Sanatçı, toplumda uzun çalışma ve çabalardan sonra alnında ışığı ilk duyan insandır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Bu anlatacaklarımı Kuyruksuz Bacı'dan öğrendim. İnsanlar onu “Kuyruksuz” diye çağırıyorlar, çünkü gerçekten de kuyruğu yok. Pekiyi, kuyruksuz mu doğmuş da yok. Hayır kopmuş. Neden? Onu bilen yok, zaten kendisi de bu konuda tek kelime bile konuşmuyor. Kuyruksuz Bacı, artık çok ihtiyarladı. Ayağa kalkıp birkaç adım attıktan sonra yere çöküp yatıveriyor. Saatlerce de kalkamıyor. Yiyecek arayacak hali bile olmadığından yaşlılıktan değilse bile yakında açlıktan ölecek. Bana bunları neden anlattığına gelince: Bir gün ormanın içinde dört adamın bir danayı yere devirip ayaklarını bağladıktan sonra kafasını bıçakla kestiklerini gördüm. Kafayı bir kenara koyup ayaklardaki ipleri çözdükten sonra da derisini yüzdüler ve parçalamaya başladılar. Hepsinin elinde keskin birer bıçak vardı. Kan ve mis gibi et kokusu beni adamların yanına doğru çekiyordu. Bunlardan biri beni görünce hem bağırdı hem de yerden bir taş alıp fırlattı. Galiba küfür de etti. Kaçtım. Onların göremiyecekleri bir yerden gözetlemeye başladım. Parçalanan etleri yanlarında getirdikleri büyük tencerelerin ve naylaon sepetlerin içine koyuyorlardı. Naylon sepetlerden biri dolunca adamlardan biri sepeti kucaklayıp götürmeye başladı. İleride arabaları vardı belki de; ya da eve götürüyordur. Adam benim yanıma yaklaştığında arkadaşları onu geri çağırdılar. O da sepeti bırakıp onların yanına gitti. Şans budur işte! Hemen koca bir parça et kapıp kaçmaya başladım. Gördüler ama yakalamaları imkansızdı. Etimi yiyecek tenha bir yer buldum. O sırada fark etmemiştim, etten az bir parça kaldığında gözüme ilişti. Az ileride Kuyruksuz Bacı yattığı yerden yalvaran gözlerle bana bakıyordu. Acıdım. O istemedi ama ben götürüp bu son lokmayı ona verdim. Bir kerede yuttu. Daha sonraki günlerde de ona birkaç kere yiyecek verdiğim oldu. Bir gün Kuyruksuz Bacı bana: -Sen iyi kalpli bir köpeksin. Onun için sana bizim destanımızı anlatacağım. Sen de ileride öğrendiklerini temiz kalpli birine anlatırsın, dedi. Kuyruksuz Bacı'yı dinleyelim: “İlk başlarda ne dünyamız ne de başka bir şey varmış; sonsuz karanlıktan ibaret bir boşluk ve elinde yumurta büyüklüğünde ne olduğu tanımlanamayan bir şey tutan Yapıcı'dan başka. Yapıcı elindekini bir yumurta kırar gibi kırınca sonsuz bir hızla sonsuz miktarda ışık evrene yayılmış. Işık karanlığı itelemiş, sıkıştırmış. Karanlık öylesine sıkışmış ki sonunda patlayarak ışığı püskürtüp kendine yer açmış. Işığın ve karanlığın mücadelesi ezelden beri var ve ebediyen de olacak. Işık biliniyor, karanlık hakkında aynısını söyleyemeyiz. Zaten karanlığın sırrı çözülürse, bilinmeyenler de kalmayacak. Tabii belki de bu hiçbir zaman mümkün olmayacak. İtelenen ve sıkışan ışık önce enerjiye sonra da maddeye dönüşmüş. Bu madde de evrende Kangalyang gezegenini ve diğer varlıkları oluşturmuş. Burası ilk başlarda, üzerinde hiç canlı bulunmayan büyük bir çöl gibiymiş. Bu çöl gibi yerde aniden bir anda binlerce yerden ateş fışkırmaya başlamış. Asırlarca her taraf cayır cayır yanmış. Lavlardan dağlar, ovalar, platolar oluşmuş. Patlamalar durup lav çıkışı sona erince Yapıcı, bu gezegene Su Tanrıçası'nı göndermiş. Tanrıça'nın üzerinde etekleri yerde sürünen bembeyaz bir elbise varmış. Tanrıça ellerini yana açmış ve avuçlarının içinden su çıkmaya başlamış. Bu sular parmaklarının arasından süzülerek toprağın üzerine akmış; akan sular gölleri, denizleri, akarsuları meydana getirmiş. Su gezegene hayat vermiş ve geçen milyonlarca yıl içinde otlar, ağaçlar, hayvanlar ortaya çıkmış. Burası artık canlıların yaşayabileceği bir yermiş. Yalnız bu gezegenin kusurları da varmış. Mesela soğuk ve karanlıkmış. Onun için Yapıcı, hemen yüksek bir dağın tepesine delik açıp bir avuç ateş almış ve bunu gökyüzüne savurmuş. İşte Kangalyang gezegenine ışık ve sıcaklık veren güneş böyle oluşmuş. Ancak sorunlar gene de çözülmemiş. Çünkü Kangalyang gezegenini etrafında dönen bu güneş, diğer tarafa gidince önceki yer gene karanlığa bürünmüş. Bunun için de yine aynı dağdan bir avuç ateş almış; ama bunun yakıcılığını yok edip gökyüzüne fırlatmış ve böylece geceleri ışık veren -dünyanın uydusu Ay'ın benzeri- Kangalyang Uydusunu yaratmış. Bundan başka gündüzleri güneşin sıcaklığından yakınanlar olduğunu görünce denizden bir avuç su alıp güneşe doğru fırlatmış, su buhar olmuş ve bulutlar meydana gelmiş. Daha sonraki günlerde bu döngü kendiliğinden sağlanmış. Bulutlar yeryüzüne sularını bırakıp yağmur yağdırmış, güneş denizleri ısıtıp buharlaştırmış; buharlar bulutlara dönüşmüş ve sonra da gene yağmur yağmış.” Burada Kuyruksuz Bacı'nın yorulduğunu hızlanan nefes alışından anladığım için devamını yarın anlatabileceğini söyledim. Sustu. Kafasını yere koyup gözlerini kapattı. Öldü diye endişelendiysem de ölmemişti. Çünkü nefes almaya devam ediyordu. (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |