..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Matematiğe, yalnızca yaratıcı bir sanat olduğu sürece ilgi duyarım. -Godfrey Hardy
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Şiir > Aşk ve Romantizm > Kemal Yavuz Paracıkoğlu




17 Aralık 2012
Mevsim Gülbahar (2. Bölüm/8 - 9)  
Kemal Yavuz Paracıkoğlu
Erol, babasına, ne oluyor, der gibi bakınca, İzzet bey pişkin pişkin gülümsedi. Erol ve Halil’e dönerek, “Çocuklar, olanlardan sizin haberiniz olmadığı için, bu şaşkınlığınızı anlıyorum. Anlatayım da dinleyin. Bu deli kız, Kaya ailesi ile Soylu ailesini dostluklarının yanı sıra akraba da yapmak kararı almış kendi kendine! Ve, bu kararını iki aileyi bir araya getirerek, her iki tarafa da tebliğ etti…”


:AABG:
Anadolu Üniversitesindeki olayları soruşturan emniyet mensupları olayların başlamasıyla ilgili olarak Cemal’inkiyle birlikte birçok isime kolayca ulaşmışlardı; bunlardan firarda olan Ali İhsan ve Metin’in dışında elliden fazla kişi gözaltına alınarak Emniyet Müdürlüğünde sorgulanmaya götürülmüşlerdi. Büyükçe bir salonda ayakta bekletilen sağcı ve solcu öğrenciler kavga etmeden, ama birbirlerine kinayeli bakışlar yollayarak, yan yana sorgu odasına ifade vermeye götürülmeyi bekliyorlardı.
Sorgusu bitenler kelepçelenmiş vaziyette, bir polis memurunun nezaretinde, İl Emniyet Müdürlüğü binasının hemen bitişiğindeki adliye binasına götürülüp cumhuriyet savcısının karşısına çıkartılıyordu. Cumhuriyet savcısı getirilip önüne bırakılan evraklardan kafasını kaldırmaksızın yeni bir sorgulama yapıyor, sonra da sorgulamasını tamamladığı öğrenciyi aynı polisin nezaretinde adli tıbba yolluyordu. Adli tıptaki baştan savma muayeneden sonra ise her öğrenci götürülüp, toplu vaziyette nöbetçi hakime çıkartılmak üzere, İl Emniyet Müdürlüğündeki bir başka salonda bekletiliyorlardı.
Bu sıkıcı prosedür işletilirken T.B.M.M.’deki çalışma odasındaki sekreteri, milletvekili Celal Kabaloğlu’na evindeki bir telefonla ulaşarak, “Eskişehir İl Başkanımız, oğlunuz Cemal’in okulundaki öğrenci olaylarından sonra mahkemeye çıkartılmak üzere Eskişehir Emniyet Müdürlüğünde gözaltında tutulduğunu bildirdi efendim,”
dedi.
Celal Kabaloğlu soğukkanlılıkla, haber verdiği için sekreterine teşekkür ederek telefonunu kapattı.
Nihayet, Cemal’in Eskişehir Emniyet Müdürlüğündeki sorgulamasına sıra gelebilmişti.
Daktilo başındaki bir polis memuru, masası önündeki sandalyeye oturtulan Cemal’e hiçbir şey sormadan, daktilosuna takılı dosya kağıtlarına bir şeyler yazdı. Yazısını tamamladıktan sonra da, daktilosundan çekip çıkarttığı aralarına karbon kağıdı dizili dosya kağıtlarını dağılmamalarına özen göstererek Cemal’in önüne koydu. Sertçe bir sesle, “İsminin yazılı olduğu yeri imzala!” diye emretti.
Cemal, kendisine olanları anlattırmadan yazılmış olan hikayeyi merak ederek okumaya başladı.
Polis memuru yazılanları okuyarak kendisine vakit kaybettiren oğlana kinayeli bakarak onun yazıyı imzalamasını bekledi.
Cemal, yazıyı okuyup bitirdikten sonra, polis memuruna, “vallaha aynen yazdığınız gibi oldu, memur bey. Benim hiçbir kabahatim ve de suçum yoktur,” diyerek memnun, isminin yazılı olduğu yeri imzaladı.
Polis memuru, “Tamamdır, uzatma,” diye söylenerek yazılı evrakları bir maphenin boş sayfasına sokuşturdu. “Buradan, Emniyet Müdürümüzün makamına çıkacaksın. Seni bekliyor.”
Cemal oturduğu sandalyeden doğrulurken, “makamı nerede?” diye sordu.
“Bir üst katta. Memur arkadaş götürecek seni…” dedikten sonra yan taraftaki masadan hareketlenen polis memuruna, “delikanlının işi tamam. Götürebilirsin…” dedi.
Diğer polis memuru yanına aldığı Cemal ile birlikte odadan çıktılar.
Üst kata çıkan merdivenlerde yürüyerek İl Emniyet Müdürünün makamına ulaştılar. Makamdaki Özel Kalem Müdürü, “müdür bey, telefonda bakan beyle görüşüyor,” dedikten sonra onlara biraz beklemelerini söyledi.
İl Emniyet Müdürü, ayakta, adeta hazır ol vaziyetinde durarak konuşuyordu telefondaki içişleri bakanıyla. Nihayet, “Başüstüne sayın bakanım. Merak buyurmayınız siz…” diyerek telefonu kapattı. Odasının kapısına giderek açtı, dışarıda bekletilen Cemal’in içeri gelmesini işaret ettikten sonra makam koltuğuna döndü. İçeri gelen Cemal’e, kapıyı iyice örtmesini söyledikten sonra masası önündeki koltukları gösterdi.
“Geçin şöyle, oturun…”
Cemal, gösterilen yere soğukkanlılıkla geçti oturdu.
İl Emniyet Müdürü, “bak delikanlı, kısa keseceğim,” dedi. “Sen, bu ilde bizlere emanetsin. Onun için başını derde sokacak hadiselerden uzak durmalısın. Yok uzak duramıyor musun? O vakit geleceksin bana, şu şu sıkıntım var müdür bey diyeceksin, yardımcı olacağız. Tamam mı?”
“Tamam müdür bey.”
“Şimdilik, bugünkü olaylarla bir ilişiğin olmadığı anlaşıldığından seni savcılığa yollamadan, direkt buradan salıveriyorum. Kimseyle, bir şey konuşmadan, görüşmeden, doğruca evine git. Tamam mı?”
“Tamam müdür bey.”
Emniyet müdürü az önce girdiği kapıyı gösterirken, “haydi bakalım, göreyim seni,” diyerek gitmesini işaret etti.
“Teşekkür ederim müdür bey!”
Cemal, emniyet müdürlüğü binasından elini kolunu sallayarak çıktı gitti.
Akşam olmuştu bile; Bedri Kaya, gazeteleri ile keyif yapmaktaydı. Halil, bir bardak çay alarak geldi, “Babacığım, spor haberleri ile ilgili sayfayı verebilir misin?” diyerek oturdu.
Bedri Bey, okuduğu gazetenin üzerinden şöyle bir bakıp, okuduğu gazetenin spor sayfasını ayırmak için davrandı.
Halil Kaya, gülerek ona engel oldu. “Şaka, şaka! Şaka yaptım babacığım, istemiyorum… Lisedeyken gazeteni ne zaman okumaya başlarsan, bu taleple gelir, senden fırçayı yerdim…”
Bedri bey, o günleri anımsayarak, o zamanlar kullandığı cümleyi tekrar etti: “Gazete parçalandı mı tadı kaçar! Okuyup bitirmemi bekle!”
Halil Kaya, gülümsemeyi sürdürerek, “Evet, Aynen böyle!” dedi.
Bedri Kaya, gülümseyerek, “Ulan kerata! Gazete sabahtan akşama kadar ortalarda sürünürdü, eline almazdın da, akşam işten eve gelip, bir yorgunluk kahvesi ile gazeteyi karıştırmaya başladım mı, bitiverirdin tepemde… Biraz kasıt mı vardı, dersin?” dedi.
“Üniversite yıllarında, yalnızlığımın özlemlerine beynimi tırmalattığım anlarda bu anekdotları anımsayarak kendim sorardım :’Biraz kasıt mı vardı, yaptıklarımda?’ Bu soruya, inanılmaz bir cevap bulmuştum : Hayır, babacığım! Sadece, yapmam gereken her şeyi, ama her şeyi, sen hatırlatırdın bana… Gazete okumayı da gazete ortalarda sürünürken düşünemezdim de, seni okurken görünce hatırlayıverirdim birden…”
Baba oğul gülümseyerek bakıştılar. Halil Kaya, oturduğu yerden televizyona bakmaya başladı. Televizyon kanalındaki haber spikeri akşam haberlerini okumaya başlamıştı. İlk haberinde Eskişehir’deki öğrenci olaylarından bahsetmeye başladı. Halil Kaya, pür dikkat haberi izledi.
Televizyondaki spiker, “Sayın seyirciler! Bu gün Nisan bir… Bunu bir Nisan Bir şakası zannetmeyin lütfen, çünkü bu, şaka olamayacak kadar acı bir olay… Bu acı olay, bu defa Eskişehir’de yaşandı. Gene bir sağ sol çatışması…” diyerek anonsa başladıktan sonra, ekrana olayla ilgili görüntüler gelmeye başladı. Spikerin sesi bu görüntüler üstüne düşüyordu. “İki grubun taş ve sopalarla birbirine saldırarak başlattığı çatışmalarda silahlar da patladı ve Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Profesör Doktor Nezih Al öldürüldü… Görevi başında iken şehit edilen dekan Nezih Al’ın cenazesi memleketi İstanbul’a gönderildi. Karacaahmet mezarlığında defnedilen merhumun cenaze törenine idari ve mülki erkanla beraber üniversiteden öğretim görevlileri, öğrencileri ve geniş bir halk kitlesi katıldı. Cenazenin kaldırıldığı Karacaahmet Cem evi ana baba günü gibiydi….” diyerek cenaze töreninden çeşitli görüntüler gösterilmeye başlandı.
Halil Kaya, duyduğu bu haber ile büyük bir şok yaşamaya başladı. Duyduğunun gerçek mi, yalan mı olduğuna bir türlü karar veremezken, bu defa ikinci haber cümlesi düştü ekrana. “Eskişehir emniyet müdürlüğü polislerinin olaylara müdahalesi esnasında ise aynı silahtan atıldığından şüphelenilen ikinci bir kurşun ile, bu defa da baş komiser Cevat Kavak, olay esnasında şehit düştü.” Görüntüye Cevat Kavak’ın cenaze namazıyla ilgili görüntüler girdi. Cevat Kavak’ın Türk bayrağı ile sarılmış tabutu karşısında il müftüsü ve cami imamı nezaretinde cenaze namazına iştirak etmiş resmi – sivil protokol ve çoğu polis kılığında büyük bir kalabalık yer almıştı. Müftünün “er kişi niyetine…” diyerek başlattığı cenaze namazında görüntülenen Bora gözyaşlarını zar zor zapt edebilmekteydi.
Halil Kaya, ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemez halde, donmuş kalmıştı. Gözlerine ve kulaklarına inanamıyordu.
Görüntüye bu defa da, Cevat Kavak’ın Eskişehir Bahçelievler’deki evine ait dış görüntüler gelmeye başladı. Bora ve annesi evin önündeydiler ve onlardan daha yakın planda televizyon muhabiri vardı. Spiker anonsunu bu görüntü üstünden sürdürmekteydi: “Şehit başkomiserin evinde, bugün tam bir yas havası vardı. Arkadaşımız Aydın oradaydı. Aydın!” Bu defa da görüntüdeki muhabir Aydın konuşmaya başlamıştı. “Sayın seyirciler, gün geçmiyor ki, bir polisimiz, bir askerimiz ve masum vatandaşlarımız şehit olmasın… Hergün, bir başka ocak söndürülmekte. Ve bu kan dökücülere birileri çıkıp da, durun, diyememekte. Şu anda şehit başkomiser Cevat Kavak’ın evi önündeyiz. Ve, başkomiserin biricik oğlu Bora ile konuşacağız.”
Bora muhabirin yanından görüntüye geldi.
Halil Kaya onun gözlerinden sonsuz acıyı gördü, üzüldü.
Muhabir Aydın, onun ağzına mikrofonu yaklaştırırken, “Bora, önce başınız sağ olsun!” dedi.
Bora da ona, “Vatan sağ olsun!” diye karşılık verdi.
“Duygularını öğrenebilir miyiz?”
Bora, bir düşündü, hüzünlenerek, “Duygularım?” diye tekrarladı. “Babası teröristler tarafından öldürülen bir gencin duyguları nasıl olabilir? Üzgünüm…”
“Babanın katillerine söylenecek sözün yok mu?”
“Söylenecek çok şey var… Ama şu an, bizi mazur görmenizi istirham ediyorum. O katillerin sıcak yataklarında yatmaya hazırlandığı şu saatlerde babam, cansız vücudu kaskatı kesilmiş bir halde, buz gibi soğuk toprağın altında yatıyor. Bunu hak etmemişti o… Biliyor musunuz, emekli olacaktı babam. Haydi, sen liseyi bitir de öyle olayım, diyerek ertelemişti emekliliğini. Ve liseyi bitirip, bu üniversiteye başlamıştım ve babam da, hadi üniversiteyi bitir de öyle olayım diyerek bugüne kadar erteledi durdu emekliliğini. Üniversitede son yılımı okuyorum, bugünlerde emeklilik dilekçesini vermek üzereydi. Yani, bu yıl ben mezun olacaktım, o da emekli olacaktı…” Ağlamamak için zorlanarak, ağlamaklı, devam etti. “Evet. Üzgünüz… Keşke, babam emekliliğini benim yüzümden ertelemeseydi… Keşke, bu acılardan uzak kalabilseydik. Bizi mazur görün… Daha fazla konuşamayacağım.”
Muhabir Aydın, son bir denemeyle onu biraz daha konuşturmak istedi. “Binlerce, milyonlarca genç can kaygısıyla okul hayatlarını sürdüremiyor. Sen, üniversitedeki okuluna gidebiliyor musun?”
Bora, “Ben Eskişehir çocuğuyum. Yani, yirmi beş sene önce babam buraya tayin olarak gelmiş ve evimizi de buradan almıştı… Ben de burada doğmuştum. Okulum da burada. Yani, okuldaki eylemlerden etkileniyorum elbet. Etkileniyorum ama, bulaşmıyorum. Herkes, sanki iç savaş halinde… Hepimiz, bütün memleket… Acı… Çok acı… İnanın, kendi durumumdan çok, bu memleketin haline üzülüyorum. Yeter artık! Öğrenciler göğüslerini gere gere ne zaman okullarına gidebilecek? Kan dökülmesine bir son verilsin artık! Artık, aynı ülkenin insanları birbirlerini öldürmesin… Eskişehir, böyle bir yer değildi. Eskiden harika bir yerdi. Babam buraya tayin edilip de, taşındığında, çocuklarımın iyi eğitim alabilecekleri, güzel bir yere geldik diyerek sevinmiş. Yıllar geçtikçe tam bir cehenneme dönüştürdüler bu şehri. Yok sağcıymış, yok solcuymuş, birbirlerini öldüren birçok insan türedi… Acı… Acı… Bunlar, tam anlamıyla, her yeri işgal ettiler…” Arka planda anne Oya Kavak, yeni gelen bir grup aileyi kapıda karşılayarak içeri alırken, Bora onları fark ederek, “Affedersiniz. Gelenler var. Onlarla ilgilenmem gerek. Müsaadelerinizle…” diyerek muhabir Aydın’ın yanından ayrıldı.
Halil Kaya,kendisi yıkılmış bir haldeyken, “yıkılmış!” diye mırıldandı.
Muhabir Aydın kendi yorumunu katarak haberini tamamladı.
“Sayın seyirciler! Bu genç öğrenci ile yaptığımız kısa röportajın ortaya koyduğu gerçek şu: yetmiş sekiz kuşağının aklıselim gençleri, bu terörizm illetinden kurtulmak istiyorlar ve okullarını sürdürerek memlekete hizmetlerini silah gücü ile değil, beyin gücüyle ifa etmek istiyorlar. Ve, kendilerine bu yolu açmaları için, hükümeti duyarlılığa ve görev başına davet ediyorlar…”
Halil Kaya, “telefon ederek bir baş sağlığı dilesem…” diye mırıldanarak kalktı, telefonun başına gitti, ezbere bildiği telefon numarasını çevirdi, bekledi. Bu, Kavak’ların ev telefonuydu, fakat açmıyorlardı. Birkaç defa daha çevirip şansını denedi ise de ulaşamadı. Bu defa gitti, kırmızı küçük çantasındaki bir el defterini alarak geldi, onun içinden arayıp bulduğu bir başka telefon numarasını tuşlayarak hocası Nezih Al’ın evini aramaya başladı. Yok. Telefonların hiç biri cevap vermiyordu.
Bedri Kaya, olaylarda ki kişilerin, Halil’in hayatındaki önemlerini yakından biliyordu. Oğlunun telefonun başında kıvranıp durduğunu görerek yanına çağırdı. “Gel oğlum, otur şuraya! Daha sonra tekrar ararsın…”
Halil Kaya, telefondan umudunu keserek onun yanına gitti. “Hocam öldürülmüş, duydun mu babacığım? Daha dün elleriyle diplomamı vermişti… Nasıl olur bu… Bu gün cenazesi kaldırılmış. Haberim olmadı. Halbuki olmalıydı. Gitmeliydim cenazesine. Orada olmalıydım. Niye haberim olmadı? Niçin? Niçin?…”
Babasının yanından kalkıp hızla odasına gitti ve yatağına yüzüstü uzanarak hıçkırıklarla ağlamaya başladı.
*
Soylu ailesinin geldiğini haber veren zil çaldığında, salondaki yemek masası üstünde pasta ve çörek tabaklarıyla uğraşan Nisa hanım, “Otur, yavrucuğum! Misafirlerimizi ben karşılayayım,” diyerek oğlunun kalkmasını önleyip kapıyı açmaya gitti.

