"İçtenlik bütün dehanın kaynağıdır." -Boerne |
|
||||||||||
|
21/04/2014 77. Sayfaya geldim kitapta beğenmediğim bir hava var, ne olduğunu bulmaya çalışıyordum. Sonunda buldum. Hep bilgi verir havada ilerliyor roman. Yazar vermek istediği bilgileri anlattığı öyküye karıştırmamış. Düpedüz vermiş. Sanat bunun neresinde. Bir örnek; “Güneşin batmasıyla birlikte sanki insanlar bu anı bekliyorlarmış gibi evlerinden, işyerlerinden, okullarından sökün eder, tarihi cadde (Beyoğlu M.M.) bir bayram, bir şenlik, insanların kendilerini göstermek için yanıp tutuştuğu bir podyuma dönerdi.” Şimdi bu cümleyi şöyle de yazabilir miyiz? “Güneşin batmasıyla birlikte, işlerinden, evlerinden, okullarından sökün eden insanların, kendilerini göstermek için yanıp tutuştuğu bir podyuma dönen tarihi caddeden Nihat’ın ofisine doğru gidiyordum.” Basit bir üslup farkı gibi görünüyor, ancak kitabın başından beri buna benzer cümleler okuyucuya yazarın bilgiçlik tasladığı izlenimi veriyor. Anlatılanlar insanı sarıp sarmalamıyor. Benöyküsel bir anlatım olmasına rağmen, üçüncü kişi ya da tanrı yazar anlatıyormuş üslubunda ilerliyor roman. 23/04/2014 Bir başka küçük ayrıntı dikkatimi çekti; Beyoğlu’ndaki her cadde her sokak adı, hatta dükkanların isimleri tam olarak metne girdiği halde 96. Sayfada “Tarlabaşı’naaçılan uzun boylu Balo sokak ile güdük Solakzade sokak arasına sıkışmış binalardan oluşan bir adacıkta, caddeye bakan bilmem hangi İtalyan mimarın yaptığı yüz küsur yıllık görkemli bir apartmanın ikinci katındaydı…” diye başlayan bir bölüm var. Anlatıcı, öykünün başkişilerinden biri olan Selim Mimarlık mezunu. Romanda birçok bina mimarının adıyla betimlenmiş. (Sadece Mimarının adı, hangi sokakta olduğu ve şu anda içinde ne yapıldığı anlatılıyor buna ne kadar betimleme denilebilir o da ayrı konu. M.M.) Madem her şeyi o kadar biliyorsun, o binanın da mimarını araştırıp öğrenseydin diye sorulmaz mı? 24/04/2014 145. sayfaya gelebildim. Gerçekten sıkıcı gitmiyor. Sürükleyici değil. Sıkılarak Beyoğlu’nda geziyoruz. Polisiye roman sürükleyici olmalı değil mi? Bu değil. Hadi diyelim kurgu gereği olaylar yapılandırılıyor, çeşitli bilgiler veriliyor. Ancak üslup çok rahatsız edici, Selim kendi ailesini bile anlatırken, tanrı yazar gibi anlatıyor, benöyküsel anlatımda. Bir de; S142 “…İnancı Allah ile kul arasında yapılan bir ahit olarak görürsek, başta babam olmak üzere ikimizde ticari ahlakın dışına çıkmıştık. (Ne kötü bir eğretileme M.M.) Allah’a inandığımızı söylediğimiz halde, hatta gerektiğinde hiç çekinmeden yardımını dilediğimiz halde ahitte üzerimize düşenleri yerine getirmemiştik. Ancak yaşlanınca yükümlülüklerimizi yerine getirebileceğimizi düşünmüştük. Bu da Allah’a duyduğumuz inançtan çok, artık ölümümüz yaklaştığı için cennette kendimize sağlam bir yer kapmak içindi. (iki kere için var M.M.) Ama, olaya değişik açıdan bakacak olursak… Tövbe tövbe, bu olayda Yaratıcı’nın da payı vardı; insanoğlunun kusurlu olmasına izin vermişti. Hadi diyelim, yetenekleri sınırlıydı ve mükemmel bir kul yaratamamıştı, ama bağışlayıcı olmaya ne gerek vardı? Kendi yarattığı insanı tanımıyor muydu? Bizlere zekâyı ve alçaklığı veren kendisi değil miydi? Bu iki nitelik birleştiğinde, korkunç bir gücün ortaya çıkacağını bilmiyor muydu? İnsanoğlunun yaşamı boyunca keyfi günahlar işleyip ahdini bozduktan sonra, ömrünün son günlerinde, kurnaz bir tüccar gibi kendisine yaltaklanıp af dileyeceğini düşünmemiş olabilir miydi? Belki de insanoğlunun bu basitliği hoşuna gidiyordu. Belki böylece kendi gücünün farkına varıyordu. Yaratıcı’nın buna ihtiyacı var mıydı? Belki de bizim küçük kurnazlıklarımıza bakıp gülüyordu. İnsanoğluna eğlence, şaka duygusunu veren o olduğuna göre, ondan daha muzip, ondan daha esprili başka biri olabilir miydi? Sorularımın yanıtlarını bilmiyordum. Belki şu anda camide ezan okumakta olan müezzine sorsam, bana doyurucu yanıtlar verebilirdi, fakat ne ruh halim ne de dış görünüşüm buna izin veriyordu.” Şu uzunca paragrafta yazar kendince felsefe yapmaya çalışmış, belli mesajlar vermeye çalışmış. Ama tamamen beylik cümlelere başvurmaktan kurtulamamış. Müezzine sorup doyurucu yanıt alacağını umduğu sorular, zaten birçok insanın soruları, bu sorulara doyurucu yanıtı herhangi bir müezzin verebilir mi? 26/04/2014 Roman yarısına yaklaştı ve biraz tempo kazandı. Polisiye kimliğine büründü. Bu kadar geç kalmalı mıydı? Hayır. Peki yarıdan sonrası nasıldı? Yarıya gelene kadar çekilen çilelere değer miydi? Maalesef yine hayır. Final güzeldi. Beklenmedikti, ama tüm romanı kurtarmaya yetmiyor. Bir öyküde iyi bir son tüm öyküyü kurtarabilir. Ya da tam tersi kötü bir son tüm öyküyü mahvedebilir. Ama roman geniş oylumlu bir yazın türü olduğundan Sadece iyi bir son yeterli olmaz hiçbir zaman. Tekrar Beyoğlu Rapsodisine dönecek olursak; Katya’nın eski kocası Sermet ile yaşadıklarını anlattığı bölüm, başlı başına bir roman yazılabilecek kadar ilginç. Bence Ahmet Ümit bu öyküden güzel bir roman çıkarabilir, polisiye olması da şart değil.Romandaki karakterlere şöyle bir bakalım. Öncelikle hiç biri için tam doğal karakter, tıpa tıp uymuş denilebilecek kimse yok. Her birinde eksik bir şeyler hissediliyor, bir yapaylık, bir zorlama sonucu oluşturulmuşlar hissi veriyor. Özellikle anlatıcı kendi (Selim) kendi karakterini bir türlü oturtamamış, romanın ortalarında bile karakter tahliline devam ediyor. Aslında daha önce söylediğim gibi, tüm bunlar anlatının içine ağdırılmalı. Kenan ve Nihat hayata daha yakın, daha doğal tipler. Kısmen de olsa sağda solda görülebilecek, falanca arkadaşım Kenan’a benziyor,Nihat’a benziyor denilebilecek kişiler. Anlatıcının karısı Gülriz hiç gerçekçi değil. Katya tipi de gerçeğe yakın olmakla birlikte pek inandırıcı olmadığı gibi bu romanda ne aradığı da sorulabilir. Belki de yazarın vermek istediği mesajlarda kullandığı bir tip olarak düşünülebilir. Mesaj dedim de; Ahmet Ümit çok fazla mesaj verme kaygısı taşıyor. Bu durum yapıtın har yanını sarmış. Mesaj kaygısını çok iyi anlıyorum. Ülkemizde düzeltilmesi gereken o kadar çok yanlış var ki, bunları elbette sanatçılarımız eserlerinde işlemeli, topluma yön göstermeli, ancak bu durum anlatılan öyküyle okuyucuya belli edilmeli. Onun gözüne gözüne sokarsanız, yaptığınız sanata pek benzemediği gibi, sürekli öğüt veren istenmeyen kişi durumuna da düşersiniz. *Beyoğlu Rapsodisi- Ahmet Ümit Doğan Kitap 22. Baskı Aralık 2007
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mustafa Mert, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |