Düşgücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır. -Pascal |
|
||||||||||
|
Muavinin aceleci sesi yankılanıyor: _Kalkıyor otobüsümüz, yerleşelim. Veda zor zanaattı. Kızımın güzel elleri kurulu bir sarkaç gibi sallanıyordu. Otobüs esneyerek hareket ederken kalbim sancılanıyordu. Sanki kocaman irinli bir el kalbime sokulmuş, yerinden çıkarmaya çalışıyordu. Canım acıyordu. İçime düşen sızının tarifi yoktu. Fedakâr, özverili bir anne olmuştum. Onlar için bütün hayallerimden vazgeçmiştim. Şimdi ise onları ardımda bırakıp hayallerimin yolculuğuna çıkıyordum. Hatta kaçıyordum çok uzaklara… Belki bu kaçış, kendime yolculuk olacaktı. Bir köy öğretmeni olup minicik yürekleri sevgimle doldurabilmek, çocukların çoraklaşmış, üşümüş kalplerini ısıtabilmek istiyordum. Şehrin gelişigüzel serpiştirilmiş kalabalığı korkuttu beni. Bunca insan; hep bir düşün, hep bir aşkın, hep bir kurmacanın peşinde koşturuyordu. Ne kadar çok hayal vardı dünyada, ne kadar çok kurgu. Yol boyu sıralanmış iğde ağaçlarının kokusunu hissedebiliyordum. Kokuyu daha iyi algılayabilmek için pür dikkattim. Her sabah eşim evden çıktığında, balkondaki derme çatma masaya yerleşip günlüklerimi yazarken bahçedeki iğde ağacına tünemiş kuş şakırtılarını hatırladım. Sonra her sayfanın altına iliştirdiğim dip notu; ‘’Bir soluk nefes! Bir gün mutlaka!’’ Otobüsün camında kurduğum küçük bir dünyam olmuştu. Dışarıda hızla tükettiğimiz hayat aslında bir perdeden öteki perdeye zor yetişen monologlardı. İzleyebildiklerim olsa olsa bir filmin fragmanı kadardı. Işıkların, hükümranlığını, tahakkümünü okumuştum bir yerde. Birkaç kez esnedi koca otobüs dururken. Karşıya geçmek için ışığı seçmeye çalışan yaşlı kadın çok gerilerde kalmıştı. Gülümsüyordu… Evde kalmış zamanları anlatan bir filmin başrol oyuncusuydu kim bilir. Onun hayatı nasıl hikâyelerle doluydu acaba? Yaşlanmak ürkütüyor, ölüm üşütüyordu beni. Madem bu kadar yakın duruyordu, nefes kadar yakınımdaydı; o zaman hiç vakit kaybetmemeliydim. O bana gelmeden, tüm keşkelerimi tüm yaşamadıklarımı yaşamalıydım. Elimi çabuk tutmalı, hayallerimi var edip, tüketmeden de ölmemeliydim. Henüz yirmi yaşımdaydım. Daha dokuz günlük evliyim. Öğretmen oldum sözüm ona, aslında öğrencilerime arkadaş. Karıştım aralarına. Minicik yüreklerindeki mutlulukları hüznü paylaştım. Ertesi sene bir yılda on yaş büyüttü beni evlilik; bu kez de anne şefkatiyle kucakladım onları. Anne olabilmek en büyük arzumdu o zamanlar. Akşamları başımı cama dayayıp, karşımdaki daireleri gözlüyordum. Hele bir aile vardı, Allah nazardan saklasın; anne, baba ve iki çocuk. Her akşam saat sekiz dedin mi mutfak masasının etrafında toplanırlardı. Anne içinden buhar çıkan tencereye kepçeyi daldırır, mutluluğu pay ederdi tabaklara. Baba yemeğe başlamadan evvel bir kızının bir oğlunun saçlarını koklardı. Ne konuştuklarını bilmez uydururdum. ’’karıcım eline sağlık… Yok, bugün işyerinde de anlattım yemekte benim hanımın üstüne yok ‘’diye. Sonra çocuklara bir şeyler söylerdi. Komik olmalıydı ki, baba konuşurken kikirdeşirdi kuzucuklar. Anne sofrayı toplarken baba kızını kucaklar oğlunu elinden tutar mutfaktan çıkardı. Diğer odaların camları kalın perdelerle kapalıydı. Benim hikâyem mutfakta başlar, annenin mutfak önlüğünü çıkarıp duvara asmasıyla biterdi. -su alır mısınız? Muavin dikkatimi dağıtmasa mahalledeki bütün konu komşuyu yazıverecektim. Sol bacağımı sağ dizimin üzerine koydum. Başımı koltuğa gömüp yan tarafta oturan iki genç kızı izlemeye başladım. Cam tarafındaki başını diğerinin omzuna koymuş uyuyordu. Diğeri bir elini yüzüne dayamış camdan dışarıyı izliyordu. Ne düşünüyordu acaba? Sanki bir sıkıntısı var gibiydi. Öğrenciydiler muhtemelen. Uzak şehirde okul kazanmış, yurda yazılmıştılar kim bilir. Anneciğini özlüyordu, kardeşlerini. İlk senesiydi, ‘’başarabilecek miyim’’ endişeleri vardı beklide. Okuldan eve evden okula hatta ne evi direk odama yaşadığım günlerin ardından, otobüs camına sıkıştırdığım düşlerim geldi hatırıma. Hiç bilmediğim bir şehre gidiyorum, ailemden ilk kez ayrı olacağım. Terminalden kalacak olduğum yurda gitmeliyim. Elimde, biri kırmızı diğeri siyah iki valiz; Yolun ortasında öylece kalakalmışım. Şehre ilk gelişimde babam yanımdaydı yollar ne kolay bulunmuştu. Ya şimdi! Hava karanlık. Şehir çok yabancı; Ağlamaklı hallerimle elimdeki adres kâğıdını birine uzatıyorum. Valizler, kalem tutmaktan başka bir şey bilmeyen ellerime çok ağır geliyor. ‘’Gerçek hayat böyle bir şeymiş ‘’diyorum. En çok dilediğim şey olmuş, kazanamazsam ölürüm dediğim üniversite sınavını iyi bir puanla kazanmış; özgür olacağım yeni bir şehirdeyim peki neden mutlu değilim? Yurdun rutubet kokulu battaniyesi altında o gece sessizce ağlamıştım. Çocuk kalmış kalbim bu ayrılığı kaldıramıyordu. Hafta sonları piknik yaptığımız bir yer vardı; adını yumurta tepe koymuştuk Hakan’la. Beyazlar giymiş yuvarlanıyoruz. Koşuyor, oynuyor çabucak acıkıyoruz. Babamın memur maaşıyla alabildiğimiz bir iki erzak annemin sihirli elleriyle öylesine lezzetleniyordu ki yedikçe yiyesimiz geliyordu. Uçurtma yapardı babam. Koyu mavi muşambadan… Şimdilerde ‘’deniz koyu mavi olsun, öyle daha güzel’’ diye söylenmem bundan olsa gerek. Yumurta tepede, gelinciklerin arasında bir elimde uçurtmanın ipi, diğerinde mutluluk sımsıkı avuçlamış koşuyorum işte. Biraz daha hızlı koşabilsem kim bilir beyaz bir at olacaktım, yelelerim rüzgârla dans edecek, uçurtmam kanat olacak, bulutlar elini uzatacak çekecekti beni gökyüzüne… Bir divan ve çalışma masasından başka bir şey olmayan odam altın bir kafes gibiydi. Annemle babam bütün sıkıntıları, bütün acıları benden uzak tutar, odama kitaplarımdan başka bir şeyin girmesine müsaade etmezlerdi. Sorumlu olduğum tek şey okumak ve başarılı olmaktı. ‘’okuyacak kızımız, kimselere muhtaç olmayacak, ayakları yere sağlam basacak’’ derdiler. Valizlerle bir akşam vakti sokak ortasında öylece kalakaldığımda, uçurtmam ilk kez dala takıldı. Koşamıyordum artık. Uçamıyordum. Hayatımın en kıymetli anılarını da o ağacın dalları arasına gizledim; üniversite yıllarım… Yırtık hoparlörden şoförün anonsu geliyor; ‘’yirmi dakika çay ve istirahat molası’’ Mola yerinde herkesten uzak bir masa seçtim, her zaman yaptığım gibi. Oldum olası sevemedim insan kalabalığını. Bir sigara yaktım. Çayımı yudumladım. Kuş seslerinin nereden geldiğini anlamak için karşımda duran ağaca baktım ama nafile gizlenmişlerdi göremedim. Mevsim bahara yakındı. Üşüyordum. Ellerim buz kesmişti montuma sıkıca sarılıp kollarımı sıvazladım. Karşıdaki dağın zirveleri karla kaplıydı ama güneş ışıl ışıldı. Tıpkı hayallerim gibi. Yaşım kırkı aşmıştı ama hayallerim ve onları gerçekleştireceğime olan inancım genç kız tazeliğini koruyordu. Bu mevsimde ısıtmayan ama insanın içine yaz şenliği veren güneş gibi. Onun kadar aydınlık, onun kadar gerçek. Öğretmen olmalıydım çocuklar sarmalıydı her bir yanımı. İçimdeki çocuk! Çocuk ruhum, çocuksu yanlarım. Bu yüzden miydi çocukların beni bunca sevmesi? Tabi ya içimdeki çocuk onlara eş, onlara arkadaştı. Nasıl masumdur onlar. Daha kötülüğü, yalanı, aldatmayı öğrenmemiştirler. Kendimi tıpkı bir heykeltıraş gibi hissederdim onların yanında. Sanatkâr ruhum onlara şekil verir ve ortaya çıkardığım her eser beni dünyanın en mutlu insanı yapardı. Küçük bir kedi yavrusu ayaklarımın altından sürünerek geçti. Eğildim kucağıma aldım. Kafasını okşarken gözlerini kısıyordu. Bir yerde okumuştum ‘’mutlu olmak için güzel şeylere bakın içiniz sevinç dolsun’’ diyordu. İşte oluyordu. Uçurtmam daldan kurtulmuş, yeniden havalanmıştı. Kuşlarla yarışıyor, bulutlara karışıyordu. Otobüs ağır mazot kokusuyla dolmuştu. Koltuğuma oturdum. Yan taraftaki kızlar yoktu. Boş koltuğa epey baktım. Akşam ayazı üşümüş ellerini hayal ettim, o ellerin taşıdığı valizlerin ağırlığını, içinde neler olabileceğini. Biraz uyumalıydım… Uyandığımda bana gülümseyen beni izleyen bir yüzle karşılaştım. Hemen toparlandım. Elimi başıma götürüp kibarca topuzumu düzelttim. Ben gözlerimi kaçırdıkça o yüzüme doğru eğiliyor gülümsemeye devam ediyordu. _merhaba dedi. Hafifçe kaşlarımı çattım ve yüzüne bakmadan, tok bir sesle cevap verdim. _merhaba dedim. İyi yolculuklar yolculuk ne tarafa? Başımı çevirdim yüzünde öylesine sevecen öyle masum bir gülücük vardı ki çatık kaşlarım yavaşça indi ve gülümseyerek cevap verdim. _............................ Otobüs ani bir frenle durdu. Yaşlıca bir adam benim koltuğuma yaklaştı, numaralara baktı sonra yanımdaki koltukta oturan beye _biraz kayar mısınız dedi. Kısacık, kibarca bir tartışma sonrasında yaşlı adam cam kenarında. Baktığımı belli etmemeye çalışarak göz ucuyla onları izliyordum. Konuşmalarından genç olanın adının Mehmet olduğunu, Hollanda’da yaşadığını, ailesini ziyaret etmek için geldiğini öğrendim. Yaşlı olan emekli bir öğretmen; Epey siyaset konuştular. Türkiye’nin son yıllardaki durumunu, ekonomik krizin nedenlerini… Ben yeni tanıştığım insanlarla hemen yakınlaşamazdım ama sohbet öyle bir hal almıştı ki artık tutamadım kendimi, kelimeler ağzımdan peşi sıra düşmeye başladı. Mehmet Bey _amcacım bak kaç kere gitmişsin hacca, gel bu sene daha hayırlı bir şey yap. Hac için harcayacağın parayı Çocuk Esirgeme Kurumu’na bağışla, bir iki yetim sevindir. Bana döndü gülen gözleri alev alev olmuştu. _haksız mıyım? Dedi. Başımı eğdim yaşlı adama gülümseyerek _Mehmet Bey haklı, o çocuklar bizim. Pek çok ihtiyaçları var. Adam kaşlarını çattı _onların keyfi yerinde aç değil açıkta değiller, bizden daha iyi yaşıyorlar, siz merak etmeyin dedi. Başımı geriye yasladım. Adamın göz hizasından çıkarak Mehmet Bey’e baktım. Tam ağzını açacaktı ki parmağımı ağzıma götürdüm ve sus işareti yaptım. Usulca ona doğru eğilerek _ bu kafalar değişmez dedim. Başını geriye yasladı. Montunu önüne doğru çekti _haklısınız dedi, yola doğru bakarak. Gülüşünü özlemiştim. Bu hali hiç yakışmamıştı ona. _Hollanda nasıl bir memleket anlatın lütfen. Ben hiç yurtdışına çıkmadım. Konuyu değiştirme çabamı anlamıştı. Gülen gözleriyle bana döndü _ çok güzel bir ülke. On sene evvel gitmiştim kopamadım… Bilirdim, nerde nasıl konuşulur! Hayatım akrep, yelkovan ve onların arasında sıkışmış harflerden ibaretti. Hepsini çok dikkatli, tam zamanında ve yerli yerinde kullanırdım. Yol boyunca oldukça keyifli bir sohbet yaptık. Konu konuyu açıyor, her konu ilk cümleden sonra ikinciye kavuşmadan alevleniyordu. İki geveze hiç susmadan konuştuk. Çok idealistti. Vatanı kalkındırmak için türlü fabrikalar kuruyor. _madenlerimiz var araştıralım, aman tarihimize sahip çıkalım, koyun gibi yaşamayalım diyordu. Tembel milletiz tembel of offf… Arkadaki yolcular ‘’uyuyamıyoruz beyefendi ‘’dedikçe biz kısık sesle ara vermeden bir solukta sohbete devam ediyorduk. Otobüsün ışıkları sönmüştü. Yüzünü artık sadece ayışığı vurduğunda görebiliyordum. Birbirimizi duyabilmek için mümkün olduğunca yakın duruyorduk. Sokak lambalarının bolca olduğu bir caddeden geçerken ona baktım. Yuvarlak yüzü, siyaha yakın çok derin bakışlı gözleri birde çenesinde çok sevimli bir gamzesi vardı. Saatler sonra biz vatanı kurtarmakla, halkı uyandırmak arasında kendimizi parçalarken konu özel hayatıma geldi dayandı. _toplumun çekirdeği çocuklarımız Mehmet Bey. Ben bir anne olarak üstüme düşeni fazlasıyla yaptım şükürler olsun. İki evlat büyüttüm okuttum. Sizin gibi benim gibi toplum bilinci olan hani Nazım’ın dediği gibi ‘’ben balık değilim ki deryayı tanımadan yaşayayım ‘’diyen iki hayırlı evlat. Öğretmenlik yapacağım. Örümcek kafalı sabit fikirlilerin elinden kurtarabildiğim kadar yavruyu kurtaracak, eğiteceğim. Bizi uygar ve medeni yapacak olanlar onlar. _eşiniz sizinle gururlanıyor olmalı. _aksine hep abarttığımı düşünürdü. Çocukların okuması için sarf ettiğim çabayı boş ve anlamsız bulurdu. Şimdi onun fikrine danışmadan ne istersem yapabileceğim. Eşimden ayrılalı altı ay kadar oldu! Gözlerini kocaman açmış beni dinliyordu. Ben anlattıkça merak ediyor, kısacık çarçabuk geçiştirdiğim cümlelerimi ucundan yakalıyordu. Hayatım değil de sanırım o hayata başkaldırışım pek bir hoşuna gitmişti. Bir süre sustum. Sonra ona dönüp _en çok da neden ayrılmak istedim biliyor musunuz Mehmet Bey? dedim. Evli kaldığımız onca sene bir kez olsun başını kaldırıp yıldızlara bakmadı! Bu son cümle konuşmanın sonuydu. Hiçbir şey söylemedi ama bakışlarının derinliğinde gördüm ki söylemek istediğimi de, söyleyecek olduklarımın ardında olanları da anlamıştı. Mola yerinde lavaboda yüzüme baktım. Uykusuzluktan ve yorgunluktan solan rengimi pudra ve allık takviyesiyle renklendirdim. Saçlarımı düzelttim. Tesis çok güzel ışıklandırılmıştı. Karanlıkların içinde tıpkı bir Noel ağacına benziyordu. Kapıdan içeri girdiğimde yüzüme vuran sıcaklıkla hoşnut oldum. Masalardan birine gelişigüzel oturuverdim. İçmeyeceğimi bile bile garsondan çay istedim. Elimdeki krakerlerden bir iki ağzıma atarken, başımı çevirmeden göz ucuyla etrafıma bakındım. Ne tuhaf ayrılalı on dakika bile olmamıştı ama ben Mehmet Bey’in sohbetini, gülüşünü daha şimdiden çok özlemiştim. Sigara paketinden bir tane çıkardım tam yakacakken, arkamdan bir ses _içmeseniz şu mereti Bir eliyle karşımdaki sandalyeyi çekti, diğerinde mavi bir tepsi vardı. _siz çorba almamışsınız. Sabahları hep böylemi kahvaltı yaparsınız yoksa? Dudakları açılıp kapanıyor, ben söylediği pek çok şeye kulak veremiyordum. Hafifçe tebessüm ediyordum. Mavi tepsi, mavi masa örtüsünün üzerinde nasıl uyumluydu. Oysa ben iki rengin farklı tonlarını bir arada sevmezdim. Birden aklıma şu ikiz ruh olayı geldi. Farklı iki insan uyumu… Tıpkı bu maviler gibiydi işte. O ve ben ne çok benziyorduk birbirimize. Tam ağzımı açıp bunu söyleyecektim ki _pek çok ülke gezdim sizin gibi biriyle ilk kez karşılaşıyorum Eylül Hanım dedi. Bana çok benziyorsunuz. Sanki benim bayan halim gibisiniz. _İnanın aynını az önce ben düşündüm. Kaşığı üfleyerek ağzına götürürken, _hep merak ederdim ruh ikizim kim acaba diye. Bakın Allah’ın işine kısmet bu zamanaymış tanıdım sizi. Niyeti beni etkilemek değildi, samimiyeti ve açık sözlülüğü öylesine gerçekti ki. Ona nasıl kızabilirdim. Hem gerçekten de tıpkı bendi. Sevgi doluydu. Umutları olan, sanki insanlığa hizmet etmek için yaratılmış gibiydi. _hiç evlenmediniz değil mi? _nasıl anladınız? _gözlerinizde büyük bir aşkın enkazını gördüm. Bu enkazı kaldıramadıkça asla da evlenmeyeceksiniz. Yüzündeki acı gülümseme cevabım olmuştu. Öyle bir gülücüktü ki uzun bir cümlenin sonundaki nokta kadar net ve kesin. Otobüste sıcak kahve servisi bu uzun yolculukların en keyifli anıydı. Şimdi onun hikâyesini dinleme vaktiydi. Kahvemi karıştırdım. Alçak bir sesle ona dönerek _ neden ayrıldınız? Dedim. _ Az kaldı birazdan ineceğim. Heyecanını gözlerinden okunuyordu. _çok güzel bir yolculuktu. Sizi tanıdığıma çok sevindim ikiz ruhum dedi. Arabadan inişini izledim. Sırt çantasını sırtına aldı, başını çevirip cama baktı. Onu özleyecektim. Ne tuhaf birkaç saattir tanıdığım bu adam da kalbimde, özlemlerden payını alacaktı. Zaten hayat hep özlemek değil miydi? Ömrümüz ayrılıklar toplamıydı işte. Hep böyle değil midir? Önce yeni bir mahalleye taşınır, körebe evcilik oynadığın arkadaşlarınızdan ayrılırsınız, sonra ilkokul biter başka okullarda eski sıra arkadaşınızı özlersiniz. En yakın sırdaşınız asker kızıdır; bir süre mektuplaşır, sonra adresini kaybedersiniz. İlk aşkınız şimdi nerelerdedir kim bilir. Büyük akrabalar birer birer yaşlanır, hastalanır ve bilinmeze doğru yol alır. Anne ve baba olmuşsunuzdur yıllar göz açıp kapayıncaya kadar geçer birde bakmışsınız kızınız evlenmiş, oğlunuz asker olmuştur. Aslında hikâye hep aynıdır; başkahraman vedalaşır durur… Saate baktım… Daha altı saatlik yolum var. Mehmet Bey’in koltuğu boştu. Onun ayışığındaki yüzünü hayal ettim. Başımı diğer yana çevirdim ve yolu seyre koyuldum. Şoförün iki koltuk arkasındaydım. Ayakta duran muavin ‘’oho bu yol bitmez’’ diyor, şoför sağ elini sık sık havaya kaldırıp ‘’hay aksi gördün mü sen’’ diye söylenip duruyordu. Konuşmaları tam olarak anlayamadım ama sanırım yol çalışması yâda herhangi bir sebepten yol güzergâhından ayrılıp mahalle aralarından gitmek zorunda kalmıştık. Dar sokaklar, sağa sola koşuşturan çocuklar arabanın hızını yavaşlatıyordu. Bu durum benim pek bir hoşuma gitmişti. Ajandamı elime aldım. Gördüğüm her şeyi yeniden yazmaya başladım. Mavi boyalı bir evin duvarına yaslanmış kırmızı bir bisiklet! Hemen yazmalıyım. Ev, mavi elbiseli güzel saçlı anne, bisiklet kırmızı yanaklı oğluydu sanki. İkisi birbirinden hiç ayrılmayacakmış gibi duruyorlardı. Bisiklet ellerini açmış anneciğine sarılıyormuş gibi. Sonra hayal ettim, minicik elleri o koca bisikleti sürmeyi çalışırken hayal ettim. Anneciği seleyi bıraktığında, o güzel çocuk devrilmeden pedalı çevirdiğinde ‘’anne bak sürebiliyorum’’ diyen sesi duydum, annenin el çırpışını, oğlun teşekkür eden bakışını. Balkon pervazı oldukça geniş bir evin önünden geçtik, pervaz çiçeklerle dolu, rengârenk çiçekler. Onları sulayan kadını resmettim; orta yaşlardaydı muhtemelen. Her sabah çiçeklerine, kaybettiği eşinden bahsediyor olmalıydı.. Küpe çiçeğinin kulağına ‘’aslında pek bir huysuz adamdı ama keşke yanımda olsaydı da yine her şeye söylenip dursaydı’ ’diyordu. Önce efkârlanıyor, sonra radyoda güzel bir şarkı açıp, konu komşuya sesleniyordu _Ayşe uyandın mı hu? Fatma ayol hadi saat kaç oldu nerde kaldınız? Bir iki hanım koştur koştur tabaklar ellerinde kapısını çalıyor, daha merdivenin ilk basamağında sohbete başlıyorlardı. Gözlemeler, haşlanmış yumurtalar, taze salatalık kokusu. Tam Fatma hanımın böreklerini yazacakken karnımın acıktığını fark ettim. Ön koltuğun arkasındaki fileye sıkıştırdığım kraker paketine uzandım. Ben ağzımı açıp kaparken otobüs sağa sola sallanıyordu, bir bebeğin huzuru kaplamıştı her yanımı. Sokaktaki çocuklar el sallıyor, otobüsün peşinden koşuyorlardı. Tahta kapılı han duvarlı bir evin önünden geçiyoruz. Avlusundan meyve ağaçlarını görebiliyorum. Hemen yanında bir kadın elinde mavi bir kap ayakta duruyor. At arabasının arkası süt kaplarıyla dolu. Kadın ve sütçü ikisi birden otobüse bakıp gülümsüyorlar. Az ilerde turuncumu sarımı anlayamadığım alacalı boyalı bir evin önündeki merdivenin üçüncü basamağı öyküm olacak şimdi. İki kadın basamağa kilim sermiş, elişiler ellerinde ah o ne keyif. Gözlerinde piyangodan büyük ikramiye kazanmışlığın sevinci… Camdan cama uzunca iplere çamaşırlar asılmış. Birden otobüsün içi sabun kokularıyla doldu. Gözlerimi kapatıp kokuyu iyice içime çektim. Bu güzel mahallenin mutluluklarını düşündüm. Kaldırımdaki adımları, adımların kimlere ait olabileceğini; Geceleri sokak lambasında mahallenin nasıl göründüğünü, sabah süt arabasının sessizliği birden bozuşunu… Atların her nal sesinde kimsenin fark etmediği o ezgiyi. Ev halkı uyurken kapı önlerini çalı süpürgesiyle süpüren, çayı demleyip, kahvaltıyı sinide hazırlayan, öpüp koklayıp çocuklarını uyandıran mavi elbiseli güzel anneleri... _ah komşum dün gece sabaha kadar dön sağa dön sola gözüme uyku girmedi diye başlayan kapı ağzı sohbetlerini. O yer sofrasının etrafında oturanların oluşturduğu mutluluk çemberini düşünüyorum. Kocaman binalardan siteler inşa ettik. Teknolojinin bin türlüsü elimizin altında. Artık sokaklar sabun kokmuyor. İnsanlar yorulmuyor, her işi makineler yapıyor. Odalara kapanmış televizyonların karşısında envayi çeşit filmler izliyoruz. Etrafımızdaki onca kalabalığa kalbimizi kapatıyor, apartman girişinde kapı komşunuza bile selam vermeye çekiniyoruz. Mehmet Bey yol buyu boşuna hayıflanmadı. ‘’ne batılı olabiliyoruz ki onlar çok çalışkan, biz tembel milletiz; ne de gelenek göreneklerimize sahip çıkıp, eski değerlerimizi yaşatabiliyoruz’’ diye. Otobüs ara sokaklardan birinde hesapta olmayan bir mola daha verdi. _yarım saat arkadaşlar. Haşlama sevmeyenlere çorbada var. Çay ve istirahat molası değişmiş, haşlama ve çorba molası olmuştu. Arabadan inerken ilerde sokağın başında bir kalabalık fark ettim. Çorbacıya çok uzak değildi. Oraya kadar yürüsem kaybolmazdım. Bu yürüyüş ayaklarıma da çok iyi gelecekti. Yaklaştıkça fark ettim ki kalabalık şık giyimli insanlardan oluşmuştu. Üç katlı bahçeli bir güzel bir evin kapısından dünyanın en mutlusuymuş gibi bakan bir gelin ve onun ellerini sıkıca tutan bir damat çıkmaktaydı. Hızla oradan uzaklaştım. Lokantaya girdim garsondan çorba istedim. Kaşığı ağzıma götürürken birden boğazım düğümlendi. Gözlerimden engel olamadığım birkaç damla yaş süzülüverdi. Evimizin kapısında eşimin kolunda beyaz gelinlikler içindeki halim gözlerimin önünde belirdi. Sonra annemin yaşlı gözleri geldi durdu gözümün önünde. Büyüdükçe büyüdü. Neden o kadar ağladığını şimdilerde daha iyi anlıyorum evlilik zor, çok zordu... Sanki bir zaman tünelini o tabağın içine koymuşlardı. Bende nasıl olduysa birden içine düşmüştüm. Hayatım yine film şeridi gibi gözlerimin önünde. Sahneler birbiri ardından hızla oynanıyordu. ‘’Başını kaldırıp hiç yıldızlara bakmazdı’’ demiştim ya sahi beni anlamış mıydı acaba Mehmet Bey? Çocuklarım uykuda geç bir saat evimizin balkonundayız. Eşim hem çayını yudumluyor hem de hiç susmadan hemen her şeye söyleniyordu. O söylendikçe bir el boğazıma dayanmış gibi hissediyor, nefes almakta zorluk çekiyordum. Onu duymamak için, her zaman yaptığım gibi başımı gökyüzüne çevirmiş yıldızlara tutunmuştum. O küçücük noktalardan çıkan ışıklar içimi aydınlatıyordu. Eşim hep gücümün fazlasını ister, sabrımın sınırlarını zorlardı. Ona ihtiyacım olduğunda hiç yanımda olmazdı. Acı çeken, zorlukları yaşayan, yorulan bendim ama şikâyet eden hep o olurdu. ‘’Nasıl oldu da evlendim ben. ’Bana âşık olduğu için kendini hiç affetmezdi. Buna rağmen boşanmaya da hiç yanaşmazdı. Bende bu karışık ve anlamsız duygu karmaşası içinde yavaş yavaş tükenir giderdim. Hayallerime sımsıkı tutunurdum, bir gün çocuklarım büyüyünce ondan ayrılacak ve mavi, masmavi deniz ülkelerine kaçacaktım. Şoför ‘’nihayet’’ dediğinde fark ettim ki anayoldayız. Uyuya kalmışım. Ne kadar uyudum acaba? Rüyamda gördüklerim bölük pörçük akımda. Bir dağın zirvesindeyim, her taraf sisle kaplı. Sisin içinde yavaş adımlarla ilerliyorum. Çocuk sesleri bağrışmalar geliyor kulağıma. Onları ararken bir kız çocuğu görüyorum. Tam ellerimi ona uzattığımda sisin içinde kayboluyor. Kızım düştü aklıma… Yaşıtları gibi olmadı hiç. Hep bana arkadaş bana sırdaş. Hatta sanki anne o, çocuğu benmişim gibiydik. Ağırbaşlı, az konuşan bir çocuktu. Sır kutusu, hiç derdini, sıkıntısını anlatmazdı. Bakışlarını okur canını sıkan ya da onu neşelendiren neyse anlamaya çalışırdım. Hediyeydi bana yavrularım; ne zaman onlardan bahsedecek olsam yüzümde güller açar, gözlerim ışık saçardı. Gurur duyardım onlarla. Şimdi mutlu bir evlilik yaptı. Biliyorum, çünkü beni yolcularken bir ara eşine bakıyordu, bakışlarından kelebekler havaya uçuşuyor, rengârenk çiçekler açıyordu. Gülüştüklerinde onları koca bir gökkuşağının altına aldım. Umarım mutlulukları bir ömür boyu sürer. Saadetleri hep bahar tazeliğinde, hep o gökkuşağının altında olur. Henüz 10 yaşındaydı gizem, daha dün gibi hatırımda. Erkek kardeşimin evindeyiz. Açtığım boşanma davasının mahkeme gününe çok az kalmış. Eşim barışmak için türlü vaatlerle yanımıza geldi. Demir gibi duruyorum karşısında, öyle kararlıyım ki! Asla dönmem diyorum, hiç kimse beni kararımdan döndüremez. O sıra küçük bir el beni eteğimden çekiştirip o odadan dışarıya çıkarıyor; _otur annecim diyor biraz konuşalım. Beni bir koltuğa oturtuyor, o önümde diz çöküyor. Ellerimi sımsıkı avuçluyor, _bugüne kadar hep babama şans verdin ama o hiç değişmedi, verdiği sözlerde durmadı. Babam seni çok üzdü biliyorum annecim diyor. Ona dedin ya ‘’sana verilecek bir şansım yok’’ diye, ne olur şimdi bana bir şans ver, eğer seni yine üzerse söz veriyorum bu valizleri ben toplayacak, o evden seni ben çıkaracağım. Bunu benim için yap. Benim hatırıma bir kez daha dene. Hani demiştim ya demir gibi duruyordum diye; o sıra o demirden kadın alevlerin içinde erir gibi eriyordu. O minicik ellerin sıcağı, o masum yaşlı bakan gözlerin kenarında biriken gözyaşları içimi eritmişti. Ogün kızımı ve oğlumu öpe koklaya yine evime dönmüş ve kızım isteyene kadar bir daha mahkeme açmayacağıma dair kendime söz vermiştim. Nihayet seneler sonra kızım verdiği sözde durdu. o sabah boşalttığı valizleri dün doldurdu. Hayallerimi yaşayabileyim diye beni bu yolculuğa ikna etti. Sen çok iyi bir eğitmensin, biz büyüdük artık şimdi başka çocukların sana ihtiyacı var dedi, tıpkı hayallerimdeki gibi bir sahil kasabasında bana öğretmenlik ayarladı. Şimdi mavi hayallerimin ülkesine giderken gökyüzüne bakıp, kızıma teşekkür ediyorum. Nihayet deniz görünmüştü. Aşığım karşımdaydı artık. Sevdalım, mavim, denizim. Hava henüz aydınlanmıştı. Balıkçı teknelerinin sesini duyar gibiydim. Sabah gün açarken güneşin ve denizin seviştiğini fark etmeyenlere üzüldüm yine. Sırf bunu görebilmek için her sabah sıcacık yatağımdan kalkıp sahil boyu, uzun yürüyüşlerimi