Cumhuriyet fikir serbestliği taraftarıdır. Samimi ve meşru olmak şartıyla her fikre saygı duyarız. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Dost deyince ne anlıyoruz? Çoğumuz dost ve arkadaşı aynı anlamda kullanırız. Birbirine çok yakın bu iki kelime arasında önemli bir fark vardır. Önce sözlük anlamlarına bakalım: TDK Büyük Türkçe Sözlüğüne göre dost: ‘Sevilen, güvenilen, yakın arkadaş, gönüldaş, iyi anlaşılan kimse, düşman karşıtı.’ Arkadaş: ‘ Birbirlerine karşı sevgi ve anlayış gösteren kimselerden her biri, bacanak, eş, yâren, yoldaş.’ olarak tanımlanır. Aradaki başlıca fark ‘güven’ olgusudur. Hepimizin; iş, okul, askerlik, mahalle arkadaşları vardır. Birçok arkadaşımız olmasına rağmen, dost kabul ettiklerimiz çok daha azdır. Kişiye göre değişmekle beraber, bu sayı, bir elin parmaklarını geçmez sanırım. Dostluğun özelliklerine geçmeden önce, neden dosta ihtiyaç duyarız sorusunu irdelemek yerinde olacaktır sanırım. Evet! Neden Dostumuz olmalıdır? Dostsuz bir yaşam mümkün değil midir? Yukarıda, dostu arkadaştan ayıran en önemli özelliğinin ‘güven’ olduğunu ifade etmiştik. Her bakımdan güven duyabileceğimiz bir kişidir dostumuz. Hangi açılardan güven duyulmalıdır? diye sorarsak; cevabı: “ Her açıdan!” olur sanırım. Yani başımız sıkıştığında, bizim yardımımıza koşacak bir tür sigortadır dostumuz. Bunaldığımız zaman bizi dinleyecek bir psikolog’ tur dostumuz… Şimdi içinizden ‘doğru’ dediğinizi duyar gibiyim. Hoşça vakit geçirebileceğim birçok arkadaşımız vardır, ama zor durumda başvurabileceğim çok az sayıda dosta sahibizdir. Tam bir bencillik ve çıkar hesabı kokmaz mı bu tür bir anlayış? Bu kabulümüzle, o kişileri, bir tür banka, bir sigorta acentesı, bir tıp mensubu… yerine koymuş olmuyor muyuz? Aslında, dostumuz denilen kişiler için aşağılayıcı hususlar değil midir tüm bunlar? Eğer yukarıda örnek verdiğimiz maddelere gereksinim duymazsak, dosta da gereksinimimiz olmaz demek değil midir? İtiraz etmeden önce, objektif olarak düşünüm lütfen! Bizleri en çok yaralayan, dost kabul ettiklerimiz değil midir? Şimdi hemen, ama onlar gerçek dost değil denilecektir. Gerçek dostlarımızı nasıl belirleriz? Kimin gerçek dost olduğunu nasıl anlarız? Anlayamayız! Evet! Asla anlayamayız. Çünkü gerçek dost diye biri yoktur. Zihnimizde yarattığımız bir olgudur sadece. Bizler bu dünyaya gelişigüzel fırlatılıp atılmış birer canlı örnekleriyiz. İsteğimiz dışında geldik. Kimse bize sormadı, bu dünyada yaşamak istiyor musun diye? Yapayalnızız, korku içerisindeyiz. Kendimizi güvende hissedebileceğimiz bir ortama gereksinim duyarız. İlâhi güç, bir nebze olsun bu ihtiyacımızı karşılar gibi görünse de, bizler daha somut güçler arar dururuz. İlâhi güç, sanal bir limandır zihnimiz için. Bu dünyada somut, elle tutulur bir güç olmalıdır yanı başımızda. İşte bu güç, gerçek dost dediğimiz kişidir/kişilerdir. Aslında zihnimizin yarattığı sanal bir güven duygusudur bu da. Boşlukta asılı gibiyizdir. Aynı uçak yolculuğuna benzer. Uçakta huzursuzdur. Ne kadar belli etmemeye çalışırsak çalışalım, bu huzursuzluk içimizi kemirir durur. Bu hâlimiz, uçak yere ininceye kadar devam eder. Yere indiğimiz an rahatlarız. Artık havada asılı değilizdir, ayaklarımız sağlam bir yere basmaktadır. Bilinçaltımız artık güvende olduğumuzu fısıldar. İşte! Bu dünya yaşamımız da aynı uçak yolculuğu gibidir. Doğumdan ölüme kadar süren bu yolculuk boyunca içimiz hiç rahat değildir: Güvende hissetmez kendini. Güveneceği, tutunacağı somut bir dal arayışı içindedir. Bir anlamda gerçek dost edinmek zorundayızdır. Zorla güzellik olmaz derlerse de biz oldurmaya çalışırız. İnsanları karpuz seçer gibi seçmeye başlarız. Seçim kriterimiz de şudur: “Her şart ve durumda, maddi ve manevi olarak benim yanımda olsun!” Seçimlerimizin büyük bir çoğunluğu doğru sonuç vermez. Deneme yanılma yöntemi devrededir sürekli. Bu süreç ölünceye kadar devam eder gider. Ölümün kıyısında, bu çabamızın boşuna olduğunu anlarız. Dünyaya tek olarak geldiğimiz ve tek olarak da gideceğimiz durumu, somut bir gerçeklik olarak durur karşımızda. Daha önce bu fikri, duyardık, okurduk, söylerdik, ama yürekten inanmazdık bir türlü. Eşimiz, çocuklarımız, gerçek dostlarımız, malımız, mülkümüz… bizim can simitlerimizdi. Onlara sıkı sıkı sarılmamız, bizi sanki o dönülmez noktaya ulaşmamızı engelleyecekti / geciktirecekti. Julian Barnes isimli düşünür ne güzel ifade ediyordu bu hâlimizi: “Ölmemiz gerektiğini biliyoruz, ama ölümsüz olduğumuzu düşünüyoruz.” Sürekli başkalarının ölümüne şahit oluyorduk. Dostlarımız bizim hayat yolculuğumuzda sadece refakatçi rolünü üstlenirler: Aynı hastane de yatarken gibi. Refakatçi, hastanede bizim her türlü işlerimizi takip eder, bizim hoşça vakit geçirmemizi sağlar o kadar. Ameliyathanenin kapısında bu işlevi sona erer. Bu durumda gerçek dost dediklerimizi, bizim bir hizmetlimiz konumuna sokmuş olmuyor muyuz? Ama olaya asla bu yönden bakmamaya çalışırız. Gerçek dostluk budur der dururuz. Çıkar hesabı burada da devreye girmiş gibi görünmüyor mu? Evet! Dostlarımızı seçeriz seçmesine, ama çoğu kez yanılırız. Bir Hint atasözü şöyle der: “ Dostluk mantar yemeği gibidir. Zehirli veya zehirsiz olup olmadığı ancak yendikten sonra belli olur. “ Gerçekten de öyle değil midir? Gerçek dostu bulduğumuzu zannederiz, ama en büyük darbeyi de bu dostlarımızdan alırız. Çünkü bize ait tüm bilgileri bu gerçek dostumuza sunmuşuzdur. Artık tüm kozlar onun elindedir. İstediği an ‘şah ve mat’ diyebilir. Sadece zamanlama meselesidir. Zamanının geldiğini hissettiği an, asla çekinmez; tüm gücüyle yüklenir. En büyük ihanetlerin, gerçek dostlar tarafından gerçekleştirildiğini, tarih bize defalarca gösterir. Voltaire’de bunu ne kadar güzel ifade ediyor: “ Tanrım beni gerçek dostlarıma karşı koru, kendimi düşmanlarıma karşı korurum.” Bu tarz düşünen düşünürlerden biri olan E. Hubbert bu hususu daha veciz bir şekilde ifade ediyor: “Düşmanın yoksa, dost bakımından da aynı durumda olmalısınız.” Bizler, zor durumda yanımızda olmasını istediğimiz kişileri ‘ gerçek dost’ olarak nitelendiririz. Aslında gerçek dostlar, bizim başarılarımızla sevinen, bizim sevinçlerimizle coşan, hoş anlarımızı bizimle birlikte kutlayan, bu sırada asla ‘kıskançlık’ hissetmeyen kişilerdir. Paulo Coelho bu konuya şu muhteşem cümleleriyle yaklaşıyor: “ İyi şeyler olduğunda bizimle birlikte olanlar gerçek dostlarımızdır. Bizimle birlikte seviniyor ve kazandığımız zaferlerle mutlu oluyorlar. Yanlış dostlar sadece zor zamanlarda, üzgün, destekleyici yüzleriyle ortaya çıkıyorlar; aslında bizim acılarımız, onların mutsuz yaşamlarında bir anlamda teselli görevi görüyor.” Oscar Wild’ de aynı şeyleri söylüyor: “Dostun üzüntüsüne acı duyabilirsin. Bu kolaydır, ama dostun başarısına sempati duyabilmek sağlam bir karakter gerektirir.” Dostlarımızın üzüntüsüne katılır gibi görünürüz. Sadece yüzeyseldir bu görüntü. Yüreğimiz içten içe sevinir. Maskemizi kullanırız; ne de olsa gerçek dost değil miyiz? Maddi veya manevi yardımımızı esirgemeyiz; aslında göstermeliktir hepsi. Bu yardımları yaparken veya yaptıktan sonra, bize borçlu olduğunu düşünmeden edemeyiz. Muhasebe defterimizin gelir-gider hanesine işleriz. Çoğu kez bilinçsizcedir bu yaptığımız, otomatiktir. Bilinç yüzeyine gelince utanırız bazen. Ama elimizde değildir ki! Öyle veya böyle borç hanesini yüreğimizin bir köşesinde muhafaza ederiz. Oscar Wild’ın dediği gibi: Dostun üzüntüsüne katlanmak kolaydır. Asıl onun başarısına katlanmak zordur.” Kıskançlık içimizi kemirir de kemirir. Kendimizi kandırmanın hiçbir âlemi yok. İnsanoğlunun inanmak istediği şeyi, gerçek kabul etme gibi bir eğilimi vardır. Sağlam karakterli gerçek dostlar bulmak olanaksız gibidir. Bu nedenle ‘gerçek dost’, gerçekte yoktur. Sadece refakatçılar vardır yaşamımızda. Bu gerçeği kabullenirsek, hayal kırıklıkları yaşamamış oluruz. Arkadaşlarımız, dostlarımız olsun, ama tüm benliğimizle bağlanmayalım onlara. Dosta sahip olma istememizin altında yatan ana neden, ihtiyaç duyduğumuz an, bu kişilerden yararlanabilme imkânı olmasıdır. Şu veya bu konuda başımız sıkıştığı an, dostlarımızdan yardım görebileceğimiz fikri bize rahatlık sağlar. Ancak unuttuğumuz çok önemli bir husus vardır: O hususta özgürlüğümüzü kaybetmiş olduğumuzdur. Evet! Özgür değilizdir artık. Dostumuza o konuda borçluyuzdur. Bu borç bizi sürekli rahatsız eder durur. Dostumuzu her gördüğümüzde, adını her duyduğumuzda bu borç aklımıza takılır. Eski defterler gün yüzüne çıkarılır zihin tarafından. Aynı durum dostumuz için de geçerlidir. Dostumuz yaptığı yardımı asla unutmaz. Belli etmez ama, bir geri dönüş beklemektedir. Asla gündeme getirilmez, ama karşılığını beklemekten de kendini alıkoyamaz. “Büyük armağan veren, büyük armağan umar.” der bir düşünür. Yardım aslında hiç tanımadığımız kişilere veya kurumlara yapıldığı zaman gerçek yardım demektir. Ne yardım alan, ne yardım eden birbirlerini tanımazlar ve de asla bir beklenti içerisine girmezler. Geri dönüş asla aklımıza bile gelmez. Bu sözlerimin kolay kolay kabul görmeyeceğinin farkındayım. Aksi durumda tüm düşünce sistemimizi değiştirmek zorunda kalacağız. Kolay değildir! Hoşlanılmaz bu durumdan. İnsanlar aynı düşüncede olduklarını görünce mutluluk duyuyorlar ve bununla da övünüyorlar. Ancak aralarına kendi düşünce sistemlerine uymayan biri çıkıp, farklı bir yaklaşım tarzı sergilediği zaman, hemen tepki veriyorlar. Daha da kötüsü, o kişiyi zihinlerinde infaz ediyorlar. Ama infaz etmeden önce, salim kafayla, objektif düşünmeye çalışmak, aklı ile övünen insanlığın, aklına hürmet göstermesi demek değil midir? En büyük yaraların dostlarımızdan kaynaklandığını unutmamalıyız. Bu nedenle gün olur lâzım olur diye, kişileri seçip onları gerçek dost olarak tanımlamak ne kadar doğrudur? Bu, bir anlamda dostlarımızı yeri geldiğinde kullanılmak üzere bekletmek demek değil midir? Bencillik, hırs, kıskançlık, insanoğlunun doğasında vardır. Bunlar davranışlara dönüşmese bile, zihnimizden geçmesi dahi yeterlidir. İnsanoğlunun doğasına aykırı davranmasını bekleme gafletine düşüyoruz. Ne kadar safdillik! Olmayacak duaya âmin demek değil midir bu tutumumuz? Yazımıza Voltaire’nin veciz bir cümlesiyle bitirmek istiyorum: “Üç gerçek dost vardır: Yaşlı bir eş, yaşlı bir köpek ve hazır para.” .
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © sedat Yalçın, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |