..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yazar yazı yazmayı başka insanlara göre daha zor yapan insandır. -Thomas Mann
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Gerilim > mahmut dağ




25 Temmuz 2011
İkikere Ölmek  
mahmut dağ
gördüğüm rüyadan ilham alıp yazdığım garip bir öykü. yaşadığımızın ne kadarı belli bir düzenin sonucudur? düzeni ayarlayan nedir? gizli bir güç mü? yoksa yalnızca sonuçlarını mı yaşıyoruz yaptığımız seçimlerin?


:BBCC:
Güneş doğuyordu yine. Dünya yeni bir güne hazırlanıyordu. Senem yine uykusuz kalmıştı. Gözlerinden uyku akıyordu ancak uyumaya korkuyordu. Yine kabus görmekten korkuyordu. Ne zaman gözlerini kapasa başından geçen her şey düşlerine saldırıyordu. Hep ter içinde uyanıyor, bir daha uyuyamıyordu. O gün yine öyle olmuştu. Geç vakitte yatmış, daha gözlerini kapatır kapatmaz yine bin bir kabusun saldırısına uğramıştı. Yine uyanmış, yeniden uyumayı aklından bile geçirmemişti.

Senem onaltı yaşındaydı. Gelişmemiş bir kentin gelişmemiş bir kasabasında gelişmemiş bir ailenin ikinci ve son çocuğuydu. Kısa boyluydu. annesi saçlarını hep kısa kestirirdi senemin. Senem’in bitlenmesinden korkardı. Saçları simsiyahtı. Ancak son zamanlarda saçlarında tek tük kırlaşmalar başlamıştı. Kahverengiye çalan gözleri küçücüktü. Uzaktan gözlerine bakan kör olduğunu zannedebilirdi Senem’in. Yüzü ince ve zayıftı. Burnu yok denecek kadar küçüktü. Yüzünün aksine bedeni aldığı kilolar nedeniyle kocamandı. Ancak el ve ayak bilekleri incecikti.

Senem’in babası Senem daha altı yaşındayken ölmüştü. Kaçakçıydı Rahmi. Kaçakçılıktan dönrken yakalanmış, birkaç gün karakolda kalmıştı. Eve getirildiğinde hareketsiz ve baygındı. Üç ay yaşam mücadelesi verdikten sonra apansız ölüvermişti. Vücudunun tümü mos mordu, ve ağzından yada burnundan çıkan her nefeste buharlaşmış kan çıkıyordu çoğu zaman. Konuşabildiği zamanlarda “işkence yaptılar” diyor gözlerinden bulgur gibi yaşlar dökülüyor, sonra da uzaklara dalıp gidiyor ve o yarı uyku yarı baygınlık içerikli uykuya teslim oluyordu. Bu hal tam üç ay sürmüştü. Bir gün o üç ayda ilk kez olan bir şey olmuş, acılarını unutup yattığı yerden fırlayıp çırpınmaya başlamış, “yapmayın! Vurmayın!” diye bağırırken yüzü ya hayallerinin yada yaralı vücudunun sert hareketlerinin yarattığı acıdan buruşmuştu. Odanın içinde fır fır dönüyor, ellerini gelen darbeleri savuşturuyormuş gibi sağa sola savuruyordu. Senem o zaman daha altı yaşındaydı. Babasında bir gariplik olduğunu anlamış, ancak ne yapacağını bilememişti. Ev halkı ilk şaşkınlığ atlattığında senem’in annesi kezban kapının yanındaki masada bulunan maşrapadaki suyu kocasının başından aşağı boca etmişti. Soğuk suyun etkisiyle rahminin gözleri bir an büyüyüp ileri çıkmış, başını hızlıca sağa sola çevirmiş ve daha sonra dizleri üzerine çökmüştü. Nefes nefeseydi. Bir süre boş gözlerle etrafı süzdükten sonra, olduğu yere sırt üstü uzanmış, vücudunda birkaç istemsiz kas hareketi oluştuktan sonra derin bir nefes alıp bir kan sütunuyla nefesini geri vermişti. O nefes rahminin son nefesiydi ve vücudundaki kanın büyükçe bir kısmı o nefesle birlikte çıkmaya başlamış, nefes bittiğinde kan bir süre daha yolculuğuna devam etmişti. Kezban kocasının öldüğünü anlamış ancak çocukları altı yaşındaki Senem ve yedi yaşındaki Hakan ters giden bir şey olduğunu anlamakla birlikte ölüm düşüncesinden uzak kalmışlardı.

Rahmi’nin ölümü evin içinin bir süre sessizliğe tutsak etmiş, birkaç dakika sonra Kezban silkelenip ne yapması gerektiğini düşünmeye başlamıştı. Kezban ağlamıyordu. Üzgün de değildi. yüzündeki ifadesizlik tüm psikometrik testleri çıldırtacak kadar sabitti. Önce kocasının zayıflamış bedenini kaldırıp yatağa koymuş, bunu yaparken de Hakan’ı akrabalarına haber vermek için göndermişti. Hakan ve Senem ölümün gerçekliğiyle o anda tanışmışlardı. Akrabalar toplanmış, öyelsine bir cenaze törenindnen sonra rahminin harap bedeni toprağa verilmişti.

Senem altı yaşındayken babasını kaybetmişti. Ancak ne senem, ne Hakan, ne de anneleri Kezban aile reislerini yitiren insanların tepkilerini göstermiyorlardı. Hiç bir şey olmamış gibi davranıyorlardı. Ev her zamanki gibi yarı düzenli yarı düzensiz klasik yoksul evi görüntüsündeydi. Görünüşte her şey normal gibi görünse de, aslında her birinin içinde bilinç dışı isyan fırtınaları kopmaktaydı. Kezban eskisi gibi güzel yemek yapmıyordu. Kendisi ve çocukları tüm öğünleri geçiştiriyorlardı. Kezban’ın kız kardeşi Fadime’nin yemek yapıp getirdiği günler hariç, sofralarının başlıca konuğu peynir, domates, ve tavada az yağla kavrulmuş biber salçasıydı. Senem’in ve ailesinin yaşadığı bölgede insan ölümü kolayca alışılan bir şeydi. yani doğan herkesin ailesi daha çocuk doğar doğmaz çocuğun ya çocukken, ya gençken yada yetişkinken ölmesini beklerdi. Orada insan ya bir hastalığın, ya dağdan gelen hain bir kurşunun, ya doğum yaparken, ya da rahmi gibi işkence sonucu ölürdü. Bu nedenle kısa süre sonra mahalleli Rahmi’nin ölümünü unutmuştu. Rahmi’nin ölümü unutulduğunda mahallelinin babasız aileye olan ilgisi de azalmış, ve onlar koskoca evrende yapayalnız kalmışlardı.

Rahmi’nin ölümünün üzerinden bir ay geçmişti. Rahmi’nin ağabeyi ve erkek kardeşi kapılarını çaldı. Hakan ve Senem heyecanla kapıya koştular. “amcam geldi! Yaşasın! Amcam geldi!” diye bağırıyorlardı. Hakan Senem’den önce koşup kapının sürgüsünü açıp kapı kulpunu çevirip kapıyı açtı. Amcaların yüzünde soğuk ve sarsıcı bir ifade vardı. Her ikisi de çocukları öylesine, parmaklarının ucuyla sevip içeri girdiler. “hoş geldiniz” dedi Kezban. İsmail, rahmi’nin ağabeyi asık suratla evin içini süzdü. “altınlar” dedi yılan gibi tıslyarak. “altınlar nerede?” diye sürdürdü. Kezban hiç bir şey anlamayan bir insanın yüz ifadesini bulup yerleştirdi yüzüne. “hangi altınlar?” diye sordu. İsmail’in hızla kalkan eli kezbanın suratına aynı hızla inerken, “hangi altınlar mı? Hangi altınlar ha? Hangi altınlar olacak. Senin şerefsiz kocanın herkesten sakladığı altınları soruyorum.” Dedi. Kezban sol eliyle yanan yüzünü ovuştururken evin çocuklar sevgiyle karşılanan amcalardan birinin annelerine attığı tokatın şaşkınlığıyla evin içini süzüyorlardı. “haberim yok” dedi Kezban ağlamaklı bir sesle. İsmail ağzından köpükler saçarak ayağa kalktı. Sağa sola baktı fırlatacak bir şeyler aradı. “altınlar!” diye kükredi. “er yada geç yerini söyleyeceksin.” Derken hala fırlatacak bir şeyler arıyordu. Rahmi’nin küçük kardeşi Vedat daha sakindi. Abisinin öfkesi onu da şaşırtmıştı. “tamam abi” dedi. “gel, gidelim şimdi. Daha sonra yeniden geliriz. Vedat İsmail’in kolundan tutup sürüyerek dışarı çıkardı. Kapı kapanırken evin içindekiler ağlamaya başladılar.

Güneş yavaş yavaş batıyordu. Akşam Senem ve ailesini aç ve acılı yakalamıştı. Güneş batıncaya kadar kimse oturduğu yerden kalkmamış, arada bir Kezban çocuklara duyurmamak için içinden ağlamıştı. “anne acıktım” dedi Senem. Kezban biri ona küfretmiş gibi kafasını hışımla kaldırıp Senem’e şimşek hızıyla öldürücü bir bakış attı. Senem o bakışın altında ezilirken, “yatın zıbarın.” Diye bağırdı kezban. Hakan yavaşça yerinden kalkıp senem’in yanına gitti. Senem neredeyse ağlayacaktı. Yavaşça senem’in kolundan tutup kaldırdı; ve birlikte odadan çıkıp yataklarının bulunduğu odaya süzüldüler. Hakan Senem’i yatırıp üzerini örttü. “iyi geceler Senem” dedi yarı ağlamaklı bir sesle. “rüyanda elma şekeri gör.” Diye ekledi. Hakan Senem’in elma şekerini çok sevdiğini bilirdi. Babaları yaşarken onlara verdiği harçlıkların büyük bir kısmıyla elma şeker alırlardı ve hepsini de Senem yerdi. Sonra Hakan yattı.

Senem sokakta oynuyordu. Tek başınaydı. Çizdiği eğri büğrü çizgilerin üzerinden tek ayak üstünde zıplayarak, çizgilere basmadan son çizgiye doğru gidiyordu. Hakan’ın sesiyle irkildi. Hakan yarı ağlamaklı bir sesle ona sesleniyordu. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” “neredesin?” diye sordu Senem. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” dedi hakan tekrar tekrar. Senem sesin geldiği yöne doğru koşmaya başladı. Ayağı bir ağaç köküne takılıp düştü. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” irkilerek ayağa kalktı. Yol dikleşiyordu. Senem nefes nefese koşuyordu. İçinde kötü bir şey olacağına dair bir his vardı. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” “sus! Sus artık!” diye bağırdı Senem. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” senem tekrar yere düştü. Bir süre aşağıya doğru yuvarlandı. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” tutunacak bir yer bulup hızla ayağa kalktı. Yokuş yukarı olabildiğince hızlı tırmanmaya başladı. Küçük bacaklarının sağlayacağı tüm hızı kullanıyordu. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” ses kulaklarında çınlarken, Senem nefes nefese bir koşu tutturmuştu. Derken ileride yokuşun bittiği yerde bir kalabalık gördü. “senem, beni bul. Hadi beni bul...” “geliyorum!” diye bağırdı Senem. Ve koşmaya devam etti. Yokuş bittiğinde gördüğü şey yüzünden Senem yere düştü. Başını kaldırmaya, o şeye bakmaya korkuyordu. “kaldır başını.” Dedi Hakan. “Kaldır da bana bak. Bana bakki düşmanın bana yaptığını gör.” Diye ekledi.

Senem usul usul başını kaldırdı. Tam önünde hakana kadar uzanan yanık izleriyle kaplı bir yol vardı. Yolun bir tarafından annesinin kardeşleri, diğer tarafında babasının kardeşleri duruyordu. Hepsinin yüzü ifadesizdi. Senem bulunduğu yerin fis kaya olduğunu hatırladı. “fis kaya” diye düşündü senem. Akranlarından ya da büyüklerinden hep oradan dşenlerin parçalandığını anlatan hikayeler duyardı. Yada birine kızıp ağlayan bir çok çocuk ve genç kendimi fis kayadan atarım diye yapmacık tehditler savururdu. Kim parçalanmak isterdiki? Yanık izleriyle kaplı yolun ucunda yani fis kayanın bitip uçurumun başladığı sınırda hakan duruyordu. Hakan tam hakan değil gibiydi. Dolgun yanaklarının yarısı erimiş, dişleri açığa çıkmıştı. Çenesinden boynuna, oradan tüm bedenine yayılmış su kabarcıkları vardı. Parmaklarının her biri kesilip yere düşmüş, ayağının dibinde kendi kanından küçük bir göl oluşmuştu. Hakan parmaksız ellerinden birini kaldırdı. Babasının kardeşlerini göstererek, “onlar yaptı. Bu gördüklerin onların suçu” dedi ve geriye doğru bir adım atıp uçurumun onu kucaklamasına izin verdi. Senem tüm gücüyle bir çığlık attı. “hayıııııır!”

“Senem kardeşim uyan. Hadi uyan...” senem gözlerini yavaş yavaş açtı. Ağlıyordu. Dudaklarının arasından durmadan bir hayır çıkıyor, çıkan her hayır senemin sarsıla sarsıla ağlmasına neden olan yeni bir ağlma krizini daha bir önceki bitmeden başlatıyordu. Senem’in aklından durmadan duyduğu son cümle geçiyordu. “onlar yaptı. Bu gördüklerin onların suçu...” “onlar yaptı. Bu gördüklerin onların suçu...” kapı hızla açılıp kezban içeri girdi. Ağlayan kızını ve Senem’e sım sıkı sarılmış hakanı görünce bir an şaşkın şaşkın baktı. Koşarak dışarı çıkıp bir tasa musluktan su doldurup yeniden odaya döndü. Tası Senem’in dudaklarına yapıştırıp yavaş yavaş su içirdi. Senem kendini toparlayıp hakan’ı karşısında görünce ona sım sıkı sarılıp ağlama krizinin onu sım sıkı sarmasına izin verdi. “onlar yaptı. Bu gördüklerin onların suçu...” “onlar yaptı. Bu gördüklerin onların suçu...” Senem aklından bu cümleyi çıkaramıyordu. Kezban elini kaldırıp senem’in yüzüne bir kaç kez vurdu. Yeni acı senem’i biraz da olsa kendine getirdi. “ne oluyor kız?” diye bağırdı Kezban. “hakan” dedi senem ve daha söz dudaklarından kurtulmadan yeniden ağlamaya başladı. “ben buradayım.” Dedi hakan. Senem başını kaldırıp kardeşine baktı. Ve kardeşinin yüzünde hiç bir değişiklik olmadığını gördüğünde birazcık rahatladı. “yatın uyuyun.” Deyip dışarı çıktı Kezban. Hakan kardeşinin elini tutup Senem uyuyuncaya kadar başında bekledi. Senem uyur uyumaz hakan hemen yatağına koşup uyumaya başladı.

Senem duyduğu sesle irkildi. Gözlerini açıp kardeşinin yattığı yere baktı. Kardeşi oradaydı. Ses tekrar geldi. Bu kapının sesiydi. Birisi kapıyı çalıyordu. Sonra annesinin sesini duydu. “geliyorum. Kapıyı kıracaksın... dur geliyorum.” “üstünüze ölü toprağımı serptiler kız. Öğlen oldu... bu saatte ne uykusu.” Diye bağırdı fadime teyze. Senem Fadime teyzesinin sesini duyunca hızla ayağa kalkıp “abi, abi kalk. Teyzem geldi.” Senem için fadime teyze güzel yemek demekti. Demek o sabah peynir zeytinin yanında yumurta da olacaktı. Belki teyze süt de getirir, elini senem’in başının arkasına koyar ve ılık sütü senem’e elleriyle içirirdi. “abi hadi kalksana teyzem geldi diyorum.” Hakan gözlerini kırpıştırdı. Sonra gözleerini açıp niye uyandırıyorsun der gibi dik dik baktı senem’e. Sonra olup biteni anlayıp tatlı tatlı gülümsedi. Odadan çıkıp dış kapıya doğru koştular. Fadime teyze sım sıcak sarıldı ikisine birden. “oy! Talihsiz kuzularım... bahtsız kuzularım benim...” dedi. “size neler getirdim neler. Hadi hazırlanın... enişteniz bizi pikniğe götürecek. Hep beraber piknik yapacağız.” Deyince evin içinde bir bayram rüzgarı esmişti. Uzun süredir gülümsemeyen kezban bile neredeyse gülümsemişti. Hele Fadime teyze poşetten birer elma şekeri çıkarıp çocuklara verince... Senem’in attığı sevinç çığlığı herkesi yeniden gülümsetti. Hakan elma şekerini çaktırmadan, gizlice senem’e verdi. En güzel elbiselerini giydirdi anneleri. El ele tutuştu iki kardeş. Önde teyzeleri ve anneleri arkada onlar fadime teyzenin evine doğru yürümeye başladılar. “dün yere batası ismail geldi bizim eve.” Dedi kezban. Fadime’nin ilgili bakışları Kezbanın yüzüne sabitlendi. “eee.” Dedi Fadime. “e’si ne olacak. Geldi esti yağdı gürledi. Altın maltın bir şey dedi... elleri kırılası bana vurdu.” Diye yakındı kezban. “vay orosbu çocuğu vay.” Dedi fadime.” Kafasına atamadınmı bir şey bulup. Allahtan dilerim elleri kırılır... allahtan dilerim gün yüzü görmez.” Önde konuşulanların hiç biri senem ve hakan’ın neşesini bozamazdı. Pikniğe gideceklerdi. Belki eniştesi senem’e elma şekeri bile alırdı. “ne altınıymış?” diye sürdürdü Fadime “ne bilem anam.” Dedi fadime. “biz ekmek bulamıyoruz, herifçi oğlu altın diyor.”

Fadime’nin evinin önünde tam bir cümbüş vardı. Tüm akraba toplanmış, Kezbanın en büyük ablası nazire’nin kocasının traktörüne doluşmuşlardı. Herkes yiyecek içecek bir şeyler getirmişti. En son fadime Kezban ve çocuklar gelmişti. Traktördeki çocuklar yeni gelenleri görünce toplu halde bir süre sevinç çığlığı attılar. “aaa... Senem geliyor.” “hakan, naber.” “hadi koşun.” “senem ip atlarız değil mi...” çocuklar koşup traktöre fadime’nin kocasının yardımıyla bindiler. Yeni katılanların hemen ardından traktörün içinde bir curcuna, bir gürültü tufanı koptu. Şarkılarla türkülerle şehrin biraz dışında kalan bir piknik alanına gittiler. Traktör durur durmaz çocuklar inmek için sabırsızlanmaya başladılar. Önce büyükler inip çocukların inmesine yardım ettiler. Kimi topunu çıkarıp oynamak için takım oluşturdular. “istop oynayalım.” Dedi biri”. “yakan top daha güzel.” Dedi bir diğeri. “futbol oynasak daha iyi olur...” bir kısmı hemen yere çizgi çizmeye, bir kısmı beş taş oynamak için taş toplamaya başladı.

Gelen taksiyi önce Senem gördü. Senem arabayı çok geçmeden hatırladı. “a.a.a.a amcamlar geliyor.” Diye bağırdı. Ortalık bir anda sessizleşti. Taksi acı bir fren çığlığıyla durur durmaz ismail dışarı çıktı. Kezban’a doğru bir kaç adım atmıştıki, Fadime’nin kocası önüne geçti. “dur bakalım.” Ne derdin varsa oradan söyle.” Dedi. “siktir git lan.” Dedi ismail. “benim senin gibi itle konuşacak bir şeyim yok.” “ağzını topla bakalım. Ağır ol abi desinler.” Dedi fadime’nin kocası. İsmail’in yumruğu adamın suratına inerken, kafiledeki diğer erkekler ayaklandı. Bu sırada vedat arabadan inmişti. Bir tabanca mekanizmasının harekitinin sesiyle birlikte tüm gözler Vedat’a çevrildi. “kimse davranmasın... yakarım...” dedi Vedat. Bu sırada ismail Kezban’a doğru sokuldu. “lan orosbu! Abimin altınlarını bu şerefsizlerlemi yiyorsun?” deyip yaradana sığınıp sert bir tokat vurdu. Kezban bir elinde bir elma, bir elinde bir bıçak şaşkın şaşkın bakıyor, ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Tokat suratına indiğinde, geriye doğru savruldu. Sonra toparlanıp elindeki bıçağı ismail’in gözüne doğru savurdu. İsmail’den “gözüm!” diye bir haykırış kurtulup yeri göğü inletti. İsmail bir süre kendi etrafında bir sağ ayağının, bir sol ayağının üstünde dönüp durdu. Az da olsa acıya alıştığında gözleri hırs ve intikam ateşinden alev alev parladı. Sonra gören gözüyle bir piknik tüpü görüntüsü yakaladı. Hızla piknik tüpüne uzandı, tüpü tutup az önce kezban’ın durduğu yere doğru fırlattı. Tüp kezban’ın alnına çarptı. Kezban’ın alnından kan fışkırmaya başladı. Her şey durdu. Vedat koşarak ismail’in kolundan tutup sürükleyerek arabaya bindirdi ismail’i. Araba hızla piknik alanından uzaklaşırken, piknik yapmak için gelenlerin hepsi Kezbanın başına toplandı. Hemen bir yerlerden bez bulunup kezbanın alnı sarıldı. Tüm çocuklar sinmiş, kimi sesli, kimi de sesiz ağlıyordu. Kimsenin çocukları düşünecek hali yoktu. Hakan annesinin başına gitti. Annesinin yüzündeki kanı görünce hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. İki kadın Hakan’ı tutup kenardan şaşkın şaşkın olup biteni izleyen Senem’in yanına çektiler. Çocuklara su verildi. Bir süre sonra Kezban gözlerini açtı.

Kezban gözlerini açınca herkes derin bir nefes aldı. Ancak daha sonra olanlar herkesi yeniden paniğin kucağına attı. Önce Kezban avazı çıktığı kadar bir çığlık attı. Çığlık öyle bir çığlıktı ki; duyan herkesin aklına ölümü yada deliliği getirmişti. Sonra ayağa kalktı kezban. Koşmaya başladı. Bir taraftan koşuyor, bir taraftanda “altın yok! Altın yok!” diye bağırıyordu. Erkekler kezban’ı yakalamak için kezban’ın peşinden koşmaya başladılar. Kadınlar bir şey yapamamanın boşluğuna sım sıkı tutunmuş iyi bir şeyler için iyi tanrıya yakarıyorlardı. Erkeklewr kezban’a yetişip yakaladılar. Üç kişi kezbanı zor tutuyordu. İçleridnen birisi suratına sağlı sollu iki tokat attı. Daha sorna kezban iç parçalayan bir ağlama krizinin kucağına savurdu kendini. Pikniğin tadı kaçmıştı. Herkes ayakta bir şeyler atıştırdı, ortalığı çabucak toparlayıp traktöre yerleştirmeye başladılar. “balooooon! Uçan baloooon! Elma şekri, horoz şekeriiii! Renk renk balloooooooon!” diye bağıra çağıra bir adam piknik alanına girmişti. Senem’in gözleri bir süre adama takıldı. Ancak ne senem ne de diğer çocuklar ağızlarını açıp bir şey isteyemediler. İnsanlardaki hüzün baloncunun da neşesini kaçırmıştı. Hiç gürültü çıkarmadan ve olabildiğince çabuk oradan uzaklaştı. Her şey traktöre yerleştirildiğinde insanlar tadı kaçmış oldukları halde traktöre doluştular. Ne bir türkü vardı ne de neşeli kahkahalar. Traktördeki herkes suskunluğun tutsağıydı.

Doğrudan Fadime teyzelerinin evine indiler. Kezban durup durup ağlıyordu. “başım dönüyor” diyor, bir süre sakinleşiyor, sakinleştiği anlarda aklını koruması için dua ediyordu. Senem ve Hakan bir köşede kuzenleriyle beraber oturuyor, ne oyuncaklar, ne de televizyondaki çizgi film ağızlarını açıyordu. Geleceğin anlamını bilmeden geleceği düşünüyorlardı. Ne olmuştu annelerine? neden garip davranıyordu? “yeter kız!” dedi Kezban. “bak çocuklar korkuyor. Sana bir şey olursa ne yapar bu sabiler. Toparla kendini.” Fadime’nin sözleri Kezban için uzak seslerdi. Çünkü Kezban’ın duaları duyulmamıştı ve çoktan delilik onu sumsıkı sarmıştı.

Düşmanlar vardı. Her yerde düşmanlar vardı. Bir yudum su içmeden düşünüyordu. Fare zehri varmıydı suyun içinde? Çıkmamalıydı çocuklar dışarı. Kaçırırlardı çocukları düşmanlar. Kaçırıp koparırlardı ondan çocuklarını kahrolası zalim düşmanlar. Çocukları olmadan ne yapardı... Bazen kardeşinin kılığında gelenler düşman mıydı? Neydi o evin duvarlarıdna dolaşan şeyler? Daha dokunmadan karşı duvara kaçıyorlardı. Sineklik bile öldüremiyordu onları. Yerler miydi çocukların yüzlerini? Dağ taş lanet olası düşmana kesmişti... Kezban her nefeste yeni düşmanlar görüyordu. Birileri çocukları ondan alacaktı mutlaka. Almamalıydı. İzin vermemeliydi düşmanlara. Hep beraber daha huzurlu olacakları bir yere gitmeleri gerekiyordu. Çocuklarının babasının yanına gitmeleri gerekiyordu. Peki neredeydi o? Çocuklar annelerinin garip tavrına alışmaya çalışıyorlar, fırsat buldukları zamanlarda kaçıp sokağa çıkıyorlardı. Her sokağa çıktıklarından kısa bir süre sonra büyümüş gözlerle, yüzündeki eşsiz korku maskesiyle anneleri geliyor hiç bir şey söylemeden çocukları bir çuval gibi sırtlayıp koşa koşa eve getiriyordu. Eve girince çocuklarını tepeden tırnağa inceliyor, hiç bir şey olmadığını görünce derin bir nefes alıyor, “düşmanlar” diyordu.