hatırladım. Martıların çığlıkları türküdür denizin ve güneşin aşkına. Güneş her sabah denize ışıklı oklar atar, denizde onları suyun yüzünde tutar. Işık saçılır her yana. Aşk saçılır… Ben, bilmem ne kadar bir süre öylece dalmışken; otobüs birden durdu. Muavin yanıma geldi _siz burada ineceksiniz dedi. Kalbim hızla çarpmaya başladı. İşte bilmediğim yerlerdeydim. Yoldan geçen birine kadim köyünü sordum _şu ilerden minibüsler kalkıyor Durağa yaklaştığımda pala bıyıklı, koca göbekli, yaşlıca bir adam gülümseyerek yaklaştı yanıma _siz öğretmen hanım olmalısınız. Perşembe demiştiler, erken geldiniz. Ben köyün muhtarıyım. Âmânda kadınlar kızlar hep yolarınızı gözlemekteydiler. Hele çocuklar nasılda sevinecekler..hoş geldiniz sefalar getirdiniz arabadan indik. Muhtar valizleri elimden kaptı. O önde ben ardında yürüyorduk. Epey yol aldık. Oldukça yüksekte bir köydü. Toprak yol karla kaplıydı. Ayaklarım karlara bata çıka yürüyorduk. Üşüyordum. Çok üşüyordum köye geldiğimde etrafımda onca kalabalık sevgiyle bana bakıyordu. Çocuklar eteklerimden çekiştiriyordular. Gülücükleri içimi ısıttı. Eski bir evin yanında durduk. Ev iki katlıydı ama yanlara doğru çoğalmaktaydı. bir tavuk kümesi, bir ahır, sanırım kiler gibi kullanılan bir iki oda, besbelli sonradan eve ilave yapılmıştı. Üst kata çıkan merdivenler tertemizdi. Her basamakta kafamı geriye çevirip etrafa bakıyor yazı bu evin avlusunda hayal ediyordum. Üst katın balkon hizasında tahta çitler muhtemelen asmalar için yapılmıştı ve oğlumu bu asma dallarının serininde ve hatta torunumu avludaki tavukları kovalarken hayal ettim. Adını Hatice dedikleri yirmili yaşlarda, kırmızı yanaklı bir köy güzeli ‘üst kat senin öğretmen hanımım’’ dedi. ’ben hemen sobanı yakayım. Ayşe bi koşu git, acıtmıştır misafirimiz annemgilden bi kaşık yemek kapıver de gel’’o sobayı yakmaya uğraşırken ben odaları geziniyordum. İlk oda misafir odası olmalıydı. Bir iki koltuğun üzeri beyaz örtüyle kapatılmıştı. Ayağı kırık bir masa odanın bir köşesindeydi. Diğer oda yatak odasıydı. Derme çatma bir dolap ve yatak vardı. Camda asılmış dantel tülle tamamlanıyordu. Hatice’nin bulunduğu oda sonuncusuydu. Öğrencilerimi yerde serili örtünün, yer soframın etrafında hayal ettim. İçerde duvara asılı bir kilim vardı. Eşyaların en güzeliydi. Bir ocak, duvarda emanet gibi duran iki gözlü bir terek, bir iki kap çanak. Camın önünde boylu boyunca bir divan; en çok bu mutfaklı odaya bayılmıştım. Hatice sobayı yakıp dışarı çıkmıştı. Sobaya uzattığım ellerimden sıcaklık yavaş yavaş vücuduma yayılıyordu. Pencereye yaklaştım dışarıda koşturan çocuklara baktım. Güzel bir kız çocuğu öylece durdu bana baktı. Mavi gözleri içime sevinç sağanağına tutmuştu. Eline uçurtmamı tutturuverdim. Bundan böyle o güzel yavrular uçuracaktı uçurtmamı ve ben yine gökyüzünde hissedecektim kendimi. Onların kanatlarına tutunacak, onların sayesinde uçacaktım. (*)Dünyanın bütün çiçeklerini diyorum, Kır ve dağ çiçeklerini istiyorum, Kaderleri bana benzeyen, Yalnızlıkta açarlar, kimse bilmez onları, Bu güzel dizeler düştü ağzımdan sessiz ve usul. İşte benim çiçeklerim dedim. Kucak dolusu. Her biri bu kardelenler gibi. Ellerim de ısınmıştı artık yüreğimde. Bir soluk nefeste buldum kendimi... (*)Geniş ovalarda kaybolur kokuları... Yurdumun sevgili ve adsız çiçekleri, Hepinizi hepinizi istiyorum, gelin görün beni, Toprağı nasıl örterseniz öylece örtün beni. (*)Ceyhun Atuf Kansu EYLULYAMAC_
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © EYLÜL YAMAÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |