Sanat doğaya eklenmiş insandır. -Bacon |
|
||||||||||
|
Soğuk rüzgarların yerini ılık meltemlere bıraktığı günlerden biriydi. Gökyüzü hala serin maviydi. Çatalkaya Dağları’nın zirvelerinde ak bulutların kırkikindi yağmurlarına hazırlandığı bir öğle sonrasıydı. Öğle yemeğinde annesindeydi. Her hafta hiç aksatmadan annesine gider kendisi için özene bezene hazırlıdığı yemeklerden yerdi. Bamya, barbunya, tavuklu pilav, cacık ve kayısı kompostosuydu o günkü ziyafet.. Sofradan kalktı, banyoya girdi. Elini yüzünü yıkadı. Sonra musluğu kapattı. Ellerini sarı çiçekli lacivert havlu ile kurularken banyodan annesine seslendi: “ Anacım bu musluk iyi kapanmıyor. Hala su damlıyor, sinir oluyorum. Varsa bir İngiliz anahtarı halledivereyim şunu. Senin yaptıracağın yok anlaşılan..” “ Yok evladım bir ara yaptırırsın ya da ben hallettiririm bir usta çağırıp. Büyütme bu kadar, zaten işin başından aşkın, yorma böyle şeylere kafanı..” “ Peki anacım, nasıl istersen.. Bir isteğin var mı, ben çıkıyorum..” “ Canının sağlığı yavrum.. Sık sık gelip beni ziyaret ediyorsun.. Senden başka ne isteyebilirim? Bundan güzel armağan olur mu bir anne için? Haydi yolun açık olsun..” Evden çıktı, makam aracını çağırdı, makamına gidecekti, sonra vazgeçti.. Şoförüne, “ Burhan beni Havuzlu Kahve’ye götür, oradan belediyeye git. Çağırdığım zaman gelirsin” dedi... Kahvehanenin açık kısmına, okaliptus ve dut ağaçlarının gölgesine oturdu.. Tıpkı gençliğindeki gibi yalnızbaşına kalmak, saatlerce, saatlerce düşünmek istiyordu. * * * * Küçüktü, ilkokul birinci sınıfta olduğunu hatırlıyordu. Küçükyalı’da daha önce Rum ailelerin oturduğu söylenen dört katlı bir taş binanın zemin katında yaşıyorlardı. Yaz mevsimi gelince, terzilik yapan babasının işlerinden fırsat bulduğu ve arkadaşlarıyla buluşmadığı Pazar günleri önce troleybüs ile Üçkuyular’a kadar- O zamanlar adı Kennedy Meydanı idi- oradaki çınarın altından her saat başı hareket eden lacivert renkli, motoru gürültülü Amerikan eskisi burunsuz otobüsle İnciraltı’na giderlerdi. Yavuz’un ilkokulda olduğu yıllarda İzmir, Üçkuyular Meydanı’nda biterdi. Şimdi başkanlık yaptığı ilçe belki bir köy kadardı kentin birkaç kilometre ötesinde. Cumartesi-Pazar günleri bütün zeytin ve badem ağaçlarının altları piknikçilerle dolu olurdu. İnciraltı ise İzmir’e uzak bir sayfiye yeriydi. Yolcularla tıkabasa dolu- çoğunun elinde içi köfteler, sarmalar ve dolmalar olan torbalar ve çantalar bulunurdu- otobüsün seferi saatlerce sürüyormuş gibi gelirdi Yavuz’a.. “ Oysa şimdi otomobille 10 dakika sürüyor” diye geçirdi içinden.. İlçeyi geçtikten az sonra iki yanında okaliptüs ağaçlarının sıralandığı, otobüsün sarsıla sarsıla ilerlediği bozuk asfalt yoldan İnciraltı’na ulaşılırdı. Burada hem 20-30 yaşındaki okaliptüslerin gölgesindeki salaş kır kahvelerinde çay içip sohbet etme, hem deniz kenarındaki tahta iskelelerin üzerine kurulu gazinolarda yemek yeme, hem de denize girme ve plajlarda güneşlenme imkanı vardı. İzmirlinin bir kısmı buraya otobüsle gelirse bir kısmını da gün boyunca vapurlar taşırdı. “ Havuzlu Kahve” o yıllardan kalmıştı Yavuz Bey’in aklında.. Önünde zakkumların sıralandığı kahvenin yola bakan kısmında, “Yeşil çuha” örtülü tahta masalardan birini oturmuş, yoldan gelip geçenleri,, “Nasılsınız başkanım” diye hal-hatır soranları selamlarken hatırlamıştı çocukluğunu. Dikileli 50 yılı geçmiş dev okaliptüslerin gölgesine sığınmış dükkanlar vardı karşıda.. Süt kuzu kokoreç, ekmek fırını-taş fırın dediklerinden- Tekel büfesi ve yanında deniz balık lokantası, küçük bir otopark.. Yalnızca ağaçlar kalmıştı değişmeyen- bir kısmı, yaşlı ve sağlıksız olsa bile- hala ayaktaydılar, gölgeleri hala serindi. Ve İnciraltı’na en büyük özelliğini veren okaliptüs yaprağı, iyot ve taze balık kokusu.. Hiç değişmemişti. Lacivert renkli o eski otobüs tarih olmuştu. Şimdi otobüsler, minibüsler, taksiler, özel otomobiller vızır vızır gidip geliyordu.. * * * * Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlüydü, kravatını gevşetmişti, yaz tatili yakındı çünkü, gömleğinin yarısı pantolonundan taşmış sarkıyordu. Saatlerdir beklediği liseli sevgilisini görünce heyecanlandı. Havuzlu kahvede oturduğu masadan doğruldu, ayağa kalktı. İleriye doğru mahcup, utangaç birkaç adım attı. Yüzü kızardı hafiften- Havuzlu Kahve”nin bütün müşterilerinin o anda kendilerini izlediğini sanıyordu- Genç kız ise yüzünü kaldırmaya, ileriye bakmaya fazla cesaret edemeden, sanki kaybettiği küpesini arıyormuş gibi yere baka baka ilerledi, gencin yanına geldi, tokalaştılar, dilikanlı genç kızı iki yanağından öptü. Yeşil renkli bir örtüyle örtülü masada karşılıklı oturdular. “ Nasılsın, özledim seni, görmediğim her dakika özlüyorum.” “ Ben de seni..” “ Nasıl olacak böyle?. Haftada bir görüşebiliyoruz ancak, ben her an birlikte olalım istiyorum.” “ Olmuyor işte.. Okuyoruz ikimiz de.. Sen kentin bir ucunda ben diğer ucunda. Annemler de sıkı tutuyor. Eve onbeş dakika geç kalsam hesap soruyorlar. Daha iki yılım var liseyi bitirmeme. Üniversiteye başlayınca birlikte daha çok zaman ayıracağız birbirimize biliyorsun. Sevgimiz hiç eksilmesin yeter. Nasıl olsa daha çok yılımız var önümüzde. Bana güven..” “ Reyhan, ne içersin?” dedi delikanlı. “ Meyve suyu olabilir mi?” dedi kız.. Garsona seslendi: “ Bize bir çay ve bir meyve suyu.. Kayısı varsa daha iyi olur..” Aynı anda düşündü. Cebindeki, babasından güçlükle aldığı, düşmesin diye ikide bir kontrol ettiği para yalnızca dört çaya yeterdi ama sevgilisinin meyve suyu isteyebileceğini hiç tahmin etmemişti delikanlı. Bir elini avucunun içinde tuttuğu kızla sohbet ederken, bir yandan hesabı ödeyeceği sırada sevgilisine karşı düşebileceği durumu tahmin etmeye çalışıyordu. Delikanlı genç kıza başka bir şey içip içmeyeceğini sormadı. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadılar sohbet ederken. Sonra, bir ara genç kız: “ Yavuz ben artık gideyim. Okulu ekmiştim zaten. Çok geç oldu. Evden merak etmeye başlarlar” dedi. “ Otobüse de yalnız gitsem iyi olacak” diyerek sevgilisinin birlikte gitme teklifini de kibarca reddetti. Delikanlı, yanaklarında usulca öptü yine, uğurladı genç kızı. Kahvenin az ilerisindeki duraktan otobüse bininceye kadar izledi.. Masaya döndü, garsona seslendi, hesabı istedi içi titreyerek. Korktuğu başına gelmedi. Cebindeki para yetmişti çay ile meyve suyunun bedeline.. Rahatladı, çıktı kahvehaneden bir sonraki otobüse bindi evine gitmek üzere.. Yavuz’du o delikanlı.. * * * * Belediyenin ilk damperli kamyonlarının teslim töreni bir bayram coşkusu içinde yapılmıştı. Şimdiye kadar fen işleri hizmetlerinin büyük belediyenin geçici olarak verdiği eski kamyonlarla