Günlerden pazartesiydi. Bir Pazartesi günün güneşin geceyi davet ettiği saatlerdi. Siyah beyaz televizyonlarında şirinleri izliyordu çocuklar. Kezban birden ayağa kalktı. “haydi çocuklar sizinle bir oyun oynayalım.” Gülümsedi çocuklar. “oyun!” diye bağırdılar. “hangi oyun?” diye sordu Senem. “bu yeni bir oyun. Düşmandan saklanma oyunu. Babanın yanına gitme oyunu.” Çocuklar bu oyunu duymamışlardı. “baba?” dedi hakan usulca. Usulca tuttu Kezban Hakan’ın kolundan. Yavaş yavaş yattıkları odaya doğru ilerlediler. Senem peşlerine düşüyordu “dur!” dedi Kezban Senem’e “sen burada kalacaksın.” Çaresiz oturdu senem yerine. Bir süre sonra geldi Kezban senem’in yanına. Elinde uzun bir ip vardı. Bir sandalye çekip oturttu senem’i televizyonun karşısına. Elindeki uzun iple senem’i sandalyeye bağladı. “hakan nerede?” dedi Senem. İşaret parmağını dudaklarına koydu kezban. “hazırlanıyor.” Diye fısıldadı Senem’in kulağına. Senemi bağladığından emin olduktan sonra televizyonun yanına gidip televizyonun sesini iyice açtı. Senem paniğe kapılmak üzereydi. Bu oyunu hiç oynamamıştı ve ipler bir şeylerin ters gittiğini söylüyordu seneme. Annesinin tüpün yanına gittiğini gördü senem. Tüp neden yanıyordu? Üzerindeki kocaman kazanda ne vardı? Bu kadar çok yemek yapmazdı annesi... iplerin izin verdiği ölçüde kafasını tüpe doğru çevirdi Senem. Annesinin kocaman kazanın kulplarından tutup hakanın bulunduğu odaya doğru gittiğini gördü. Ne vardı kazanın içinde? Anne! Diyecek oldu, yutkundu. Çünkü annesi acı dolu gözlerle ona bakıyordu. Çaresiz televizyona döndü. Bir taraftan bileklerini kolarını oynatarak iplerden kurtulmaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra hakan’ın çığlıklarını duymaya başladı ve yanlış olan bir şeylerin olduğundan iyice emin oldu. Daha hızlı kıvranmaya başladı. Derken bir elini kurtardı. Serbest kalan eliyle diğer bağlarını çabucak çözdü. Hakan’ın çığlıkları katlanılır gibi değildi. Kendini bir an önce buradan çıkarmalıydı. Kapıya koştu kilitliydi. Anahtar kapının üzerinde değildi. Ne zaman kilitlemişti kapıyı annesi? Neden kilitlemişti. Cama koştu. Camı açıp kendisini dışarı atıp bulduğu bir yere saklandı. Hala televizyonun sesini duyabiliyordu. Ancak hakan’ın sesi yoktu... neden o kadar çok bağırıyordu hakan? Dövüyormuydu anne Hakan’ı? Nefes nefese olduğunu farketti, korktu nefesinin sesini duyar da bulur annesi onu diye.

Bir süre sonra kapı açıldı. Kezban dışarı çıktı. Sağa sola baktı. Kapıyı açık bırakıp sokağa doğru ilerledi.. Senem bir süre annesinin uzaklaşmasını izledi. Hızla içeri girip hakanla birlikte uyudukları odaya girdi. İçeride banyo havası vardı. Halı ıslaktı. Islak ve sıcak... senem hızla sağa sola baktı. Bir şey göremedi. Sonra köşedeki kocaman kazanı gördü. İçinde bir şey mi vardı? Koşarak kazanın yanına koştu, içine baktı. Sadece su vardı ve birde banyo tası. Etrafa bir süre daha baktı. Hiç bir şey yoktu. Hakan nereye gitmişti? Hakanın yattığı kanepenin yanına koştu, kanepe boştu. Kanepenin altına baktığında çığlığını kimse duymasın diye çığlığını yuttu. Hakan’ı görüyordu. Tıpkı geçenlerde rüyasıdna gördüğü gibi. Yüzünün her yeri soyulmuş yada kabarmış, kafa derisi yer yer soyulmuş. Boğazında kalın bir ip sım sıkı düğümlenmiş... ölmüşmüydü hakan? Her nasılsa kapının önündeki ayak seslerini duydu. Hemen kanepenin altına, hakanın yanına doğru hızla kaydı. Hem saklanmıştı, hemde hakan’ı daha yakından inceleme fırsatı bulmuştu. İçeride biri vardı. Kimdi o? Sonra ayak seslerinden içeridekinin annesi olduğunu bildi senem ve gözlerini yeniden ölü kardeşine çevirdi. Annesi ne yapmıştı hakan’a? Derken aklına içi su dolu kazan geldi. Ve çığlığını bir kez daha yuttu. Ayak sesleri bulundukları odaya doğru geliyordu. Senem korku içinde beklemeye başladı. Kapı açıldı, bir süre açık kaldı ve kapandı. Senem ayak seslerinin kapının dışından geldiğini farketti. Sakince yatağın altından çıktı. Parmaklarının ucunda cama doğru yaklaştı, camı açtı, ve camdan dışarı çıktı. Önce yavaş yavaş, sonra da koşarakj evden uzaklaştı. Arkadaşlarını görünceye kadar koştu. “annen seni arıyordu” dedi çocuklardan biri. Senem omuz silkip doğrudan oyunun içine daldı. Ancak hakan’ın görüntüsü zihnini terketmiyordu.

Güneş batarken Senem ve çocuklar hala oynuyordu. “Senem, annen geliyor.” Dedi çocuklardan biri. Senem olduğu yerde zıplamamak için kendini tutmak zorunda kaldı. Yavaşça annesine doğru döndü. Annesinin yüzünde son günlerde görmeye alışık olmadığı bir sakinlik vardı. “Hakan nerede?” diye sordu “bilmiyorum.” Dedi senem. “evde de yok.” Dedi annesi. Ve yüzündeki sakinlik yavaş yavaş korku ve endişe karışımı bir renk almaya başladı. Dudağından “düşmanlar.” Diye bir fısıltı kurtuldu. Birlikte Hakan’ı aramaya başladılar. Tüm mahalleyi aradılar. Senem hem korkudan, hemde annesinin neden bu şekilde davrandığını anlamak için olabildidğince, korkusunun kendine izin verdiğince sakin davranıyordu. “Fadime teyzemlere gidelimmi? Belki oradadır.” Dedi Senem. Annesi evet anlamında kafasını sallayıp daha hızlı yürümeye başladı. Bir süre sonra Fadime teyzenin bahçeli evi göründüğünde senem iyice sakinleşti. “hakan burada mı?” diye sordu Kezban. “yok.” Dedi Fadime. Kezban sağa sola bakmaya başladı. Annesinin onlara bakmadığı bir anda Senem teyzesinin gözlerine korkuyla baktı. Fadime bir şeyin ters gittiğini anladı. “Hele geçin iki soluklanın. Sizi evde bulamayınca buraya gelir.” dedi. Geçip oturdular. Senem diğer çocukları görme bahanesiyle kalkıp evin içine geçti. Bir süre sonra fadime yanına geldi. Senem “hakan öldü. Ben gördüm. Yerini de biliyorum.” Dedi. Fadime soran gözlerle Senem’e baktı. “annem.” Dedi senem. Fadime bir sürahiye su doldurup dışarı çıktı.

Aradan bir süre geçti. Senem ve diğer çocuklar dışarı çıktılar. “Hala gelmedi hakan.” Dedi kezban. “hadi hep beraber arayalım. Çocuklarla sen bir tarafa git bende senemle başka tarafa bakayım.” Dedi Fadime. Kezban Hızla ayağa kalktı. Çocuklar peşinde olmak üzere hızla kapıdan çıktılar. Fadime kocasına durumu senem’in anlattığı gibi açıkladı. Adam inanmaz gözlerle Fadimeye baktıktan sonra doğrulatmak için seneme doğru döndü. Senem dudaklarında acı bir gülümsemeyle kafasını öne doğru eğdi. Adam kafasını sağa sola sallayıp bir süre düşündükten sonra ayağa kalktı ve komşusunun arabasını almak için dışarı çıktı. Arabayla Semen’in yaşadığı eve gittiler. Eve girdiler ve ölünün bulunduğu kanepenin olduğu odaya girip kanepenin altına baktılar. Ölü çocuk hala orada yatıyordu. Hızla çıkıp en yakın karakola gittiler. Durumu polise anlattılar. Bir ekiple beraber cesedin bulunduğu eve gittiler. Fadime ve senem sokaklarda Kezban ve diğer çocukları aramak için hızlı hızlı yürümeye başladılar. Bir evin köşesini dönünce ileride bir sokak lambasının altında buldular onları. “haydi eve gitmemiz lazım.” Dedi Fadime sakince. “ne oldu? Eve mi gelmiş hakan.” Diye sordu Kezban. Sadece kafa salladı fadime. Hızlı hızlı eve yürüdüler. Evin önünde polisler kezbanın sağına soluna geçtiler. Kapının önüne bir amblans gelmiş, ölü çocuğu sedyeyle çıkarıp amblansa yerleştirmişlerdi. Kezban bir polislere, bir senem’e bir fadimeye baktı. Yavaşça başını öne eğdi.

Ertesi gün biraz yiyecek bir şey alıp Fadime ve senem karakola kezban’ı ziyarete gittiler. Yiyecekleri verdikten sonra “neden yaptın?” diye sordu kezban. “çocukları düşmanın kaçırmasını istemiyorum. Önce hakanı öldürdüm. Bulabilseydim senem’i de öldürüp kendimi asacaktım. Hep beraber babalarının yanına gidecektik.” Derken yüzünde mutlu bir gülümseme vardı. “senem sana emanet bacım. Ona kendi çocuklarına baktığın gibi bak rahmi burada, beni almaya geldi. Elinde duvağım var.” Deyince fadime bir adım geri çekildi. Kezban’ı öylece bırakıp koşar adım dışarı attılar kendilerini. Eve doğru yürümeye başladılar. Eve geldiklerinde karakolda olanları bir bir anlattı kocasına Fadime. Ve akşam oldu. Akşam yemeklerini yediler. Kimsenin tadı yoktu. Bir süre televizyon izlemeyi denediler. Televizyonun da tadı yoktu. Olup bitenler geçen zamanın lezzetini jiletle kazımıştı adeta. İnsanlar sanki yaşamak zorunda oldukları için yaşıyor, her birinin yüzünde yaşayan ölülerin korkulu ve korkutucu sükuneti vardı. Erkenden yattılar.

Senem karma karışık bir düş havuzunda yüzüyordu. Bir an ölü kardeşi ölü değildi ve bir an sonra ölüyor,, derisi soyulmuş elleriyle seneme uzanıyor, bir an sonra senem elinde kazan ve tas olan annesinden kaçıyor ve bir kapının ardına saklanıyordu. Annesi kapının önüne geliyor, kapıyı yumruklamaya başlıyor, “kapıyı aç senem. Hakan seni bekliyor.” Diyordu. Ve durmadan kapıyı yumrukluyordu. Senem bir anda doğruldu. Dış kapı gerçekten biri tarafından sert sert çalınıyordu. Kapının sesini duyunca bir an korkup hızla yatıp yorganı kafasına çekti. Evin içinde başka kapılar açıldı. Eniştesinin sesini duydu. “kim o?” “polis! Açın kapıyı.” “bir dakika geliyorum.” Dedi bir süre sonra hızlı hızlı kapıya yürüyenm ayak sesleri duydu senem. Eniştesinin kalkmasından cesaret alan senem de kalkıp yattıkları odanın kapısını açtı. Dışarıya kulak verdi. “Sizin akraba nezaretten kaçmış. Ama bulduk. Fakat... galiba evdekileri uyandırsanız iyi olacak. Çünkü durumu görmeniz lazım. Komiserim savcıya haber verdi savcının kalkmasını bekliyoruz.” Dedi ve adam hızla içeri girip karısını kaldırdı. Dışarı çıkarken senem’in de yürüdüğünü gördüler. Polis ve diğerleri senem’e doğru dönüp, gelme der gibi baktılar. Ancak senem’in yüzündeki sükunet Senem’i aralarına kabul ettirmeye yetti. Polis otosuna binip bir köprüye gittiler. Köprünün korkulluklarına sım sıkı bağlanmış bir ip gördüler. Arabadan inip ipin bağlı olduğu korkuluğa doğru yürüdüler. Suyun üstüne çıkmış bir tutam saç gördü ve onun annesinin saçı olduğunu bildi senem. Annesi kendini hem asmış, hemde suda boğmuştu. İnsan bir anda ölmeyi aynı anda iki kere neden isterdiki?

Senem kendine hep bu soruyu soruyordu. Annesiyle aynı şeyleri yaşamıştı. Aynı acıları çekmişti. Ancak kötü kabuslar bile senem’i ölüme davet etmiyordu. Neden yapmıştı annesi böyle bir şeyi? Bir insan aynı anda ölümü iki kere nasıl ister? Senem’in tüm kabuslarının içini bu soru dolduruyordu. Ancak bir karar vermeliydi. Bir yol bulmalı ve bu yolda ne olursa olsun yürümeliydi. Ya bu kabuslarla yaşamayı öğrenmeliydi, ya da bu kabuslardan kurtulmalıydı. Ya da... ya da kabusların olmadığı, kabusların onu bulamayacağı bir yere gitmeliydi. Bu düşünce Senem’in bir an titremesine neden olmuştu. “babalarının yanına gidecektik...”



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Güz Masalı
Bir Peri Masalı
Kızıl Gelin
Gemici

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Yalnız Yolcu [Şiir]
Adem ve Havva Masalı [Şiir]
Hayat ve Hayat2 [Şiir]
Bir Kucak Aşk [Şiir]
Aşk ve Huzur [Şiir]
Savaş Korkularınla [Şiir]
Zıtlıkta Birlik [Şiir]
Her Hangi Bir Masal [Şiir]
Yalnızlığa Sürgün [Şiir]
Sıcak Gülüşler [Şiir]


mahmut dağ kimdir?

tıpkı erasmusun dediği gibi; delilik mutluluktur. bu düsturdan yola çıkıp beni delirten yazma tutkusunu özgür ve çılgın düşlerin, ve hayal gücümün en çılgın halinin emrine verdim. yazmak, yaratma tutkusunun insan zihnindeki tüm açmazlardan kurtulup, sözün ak ve kara büyüsüyle biçimlenmiş en gerçek halidir. çünkü söz büyüdür, gerçek söz deliliktir.

Etkilendiği Yazarlar:
J. R. R. Tolkien, Samed Behrengi, Stephan King, R. A. Salvatore, Tess Geritson... ve daha nice güzel kalemler


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © mahmut dağ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.