum yerlerde diye başlayan. Ama ben toprağın anlamını bilmem. O yüzden şöyle demeliyim. Benim doğduğum şehirde sabahları bir kış güneşiyle karşılaşır gözlerin. Kolay kolay ağlayamaz insanlarım benim. Asık suratlarıyla hayret eder gibi bakarlar acılarına. Bende pek farklı değilim onlardan. Yani kanarken hayretle baktım yaralarıma yada öyle göründüm aynada. İnsanlarımdan farklı olarak ben göstermeyi diyemeyeceğim ama anlatmayı öğrendim ve gerçekten dinlemeyi. Onlar pek dinlemezler bakar ve anlarlar. Komik görünür bu insanlara. Çünkü yalnızca birbirlerini anlarlar, diğerlerinin nasıl gördüğünü de umursamazlar.Neyse; Ne diyordum hıçkıra hıçkıra ağlamak istemiştim. Yapamadım. Kanıda dindiremedim. İçimdeki o boşluk bende eskiden beri bir mide bulantısına neden olur. Bu yüzden bol bol kustum. Şimdi yaptığım gibi. Senin görmemeyi tercih ettiğin gerçekleri ben ne yazıkki görüyordum.Daha fazla birşey yazmamı bekleme benden, zira insanlar tatlı şeyleri duymaktan hoşlanır. Gerçeği ancak haber bültenlerinden yada gazetecelerden duyabilirsin.
Sen hayatımdan gittikten sonra öyle uzun bir yol yürüdümki neler yaptığımı yazılarımda bulabilirsin. Takip edebilecek kadar sabırlıysan ki o sabrı bana hiç göstermedin. Sana sitem etmek için yazmıyorum bunları korkma. İşte bu “içlenmek” sanatı ikinci bir tekil şahıs olmadan olmuyor ve midemi bulandıran bu insanlara ve dolayısıyla hayata başka türlü tahammül edemiyorum. Sende o insanlardan biri olduğun için ve tabi bende. O zaman ne yapıyoruz. Sabaha kadar dans, dans, dans…