Nisa hanımın, “aman efendim, buyurun, buyurun! Hoş geldiniz! Geçin içeri…” vaveylâları arasından İzzet beyin, “iyi akşamlar, komşu!” diye seslenişi duyuldu. Misafirler salona geldiklerinde Bedri Bey de, Halil de gelenleri karşılamak için ayaklanmıştı. Salona ilk giren Ümmühan’ın elinde küçük bir hediye paketi vardı. Bedri bey de misafirleri karşılayarak, “Hoş geldiniz, İzzetçiğim!” diyerek kapı önüne geldi.

Tokalaşmalar, öpüşmeler…

“Hoş geldiniz, İzzet amca!”

Ayşe ve İzzet Soylu, Halil Kaya’yı yanaklarından öperek kucakladılar. “Sen de hoş geldin, oğlum! Bitti ha?”

Halil Kaya, onlara da, “bitti sayılır,” diyerek belirsiz bir cevap verdi. Neyin bitip bitmediğini sorduklarını anlamıyordu; çünkü, biten değil, başlayan bir serüven vardı önünde…

İzzet Soylu’nun ise kastettiği doktora sınavlarıydı, “O halde, geçmiş olsun, doktor bey!” diye takıldı.

Halil Kaya’nın kendisine doktor diye hitap edilmesi garibine gitmişti. Doktor!… Çocukluğundan beri, doktor denildi mi, aklına hep tabipler gelirdi. O, bir dereceyle ateş ölçüp, derece üzerindeki rakamları bile okumayı beceremezken, doktor diye hitap ediliyordu ona… Dr. Halil Kaya… Adamın iltifatına karşılık, “Sağ ol, İzzet amca!” derken, en kısa zamanda, bir kartvizit bastırtıp, üzerine böyle yazdırmayı düşündü. “Dr. Halil Kaya”…

Erol Soylu, onun düşüncesini dillendirerek, “Sana bir kartvizit bastıralım, kanka. Üzerine, şöyle, yaldızlı harflerle ‘Dr. Halil Kaya’ diye yazdırıp…” diye laf attı.

Ümmühan, dalga geçerek, Halil’in yanına sokuldu; “Yazdırın… Bir de muayenehane açın…”

Ümmühan sokulduğunda, Halil bu defa gafil avlanıp, kendisini öptürmemek için elini uzaktan uzattı kıza. Oysa kızın da onu öpmek gibi bir niyeti yoktu; bu defa da uzatılan eli sıkıp tokalaşmak yerine, o ele, elinde getirdiği hediye paketini tutuşturdu. “Soylu ailesinin, size mezuniyet hatırası,” diyerek de ekledikten sonra yanından geçip, gitti, yemek masasındaki sandalyelerden birisini çekip oturdu.

Herkes koltuklarda bir yere çömelirken, Halil Kaya oturduğu yerde, nezaket gereği açması gerektiğini düşünerek, Ümmühan’ın eline tutuşturmuş olduğu hediye paketini yırtarak açtı. Paketten, çok şık görünen iki kalem çıktı. “Bunları daima yanımda taşıyacağım ve kullanacağım!” dedi. Halbuki onun yıllardır alışık olduğu şey, bakkallarda satılan ucuz tükenmez kalemlerdi, bunları onlar kadar rahatlıkla kullanabileceğinden kuşkuluydu.

Ayşe Soylu, “güle güle kullan! Onları, Ümmühan seçti,” dedi.

Halil, bu Ümmühan empozelerinden gına getirmeğe başlamıştı. Galiba, kendisi dışında ki herkes (belki de Erol da dahil) başına bir çorap örmek hinoğluhinliği peşindeydi; kimsenin günahını da almak istemiyordu ama, gören göz de kılavuz istemiyordu.

Ümmühan, “Çam sakızı, çoban armağanı…” derken, Halil’in kendisine hala, bir teşekkür etmesini bekler gibiydi. Halil Kaya bunu kolaylıkla anlayarak, teşekkür etmedi.

Büyüklerin birbirlerinin hatırlarını sormaları başlayınca, Ümmühan’ın teşekkür beklentisi de unutuldu, gitti.

“Nasılsın komşucuğum, görüşmeyeli beri?”

“İyiyim be komşucuğum, nasıl olsun? Halil oğluma bir hoş geldin diyelim dedik işte… ”

“Vallahi çok iyi etmişsiniz… Siz nasılsınız İzzet bey?”

“İyiyim komşu, sağol… Sen de iyi görünüyorsun maşallah, Bedri’ciğim…”

”Eh, işte… Oğlumuz gelince her derdimiz bitti, gitti evelallah… Sen nasılsın bakalım Ümmühan kızım, son görüştüğümüzden beri?”

“İyiyim Bedri amca. Sizi gördüm daha iyi oldum.”

Hatırlaşmalar bittiğinde Bedri bey, Nisa hanıma, “biz de bizim mezuniyet hediyesini verelim mi artık, hanım, ne dersin?” diye seslenince, Nisa hanım ayaklandı, gitti, vitrinden araba anahtarlarını alıp getirerek Bedri beye teslim etti.

Bedri bey avucunu konulan anahtarları Halil Kaya’ya uzattı. “Buyurun, arabanızın anahtarlarını…”

Halil Kaya, babasının şaka yaptığını sanarak,

“ Bir arabaya sahip olabilmek için, herhalde yirmi sene tasarruf yapmam gerekecek, babacığım,” dedi.

Nisa Kaya, “Baban mezuniyet armağanı olarak verirse, yirmi sene tasarruf yapmana gerek kalmaz,” diye düzeltti.

Bedri bey, “annen kafamın etini yedi, oğluma mezuniyet hediyesi olarak ver, diye! Ne yapabilirdim?” diye izah etti.

Halil Kaya, mahcup oldu. “ Babacığım, otuz yıllık memuriyetinin sonunda emeklilik ikramiyeni verip alabildiğin bu arabanın, senin için çok kıymetli olduğunu biliyorum…”

Onun için bu arabayı kabul edemem, diye tamamlayacaktı sözünü ama, Bedri bey o fırsatı vermeyerek sözünü kesti.

“Alıncaya kadar bir kıymet ifade ediyormuş. Aldıktan sonra, bir kıymeti kalmadı. Kapının önünde paslanıp duracağına, senin işine yarasın!”

Halil Kaya, verilen hediyeyi reddedebilmek için çırpınarak, bir kez daha konuşmayı denedi: “Bana en büyük hediyeyi, beni okutarak zaten verdiniz, siz!…” Sözünü bir türlü tamamlatmıyorlardı. Bu defa da tam, seni arabandan ayırmak istemiyorum, diyecekti ki, annesi atıldı.

“Çok konuşma! Annen baban bir karar vermişlerse, ona uyman gerekir…”

Babası da anneyle aynı şekilde, “Bizim kararlarımıza karşı çıkacak bir evlat yetiştirmedik biz!” diye söylendi.

Halil Kaya, bu tatlı sert azarlamalarla avucuna sokuşturulan anahtarları tutarken, onların avucunu yaktığını hissetti…

Erol Soylu, “yeni arabanla, beni de, şöyle bir gezdirirsin artık, he kanka?” diye sordu.

Halil Kaya ona, “ne zaman istersen,” dediğinde, Ümmühan, abisine nispet yaparak, “Yarın hariç, tabii!” dedi. Halil ile Erol’un şaşırdığını görerek, “yarın arabasıyla, beni Sarımsaklıya götürecek!” diye ekledi.

Halil, bu da nereden çıktı şimdi, der gibi bakakalmıştı.

Erol, şımarık kız kardeşi belirsizce azarlayarak, “Halil, öyle bir vaade bulunmadı sana,” diye çıkıştı.

Ümmühan, “Halil bulunmadı,” dedi. “Biz, Nisa anneyle konuşup karar verdik!”

Bu defa da Nisa Hanım zor durumda kaldı. “Öyle mi yaptık?” diye geveledi.

Ümmühan, Nisa hanımın kendisini desteklemesini teşvik ederek, “Yarın Sarımsaklı’ya gitmem gerekiyor, deyince, Halil, arabayla götürür seni, demiştiniz ya, Nisa anne!” deyince,

Nisa hanım zorlanarak, “Ha, evet…” diyebildi.

Ayşe Soylu, kızının çevirdiği entrikayı fark edip, “Erol ve Halil, birlikte götürürler, o halde,” diyerek müdahale etti.

Ümmühan, oyunbozan anneye ters ters bakarak, “abim gelemez, büroda işi var!” dedi.

Erol Soylu, “Gelirim!” diyerek araya girdi.

Ümmühan bu defa, babasından medet umarak, “babacığım! Hakkı dayı, Erol işini aksatmadan çalışması gerekiyor demişti ya!” deyince, İzzet bey, kızının çaresizce kıvranıp durmasına sempatiyle gülümsedi.

“Nisa annene, annene, bana, yalan söylettirmeğe çalışıp duracağına, şuna, doğrudan doğruya Halil ile baş başa kalmak istiyorum, desen olmaz mı?”

Halil Kaya, İzzet beyin açık sözlülüğü karşısında iyice sıkılarak, kızardı, bozardı. “Bu cadalozun kime çektiği belli oluyor. İkisi de patavatsız…” diye geçirdi aklından. Adama, “Estağfurullah!… Efendim…” diye bir söz sarf edebildi yalnızca.

Ayşe Hanım zayıf, uzun boylu bir kadındı ve yüz hatları, Ümmühan ile aynı idi. Yani, Ümmühan’ın annesine çekmiş olduğunu söylemek çok kolaydı ama, Ayşe hanım, tıpkı Erol gibi, düşüncelerini tartarak dile getiren ve olur olmaz laf sarf etmeyen bir kadın olduğu için, Ümmühan’ın değil de, Erol’un annesine çektiğini söylemek gerekiyordu. Bunun tersi de doğruydu; yani, Erol’un, tıpkı Erol gibi orta boylu ve etli yanaklı bir adam olan İzzet beye çektiğini söylemek mümkündü, ama tıpkı Ümmühan gibi, fikirlerini tartmadan ve aceleyle ifade edebilen İzzet beye, Ümmühan’ın çektiğini söylemek daha doğru olurdu…

Erol, babasına, ne oluyor, der gibi bakınca, İzzet bey pişkin pişkin gülümsedi. Erol ve Halil’e dönerek, “Çocuklar, olanlardan sizin haberiniz olmadığı için, bu şaşkınlığınızı anlıyorum. Anlatayım da dinleyin. Bu deli kız, Kaya ailesi ile Soylu ailesini dostluklarının yanı sıra akraba da yapmak kararı almış kendi kendine! Ve, bu kararını iki aileyi bir araya getirerek, her iki tarafa da tebliğ etti…”



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın aşk ve romantizm kümesinde bulunan diğer yazıları...
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/40)
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/37)
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/10. (1. Bölüm Sonu)
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/36. )
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/39)
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/35. )
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/38)
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/34. )
Mevsim Gülbahar - (2. Bölüm/32. )
Mevsim Gülbahar (2. Bölüm/7. )

Yazarın şiir ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bizim Köyün Ayıları
Paşazade... 2
Paşazade…1.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/3.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/1.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/9.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/4.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/2.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/8.
Mevsim Gülbahar - 1. Bölüm/6.

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Part - Time Sevişmeler [Şiir]
Bir "Hiçbir Şey" Olmak [Şiir]
Deliler Bayramı [Şiir]
Nazlı Nazlı Karılar... [Şiir]
Gülbahar'ım; Can Çiçeğim! [Şiir]
İkimiz İçin [Şiir]
Hayatım [Şiir]
Halepçe [Şiir]
Senden Önce, Sensiz [Şiir]
Çapkın Kız... [Şiir]


Kemal Yavuz Paracıkoğlu kimdir?

Okur yazar, okuduğunu anlar, yazdığı okunur, emekli büro memurluğundan devşirerek, kendi kendine oldu yazar. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Hiç kimseden etkilenmemiştir, kendine özgü bir yazı dili kullanır...


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.