yapıldığı ilçede iki yeni kamyonun hizmete girecek olması böyle törenlerin nadiren yaşandığı belediyede uzun zaman konuşalacak kadar önemli bir olaydı. Hizmet binası yeniden inşa edildiği için hizmetin geçici olarak prefabrik barakalarda sürdürüldüğü belediyede tören için hazırlıklar bir hafta önceden başlamıştı. Belediyenin bahçesi Türk bayrakları ve flamalarla süslenmiş, her yer yıkanıp temizlenmiş, seradan büyük saksılarda çiçekler getirilmiş, konukların oturması için sandalyeler, protokol için ikramların konulacağı sehpalar yerleştirilmiş, bunların tam karşısına da başkanın konuşma yapacağı tahta kürsü özenle cilalanıp konulmuştu. Törenin yapılacağı gün sarı renkli damperli kamyonlar renkli kuşaklarla, balonlarla süslenmiş, önlerine de “Yenilendik, güçlendik” yazılı bez pankartlar asılmıştı. Törene yarım saat kala gelen son konuklar da sesi sonuna kadar açılmış kabinlerden bahçeye yayılan “Onuncu Yıl Marşı” eşliğinde kendilerine ayrılan yerlere oturunca Yavuz Bey, yanına çağırdığı özel kalem müdürüne talimatını verdi: “ Herkes hazırsa töreni başlatın..” Kamyonları üreten firmanın temsilcisi başarılarını gururla anlatırken, yapacağı konuşmanın notlarını kontrol eden Yavuz Bey, birkaç dakikalığına da olsa satırlar arasında kaybolup gitti. “ Kamyonlara bak.. Her türlü ayrıntı, her türlü konfor düşünülmüş.. Sürücü mahalli uçak kokpiti gibi, her şey sürücüler için.. Rahat, hızlı, güvenli, sağlam.. Yıllarca inşaatlara kum, tuğla, blok taşıdığın Thames Trader neydi öyle.. Az üzmedi beni gece karanlıklarında. tenha bozkır yollarında.. Ama onun sayesinde ayakta durduk ailecek, belimizi doğrulttuk. Ateş kırmızısıydı, pırıl pırıldı, bakımlıydı, güçlüydü, parmakla gösterilirdi. Eğer keyfi yerindeyse on ton kum atardım kasasına, bana mısın demezdi.. Yağı, suyu yerindeyse, ara sıra kaputunu açıp vidasını, somununu da sıkıyorsan eğer, hiç nankörlük etmezdi.. Kaç yıl kahrımı çekti de terk eden ben oldum. Kimbilir nerede, kimin elinde şimdi, belki de emekli etmişlerdir, bir demir-çelik fabrikasının haddehanesinde eriyip gitmiştir. Hey gidi Thames-Trader. İlk direksiyona geçtiğimde onyedi yaşındaydım. Yıllarca ehliyetsiz kullandım. Ehliyeti cebime koyduktan sonra da kamyonun sürücüsü olduğuma kimseyi inandıramadım. Belki de kısa boylu, ufak tefek biri olduğum için.. Trafik polisleri direksiyonda beni görse babamı sorardı. Hey gidi hey… Neler yaşıyor insan. Yıllarca kamyon sürücülüğü yap, kamyonu sat, gözlük dükkanı aç. Optik uzmanı ol.. Çarşıda esnaflık yap.. Politikaya bulaş.. Şimdi geldiğin yere bak. Yüz bin nüfuslu bir ilçenin belediye başkanısın.. Etrafında sana saygı gösteren, biraz da çekinen bir kalabalık, karşısında yepyeni iki kamyon.. Hayat sürprizlerle dolu..” “ Şimdi sayın başkanımızı konuşmasını yapmak üzere kürsüye arzediyorum efendim..” Çağrıyı duyunca sıyrıldı düşüncelerinden, konukları başıyla selamlayarak kürsüye yürüdü. Mikrofonu işaret parmağıyla bir-iki tıklatıp kontrol ettikten sonra günlerdir hazırlandığı konuşmasına başladı: “ Biliyorsunuz ben bu ilçede yaşayan vatandaşlarımızın yarısının oyunu alarak seçilmiş bir belediye başkanıyım. Benimle aynı dönemde seçilenlerin hiçbiri bu kadar çok oy almadı. Başarılı bir ekiple üç yıldır görev yapıyorum. Küçük bir ilçe olmamıza rağmen büyük projelere imza atıyoruz. Gelip geçen belediye başkanlarının kazma vurmaya cesaret edemediği ve ilçe ticaretinin kalbi sayılan ana caddemizi baştan sona değiştirmek de bize nasip oldu. Sabahtan akşama araç ve yaya trafiğinin hiç durmadığı bir caddeyi yıkıp yeniden yapmak o kadar kolay değil.. Yeni içme suyu ve kanalizasyon hattı döşeyeceksiniz, bütün elektrik ve telefon hatlarını yeraltına alacaksınız, sokaklarla bağlantısını sağlayacaksınız, kaldırımları yenibaştan düzenleyeceksiniz. Ve bütün bunları kısıtlı bütçenizle biraz da büyük belediyeden destek alarak yapacaksınız. Gecikme oluyormuş, olabilir… Benim de bu caddede işyerlerim var. Müşteri gelmiyorsa benim dükkanlarıma da gelmiyor, inşaatın bir an önce bitmesini ben de çok isterim. Tepkileri kimlerin körüklediğini çok iyi biliyorum. Biz mecliste de uyumlu bir ekiptik. Kararları birlikte alırdık. Parti değiştiren bazı meclis üyesi arkadaşlarım şimdi beni başarısızlıkla, beceriksizlikle suçluyorlar.. Altı ayda ne değişti de ben birdenbire başarısız bir insan haline geliverdim. Hiç önemsemiyorum bütün bunları.. Benim için önemli olan parti değiştiren meclis üyelerinin değil, halkın, esnafın, bu ilçede yaşayan emeklinin ne düşündüğüdür.. Bakın, mezbelelik durumdaki hizmet binasını yıktık, hızla yenisini yapıyoruz. Yakında bütün hizmet birimleri aynı binada toplanacak.. Fena mı olacak? İlçemizde spor salonu yoktu, modern bir salon kazandırıyoruz şimdi, inşaatı bitmek üzere.. Kültür merkezimizin altyapısı bitti. Yakında temel atacağız. Kültürevimiz hizmete girdi. Gece gündüz yaşayan bir mekan yarattık. Büyük bir eksiklikti.. İlçenin ortasında kalan temizlik işleri müdürlüğünü ilçenin dışına taşıdık. Artık oradan geçenler çöp kokusu yüzünden burunlarını mendille kapamıyor.. İlçemizi yeni baştan yaratıyoruz.. Burası termal tesisleri, hastanesi, kültür merkezleri, modern yapıları, festivalleri ve kaliteli belediye hizmetleriyle insanların yaşamaya can attığı bir kent köşesi haline gelecek. Bu kamyonları da halkımıza daha iyi hizmet verebilmek için satın aldık. Beni eleştirmeye devam etsinler, bu eleştiriler hizmet isteğimi daha da arttırıyor bilesiniz.. Hepinize teşekkür eder, saygılar sunarım…” İzmir Körfezi’ne Karaburun Dağları üzerinde kavuşarak veda eden güneş, geriye, pembe, eflatun ve mor renkli bulut kümecikleri bırakmıştı. Sahilin sessizliğini İzmir’e geleli birkaç gün olmuş kırlangıçların coşkulu şarkıları bozuyordu. Eğer zaman zaman gelip geçen gemilerin kıyıya gönderdiği dalgalar olmasa deniz çarşaf gibiydi. Karşı sahildeki köyde yanan birkaç ışık puslar arasında hayal gibiydi. “ Ne güzel bir gündü” diye iç geçirdi. İçmeyi unuttuğu çayını bir dikişte bitirdi. Mutfağa gitti, üzerinde Bodrum Kalesi’nin resmi olan seramik fincana ocakta demlenen çaydan doldurdu, içine üç şeker attı. Yeniden bahçeye çıktı, gün batımını seyre koyuldu. Ne zamandır yağmur yoktu. Güneyden kuzeye, Yamanlar Dağı’na doğru günlerdir ak bulutlar akıyor ama bir damla yağış düşmüyordu. “ Kenti yine kurak bir yaz mı bekliyor, yoksa bana mı öyle geliyor” diye düşündü. İlk yıldızlar gökyüzünde belirlemeye başladığında hafif bir esinti çıktı. Bahar meltemi gibiydi, yaban bitkilerinin insanı sarhoş eden kokularını dağlardan sahile taşıyordu. Akşam yemeğine oturduğunda gecenin karanlığı ile başbaşaydı artık. “ Gökyüzünde ne çok yıldız var. Karşı köyün ve bu sahildeki birkaç yazlığın bahçe aydınlatmaları olmasa kimbilir daha ne kadar yıldız olur. Kentin aydınlığı gökyüzünün büyüsünü yokediyor” dedi kendi kendine.. Kuzeybatıya baktı.. Karanlık denizde yakamozlar oynaşıyordu. Yüz metre öteden birbiri ardınca iki balıkçı teknesi geçtiler, “pat-pat” larıyla sessizliği yararak. Küçük rakı şişesini açtı, bardağına doldurdu, içine birkaç parça buz attı, bir yudum içti. Tabağındaki peynirden bir parça aldı- keyiflendi birden.. Ne güzel bir akşamdı.. Deniz, yıldızlar ve kendisiyle başbaşaydı.. “ Bahar meltemidir başımda esen” diye başladı, “Bir bahar akşamı rastladım size..”, “ Baharın gülleri açtı..” ile devam etti. Sesinin güzel olduğunu bilirdi, lisede öğrenciyken Türk Sanat Müziği kurslarına gitmişti. Arkadaşları,” Kulağın mükemmel, sende cevher var, yararlansana” derlerdi. “ Bahar bitti, güz bitti artık bülbül ötmüyor yare tel çekem dedim tel derdim iletmiyor..” Bahar ne hoştu, ılık ılıktı, gençleştiriyordu, her şeye rağmen mutlu hissediyordu kendini.. Bir ara saatine ne zamandır bakmadığını anımsadı. “Sekizi geçmiş saat, nerede kaldı bizim hanım, torununu görmeye oğluna gitmiş olmalı. Çok gecikti. İnsan bir haber vermez mi? Çok düşüncesiz oluyorlar bazen” dedi kendi kendine.. Yeniden içki koydu bardağına, kalktı dolaptan turşu alıp getirdi, koydu masaya. Karaburun taraflarına baktı, gökyüzünün zifiri karanlığını seyre koyuldu. İleride Urla açıklarında kırmızı ışıklı bir deniz feneri yanıyor, sönüyordu. O sırada kuzeybatıda yarım saat önce gördüğü yıldızları artık göremediğini fark etti. Bir komşusu geçiyordu bahçe kapısının önünden, selamladı: “ İyi akşamlar sayın başkan nasılsınız?” “ Sağol İsmailciğim, iyiyim, gel bir kadeh rakı iç..” “Yok başkanım, gideyim, evde misafirler bekliyor, geç kaldım, hoşçakalın. Başka bir akşam siz d e uygun olursanız eğer çok memnun olurum. Sohbet ederiz biraz. Ama bu akşam bağışlayın beni..” Tatlı esinti yavaş yavaş rüzgara dönüşüyordu, ağaçlardaki yaprakların hışırtısı artıyordu, ürperdi bir ara, odadan bir yelek alıp sırtına geçirdi, yeniden balkona çıktı, küçük dalgalar kırılıyor, beyaz köpükler sahile vuruyordu. Çalmaya başlayan cep telefonuna uzandığı sırada ilk şimşek çaktı karşı dağların üzerinde. Uzaktaydı, sesi duyulmadı. “ Alo, efendim..” “ Başkanım, ben Murat..” “ Evet, Murat dinliyorum..” “ Başkanım, ana caddede dükkanların önüne yaptığımız çiçekliklerin bir kısmını gece tahrip etmişler, kimin yaptığını bulamadık, ne emredersiniz?” “ Bir zabıta memuru görevlendirin, sabaha kadar dolaşsın cadde boyunca, hiç olmazsa geri kalanını kurtaralım..” “ Peki başkanım, iyi geceler..” “ Sana da iyi çalışmalar..” Zabıta müdürüydü arayan, görevinin başındaydı hala.. “Bitmiyor sorunlar bitmiyor. Biri bitse diğeri başlıyor” diye söylendi kendi kendine.. Yaranılmıyordu kimseye, yirmidört saat uyumasa, çalışsa yine de kimse memnun olmuyordu.. Bitişik evin bahçesinde asılı çamaşırlar uçuşuyordu.. Başka bir evde panjur kancasından kurtulmuş, pencereye çarpıp duruyordu. Rüzgar, dalgalar, uçuşan çamaşırlar, yerinden sökülecekmiş gibi sallanan ağaçlar, panjurun sesi, gecenin ürkütücülüğünü arttırıyordu. Yavuz Bey, kalktı içerideki televizyonu kapadı, yeniden balkona döndü, verandanın altına sığındı. Şimşekler sıklaştılar zamanla, parlaklıkları arttı, bütün denizi aydınlatan mavi, sarı ışık huzmelerine dönüştüler. Gürültüleri bulutlarda yankılanıyordu birkaç saniye içinde.. Öylesine aydınlanıyordu ki ortalık gökyüzündeki bütün bulutları seçebileceği kadar parlak oluyordu şimşeklerin ışığı.. Şimşekler ve yıldırımlar sıklaştıkça, rüzgar da şiddetini arttırdı, dalgalar giderek büyüyüp azgınlaştılar, deniz kabardıkça kabardı, uzaklarda yanıp sönen fenerin ışığı görünmez oldu. Karayelin en çok yarım saat sonra yağmurla birlikte fırtınaya dönüşeceğinden emindi Yavuz Bey.. Mart ayının sonralarına kadar zaman zaman şimşekler ve yıldırımlarla kuzeybatıdan yağmurlar gelir, soğuk rüzgarları da yanından eksik etmezdi. Bahçedeki söğüt ağacında yuva kuran saksağan, birkaç kez kanat çırptı o sıra, yerine iyice yerleşti, sessizliğe büründü yeniden.. Kadife kanatlı bir yarasa Yavuz Bey’e çarpacakmış gibi yaklaşıp uzaklaştı, karanlıklarda kayboldu. Başkan, masanın üzerindekileri içeriye taşıdı önlem olarak, yeniden balkona çıktı, yaklaşan fırtınayı seyre koyuldu. Bir uğultu geliyordu uzaklardan.. Gecenin karanlığında, rüzgarın, dalgaların, ağaçların sesinden çok farklıydı duyduğu uğultu. Kulak verdi, çözemedi.. Tozu toprağı havalandırarak ve hızla çoğalarak düşen ilk yağmur damlalarının sesi değildi bu.. Birkaç dakika sonra yağmur ve her biri fındık büyüklüğündeki dolu sağanağı başladığı zaman anladı bu gürültünün ne olduğunu.. Bahçe kapısını bile göremez hale geldi bir an.. İçinden, “ Böylesi fırtınaları sinemada görürdüm, film hilesi sanırdım, gerçek de oluyormuş.” dedi. Her tarafı sular kapladı göz açıp kapayıncaya kadar.. Çatalkaya Dağları’ndaki vadilerde toplanan yağmur sularını İzmir Körfezi’ne taşıyan dereler geldi aklına, ne durumdaydı, ya sel geldiyse, cep telefonundan fen işleri müdürünü aradı: “ Recep nasılsın? İlçede durum nasıl?..” “ Dereler yükseldi başkanım ama henüz tehlike yok. İzliyoruz şimdilik. Yolların çoğu trafiğe açık. Yalnız birkaç yerde ağaçlar devrilmiş, ekipleri gönderdik. Otoyolun altındaki geçitlerde problem yaşıyoruz sadece. Elli santimetreyi geçti suyun yüksekliği, bir süre sonra kapanabilir.. Emirlerinizi bekliyoruz..” Huzursuzdu.. Eşini hatırladı, bu havada dönemezdi eve. Aradı: “ Nevin, ben böyle bir afat yaşamadım. İçim hiç rahat değil. Çıkacağım, bakalım bizimkiler ne yapıyor, dereler taşarsa işimiz çok zor, yüzlerce ev sular altında kalır. Sen oradan kıpırdama.. Eve dönüşte seni alırım, beraber döneriz.” Kapşonlu naylon yağmurluğunu geçirdi sırtına, çizmelerini giydi. Otomobiline binmeden önce devrilen birkaç saksıyı düzeltti. Aradan bir saat geçmişti ama yağmur şiddetini hiç azaltmamıştı. Dere yatağına dönmüştü çevredeki bütün sokaklar. Farlarını yaktı, yıllardan beri hep aynı yollardan gelip gidiyor olmanın alışkanlığıyla ama ne ile karşılaşacağını bilmeden ilerledi ilçenin sokaklarında.. İlçeyi ikiye ayıran ana caddeye çıktığında şaşkına döndü Yavuz.. Trilyonlarca lira harcanan ve yeniden düzenleme çalışmaları bitmek üzere olan cadde dağdan inen Sarıpınar Deresi’nin getirdiği sel suları ile tanınmaz hale gelmişti. Asfalt parça parça sökülüp sürüklenmiş, kaldırımlardaki parke kaplamalar darmadağın olmuş, çiçeklikler, ağaçlar devrilmiş, sel sularının nereden getirdiği belli olmayan bir otomobil bankanın köşesindeki iri dut ağacına çarpıp ters dönmüştü. Suyun yüksekliği yarım metreyi geçiyordu. Gürültüyle akan sel önüne ne gelirse cadde boyunca aşağıdaki otoyola doğru taşıyordu. “Hiç sel yaşanmaz” denilen ilçenin kanalizasyon sistemi bu kadar çok suyu kaldıramamış şiddetli yağmura teslim olmuştu. En mükemmel altyapının bile böyle bir yağmura direnme şansı yoktu. Bir ayakkabı mağazasının yola kadar uzanan tentesinin altına sığındı şiddetini arttıran yağmurdan korunmak için.. Sel suları ve çamurla kaplanan bazı dükkanların sahipleri de koşup tentenin altına girdiler. İçlerinden biri- ayakkabıcı dükkanı vardı- ağlamaklı konuştu: “ Başkanım her şeyim gitti. Bütün sermayemizi kaybettik. Kırk yıldır bu çarşıdayım. Böyle felaket görmedim. Bu kadar su nerede birikti, nasıl böyle birdenbire boşanıp geldi anlamadım. Sanki vadideki baraj yıkıldı. Ne olacak bizim halimiz, bize kim sahip çıkacak? “ Merak etmeyin yanınızdayım” dedi Yavuz Bey, yatıştırmak için.. “ Ne yapılması gerekiyorsa birlikte yapacağız. Yaramızı hep beraber saracağız. Ben bu ilçenin belediye başkanıyım. Benim de gözlük dükkanlarım var. Benim işyerlerim de herhalde çamur içinde. Ben de sizin gibi mağdurum. Sıkmayın canınızı. Nasıl olsa bir çözüm yolu buluruz, gözyaşınızı dindiririz..” “ Peki, şimdi ben ne yapacağım” dedi içinden, düşündü, hala cadde boyunca köpürerek akan sel sularını seyrederken: “ Bu caddeyi adam etmek için ne kadar uğraştım. Bir Allah biliyor bir de ben.. İki yılımı harcadım burayı düzenlemek için. İki saat içinde ne hale geldi? Harcadığımız zaman, işçinin, mühendisin emeği, harcanan para, kullanılan malzeme yokoldu gitti. Şimdi sıfırdan başlamak ne zor.. İki sene daha uğraşmak.. Benim başkanlık sürem yeter mi buna.. Neleri göğüsledim ben bu proje için.. Esnafı ikna etmek bile bir yılımı aldı. Nuh dediler peygamber demediler.. Yeniden başlamak… Artık buna gücümün olup olmadığından bile emin değilim..” “ Hoşçakalın arkadaşlar, yarın görüşürüz, nasıl olsa şimdi yapacak bir şey yok, sabah olsun caddenin halini bir görelim” dedi, iyi geceler diledi, çizmelerinin içine dolan çamura ve sulara aldırmadan caddeden aşağıya doğru yürüdü. Muhalif partiden ilçe başkanının sahibi olduğu beyaz eşya mağazasının önünden geçerken kendisiyle bu cadde yüzünden nasıl tartıştıklarını anımsadı: “ Sayın başkan, çok gecikti bu inşaat.. Buraya uğradığınız bile yok. Hiç merak etmiyorsunuz. Çalışmaların nasıl ağır gittiğini görmüyor musunuz?” “ Benim bu yolun bir an önce bitmesini herkesten çok istediğimi bilmiyor musun? Bu caddede iki dükkanım olduğunu hatırlatırım. Böyle konuşmaktan vazgeç. Mağduriyet varsa ben de senin kadar mağdurum..” “ Ben bilmem başkan, esnaf hiç memnun değil bilesin! Elinizi çabuk tutun, ne yapacaksanız bir an önce yapın. Bu inşaat yüzünden müşteri gelmiyor artık, vatandaş düşüp bir yerini kırmasın diye, yağmur yağdığında çamur içinde kalmasın diye çarşıya girmiyor artık. Dükkanlar sinek avlıyor bu yüzden..” “ Şeref Bey, bu yol yenilendiğinde en çok kim kazançlı çıkacak? Siz.. Daha önce araçlar yüzünden insanların yürümekte zorlandığı bu caddeyi yaya ağırlıklı bir yol haline getiriyoruz. Bütün altyapı sistemi değişiyor. Yeni kanalizasyon ve içme suyu hattı döşeniyor. Bütün telefon ve elektrik hatları yeraltına alınıyor. Kaldırımlar genişletiliyor, dükkanların önleri çiçekliklerle süsleniyor. Vatandaş artık daha rahat yürüyebilecek, vitrinlere daha çok bakacak. Siz de daha çok kazanacaksınız. Anlayamıyorsunuz, sabredemiyorsunuz. Bir aylık gecikme oldu ama bunun sorumlusu ben değilim, sular idaresi.. Yıllarca kimsenin elini sürmek istemediği bir caddeyi yeni baştan yaratıyoruz, fena mı yapıyoruz? Başınıza devlet kuşu konuyor farkında değilsiniz.. Beni eleştirmeyin demiyorum ama yapılan güzel işlerin de hakkını verin.. Kasamızda para olmadığı halde ilçemiz için en iyisini yapmaya çalışıyoruz. Bize destek vermiyorsunuz, bari köstek olmayın!..” Yavuz Bey, şimdiye kadar kendi dükkanlarının ne halde olduğunu merak etmediğine şaşırdı. Çamurlara bata-çıka hızlandırdı adımlarını, ardından fen işleri müdürü Recep yetişti: “ Başkanım, başkanım. Otoyolun altından geçen büyük kanal tıkanmış, aşağıda su seviyesi giderek yükseliyor. Yarım saat sonra otoyolu aşabilir. Ne emredersiniz?” “ Gel birlikte gidip bakalım. Yardım isteyeceğiz gerekirse. Bizim iş makineleri ile beceremeyiz..” Caddenin girişine kadar ulaşamadılar, biriken sel suları bir yandan önünde bir bend gibi uzanan otoyolu zorluyor, bir yandan cadde boyunca yukarıya doğru, binaların zemin katlarına da dolarak gerisin geriye ilerliyordu. Manzarayı görünce, “ Büyükşehir’i, Karayolları’nı arayın” dedi Yavuz Bey.. Birkaç saat içinde büyük iş makineleri Sarıpınar Deresi’ni tıkayan molozları temizleyerek suyun denizle buluşmasını sağladı. Yağmur da giderek azaldığından tehlike atlatılmış sayılırdı. Bir süre sonra ilçenin üzerine bir kabus gibi çöken fırtınadan geriye birkaç parça bulut ile bol yıldızlı gökyüzü kalmıştı. Sabaha az vardı. Yavuz Bey, “Haydi arkadaşlar gidip yatalım, biraz uyuyalım. Sabah ola hayrola..” “ Başkanım Nevin Hanım evde mi” diye sordu fen işleri müdürü. Eşini aramayı unuttuğunu o an hatırladı. “Gidilmez bu saatten sonra” dedi kendi kendine. “Zaten uyumuşlardır, bir anlamı yok rahatsız etmenin. Eve gitmek en iyisi..” Evinin bulunduğu sahil kuzeybatıdan esen fırtınanın azgınlaştırdığı dalgalarla tanınmaz hale gelmişti. Sahile bitişik evlerin, süs bitkileri, çim ve ağaçlarla süslü bahçeleri, dalgaların taşıdığı tahta parçaları, plastikler, ağaç dalları, çöp ve çamurdan oluşan bir sel enkazı ile kaplanmıştı.. Ama şimdi insanın içini ürperten bir sakinlik vardı sahilde… Dizine kadar yükselen çamurda yürümekte zorlanarak girdi evine. Sade nescafe pişirdi kendine, balkona çıktı, denizi seyre koyuldu. Karşıda Karaburun Dağları seçilmeye başlamıştı yavaş yavaş.. Hava aydınlanıyordu. Saatine baktı, altıyı çeyrek geçiyordu. Banyoya girdi, yıkandı, traş oldu, dolaptan kahverengi takım elbisesini çıkardı, uygun bir kravat seçti gömleğine, aynanın karşısına geçti, saçlarını düzeltti.. Cep telefonundan makam aracının sürücüsünü aradı sonra: “ Burhan, hazırsan gel, ana caddenin son durumuna bakmak istiyorum.” On dakika sonra caddenin girişindeydiler. Sular tamamen çekilmiş, geride kalın bir çamur tabakası kalmıştı. Yolun görünümü inşaatın başladığı ilk günleri anımsatıyordu biraz. Yavuz Bey, “İşimiz uzun Burhan” dedi sürücüsüne, sekreterini buldu: “ Fen işleri, imar, temizlik işleri müdürleri hemen buraya gelsinler.. İşe koyulma zamanı, çabuk olsunlar. Bu caddeyi yeni baştan inşa edeceğiz!..”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Engin Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |