Her insanda insanlığın tüm durumları vardır. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Turgay’la Ergun sıkı dostlardı. Ergun, harçları ödeyemez ve masrafları karşılayamaz duruma düşünce Akdeniz Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nü üçüncü sınıftan bırakmak zorunda kalmıştı. Felsefeyle, edebiyatla ve özellikle kadim Türk Tarihi’yle alâkadardı. Sinemayı da severdi ya sinemaya gidecek para bulamazdı. Turgay ise çevresiyle neredeyse hiç ilgilenmeyen tuhaf biriydi. En çok sevdiği, onu hayata bağlayan yegâne nesne olarak tanımladığı şey içkiydi. Para bulup da içmeye başladı mıydı (bu pek nadir olurdu) kimse şişeyi elinden alamazdı. Mütemadiyen, ucuz olduğu için “köpeköldüren” tabir edilen şaraplardan içerdi. Kırk yılda bir bira bulunca, biraya altın suyu muamelesi yapardı. Zaten parasız pulsuz olduğuna üzülmesinin tek sebebi istediği zaman içki alamamasıydı. Gerçi, içki parası için çalışabilirdi ama kim çalışacaktı. Çalışmak gibi gereksiz uğraşlar Çoşgalli’ye göre değildi. Liseyi ite kaka bitirmişti. Okulu bitirdikten sonra da bir baltaya sap olamamış, nerde akşam orda sabah, günübirlik yaşamıştı. Ergun’la ortaokuldan beri arkadaş idiler. Ortaokul birinci sınıfı beraber okumuşlar, daha sonraki yıllarda Ergun başarıyla sınıflarını geçtiği, diğeri ise “çift dikiş” okuduğu için aynı sınıfta okumak imkânları olmamıştı. Öyle ki Ergun üniversiteye girdiğinde Turgay lise birinci sınıfta idi. İkindi güneşi enselerini ılık ılık yakıyordu. Sırtlarını batıya dönmüşler, mavi mavi parlayan Akdeniz’i önlerine almışlardı. Mayıs’ın başlarında olmalarına rağmen denize giren turistler fazlacaydı. Birkaç saattir kumsalla cadde arasındaki geniş kaldırımın kumsal tarafına sıralanmış denize bakan banklardan birinde oturuyorlardı. Buraya, bilhassa akşama doğru, fahişeler ve kadın pazarlayıcıları gelir; müşteri beklerlerdi. Yanlarındaki bankta yarım saatten fazladır oturan yaşını başını almış ve çingene olduğu her hâlinden belli kadın, berikileri gözüne kestirmiş; yanlarına yaklaşmak için fırsat kolluyordu. Kadının mânâlı bakışlarını fark eden Turgay ne idüğünü anladı, boş bakışlarla süzdü kadını. Fişek gibi yerinden fırlayan kadın yanlarına gelip oturuverdi. Ergun umursamıyordu, Turgay ise tiksinmeyle acıma arasında bir hâlet-i ruhiye içindeydi. Kadın bütün arsızlığıyla “Abe aslanlarım, siz ne diye yalnız oturursunuz” diye viyakladı. Turgay’ın koca göbeğine elini koyup “Mavi güzlü, sarı saçlı sülün gibi kızlarım vardır. Paracığınız varsa kızlarım emrinize âmâde. Ücrette anlaşırız” dedi. Kadına kıza pek ilgi duymayan, bu tür kadınlara da hayatta tahammül edemeyen Turgay, kadını kolundan kavradığı gibi ileriye fırlattı. “Git işine be!” dedi. Kadın düşer düşmez ayağa kalkıp topallaya topallaya uzaklaştı. Ergun istifini bozmadan olanları seyrediyordu. “Bunu iyi yapmadın dostum” dedi, “Başımıza belâ olur bu şimdi”. Turgay umursamama anlamında kaşlarını kaldırdı. Aradan fazla zaman geçmemesine rağmen bu tatsız hadiseyi unutmuşlardı bile. Güneş öyle güzel parlıyor, dalgalar kıyıyı öyle tatlı ıslatıyordu ki bütün kederlerini unutmuşlar, kendilerini bu büyülü atmosfere kaptırmışlardı. “Biliyor musun” dedi Ergun gözlerini kapatarak, “Tanrı hem sevinci hem de ıstırabı aynı zaman dilimi içinde vermesi, onun insanları hem sevdiği hem de insanlardan nefret ettiği anlamına geliyor. Dünya yaratıldığından beri milyarlarca insan doğup öldü. Bunlardan hiçbiri (ben hayatımda hiç üzülmedim) veya (hiç sevinmedim) diyemez. Çünkü sevinç de üzüntü de insan için vardır ve hayatın birer parçasıdır. Sevinmenin de üzülmenin de bir nimet olduğunu uzun zaman önce anladım. Denge dostum, denge. Keder olmasaydı mutluluğun, üzüntü olmasaydı sevincin, nefret olmasaydı sevginin, kasvet olmasaydı huzurun değerini bilemezdik. Bunu şuna benzetebiliriz” gözlerini açtı, toparlanarak sözlerine devam etti: “Sanat şaheseri bir tablo düşün. Tam ortasında gür yeleli, gümüşî bir küheylan şaha kalkmış. Yeşil çayırların üzerinde bütün heybetiyle duruyor. Kenarında alçak çitler… Çitlerin yanında ellerinde kırbaçlarıyla seyisler, onların arkasında da birkaç küçük köy evi… Resim seyrek bulutlarla, dağ siluetleriyle tamamlanmış. Şimdi bu resimde bembeyaz zeminin üzerinde bir tek at olsaydı, sanatçı vermek istediği mesajı veremezdi. O resim belki şaheser değil, sıradan bir tablo olurdu. Ama arka plândaki bütün o evler, insanlar, çitler tabloyu tamamlamış. İşte insan hayatı da böyle. Bazen göz önündeki olumsuzluklar gözümüzü kapatıyor ve geri plânda kalan olumlu şeyleri göremiyoruz. Meselâ şimdi işsiziz, parasızız, geleceğe dâir plânlarımız yok. Öte yandan az buçuk karnımızı doyurabiliyoruz. Başımızı sokabileceğimiz bir evimiz var. Gece yatağımıza yattığımızda düşüncesiz, tasasız uyuyabiliyoruz. Dünyanın birçok ülkesindeki insanlar bir senelik birikimlerini kullanıp buraları görmek için geliyor. Biz ise bu güzelliğin tam ortasındayız. Hepsinden önemlisi “hürüz”. Hürriyetimizi kısıtlayacak herhangi bir baskı altında değiliz. Bağımsızız. Şüphesiz; esâreti tatmayan, hürriyetin kıymetini anlayamaz.” Turgay aynı kanaatte değildi. “Üç gündür kafa çekmiyorum. Dört şişe bira, bir yetmişlik ve mükellef bir sofra için hürriyetimi bile satardım” dedi. “Sabahtan beri boşa konuşuyorum galiba” diye cevapladı Ergun. Güneş yavaş yavaş kaybolmaya ve insanlar evlerine, kaldıkları otellere doğru yolculuğa çıkmak üzere hazırlıklara başlamışken arkalarında bir polis ekip otosu durdu. Aracın içinden üstü başı pejmürde bir kadınla üniformalı ve birinin eli telsizli iki polis memuru indi. Kadın aceleciydi. Polislerin önünde, koşar adım bankta oturan kafadarların yanına geldi. “İşte, bunlardı ağbi” dedi polislere hitaben. Kadın, birkaç saat önce Turgay’ın kovduğu “muhabbet tellâlı” idi. Turgay ve Ergun ne olduğunu anlamadan uzun boylu sıska polisin “Hakkınızda şikâyet var. Bizimle karakola kadar geleceksiniz” emrine uyarak arabaya bindiler. Ergun, bu iğrenç kadının ne cesaretle böyle bir işe kalkıştığına hayret etmişti. Anlaşılan, kadın itilmeyi gururuna yedirememiş; karakola giderek şikayette bulunmuştu. Ama neye dayanarak şikayette bulunmuştu? Hem bu sefil kadında gurur denen hasletin zerresi var mıydı? Karakola vardıklarında hiç bekletilmeden grup amiri Başkomiserin huzuruna çıkarıldılar. Komiserin masasının yamacındaki koltuğun birinde kadın; diğerinde de kara suratlı, cılız, baygın bakışlı bir adam oturuyordu. Komiser, kimliklerini istedi. Kimlikleri inceleyip bir süre düşündükten sonra konuşmaya başladı: “Palmiye Oteli önündeki banklarda kocasıyla beraber oturan bu kadına sözlü sataşmada bulunmuşsunuz. Cinsel ilişki teklif etmişsiniz. Red cevabı alınca hem kadını hem de kocasını tartaklamışsınız. Niye yaptınız bunu?” İkisi de iftirânın korkunçluğu karşısında şoke olmuştu. Ergun’un kendisini toplaması uzun sürmedi. “Komiserim” diye başladı söze: “Biz ikimiz o bankta oturuyorduk. Bu kadın yarım saat kadar yanımızdaki bankta oturdu. Ara sıra bize bakıyordu ama biz onunla ilgilenmiyorduk. Üstelik yanında bu adam da yoktu. Bir süre sonra izin istemeden gelip yanımıza oturdu. Sarı saçlı, mavi gözlü çok güzel ‘kızlarının’ olduğunu, paramız varsa bizi eğlendirebileceğini söyledi. Arkadaşım sinirlerine hâkim olamayıp bu kadını itti. O da kalkıp yanımızdan gitti. Bütün hadise bundan ibarettir.” Komiser, temiz yüzlü gencin söylediklerini mantıklı buldu. Kadını da kocasını da pek gözü tutmamıştı zaten. Yine de inanmamış gibi görünmeye çalışarak sordu: “Peki, anlattığınızın doğru olduğunu varsayalım. İstemediğinizi söyleyerek kadının gitmesini isteyebilirdiniz. Niye onu ittiniz? Bak, kadın sağlık ocağından ‘2 gün çalışamaz’ raporu almış.” Turgay sinirleniyordu. İçinden kadını tekme tokat dövmek geliyordu. Ergun son derece sâkindi. “Efendim, biz işsiziz. Karnımızı doyurabilmek için para bulabiliyorsak şükrediyoruz. Biz o hâldeyken kadının para karşılığı cinsel ilişki teklifi arkadaşımı sinirlendirdi. Başka sebebi yok” dedi. Komiser kapıda bekleyen polis memuruna zanlıları nezarethâneye atmalarını söyledi. Turgay ve Ergun itiraz etmeden nezarethane yoluna koyuldular. Komiser başka bir memuru çağırdıktan sonra kadın ve adama dışarıda beklemelerini söyledi. “Şunların adresini al. İyice araştır. Yakalanan çocuklar kadın pazarlayıcısı olduğunu söylüyorlar. Bunun aslı var mı yok mu öğren. Gerekirse evlerini bas.” dedi pür dikkat dinleyen memura. “Emredersiniz komiserim” diyerek hızla çıktı memur. Demir parmaklıklardan mürekkep kapı şang şung sesleri eşliğinde kapandı. “Bir ihtiyacınız olursa yukarıya seslenin, geliriz” diyen polis iyi birine benziyordu. İki arkadaş teşekkür ederek, getirildikleri yerin nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalıştılar. Karanlıktı, pis bir koku âdeta burunlarını acıtıyordu. “Aha, şimdi b.ku yedik” dedi Turgay, “İnşallah akşam olmadan çıkarırlar” diye sızlandı. Ergun sessizdi. Hissiz ve sakindi. Derme çatma kanepeye oturdu. Aslında neler olabileceğini az çok tahmin ediyordu. Fakat düşündüklerini gamsız arkadaşına hissettirmiyordu. Burnu sürtsün mü istiyordu, ne? Rutubetli kanepeye sağlı sollu oturdular. Birbirini kovalayan düşünceler içinde uykuya daldılar. Aradan uzun zaman geçti. İlk uyanan Turgay olmuştu. Dürterek uyandırdı arkadaşını. “Tuvalete gitsek, çişim geldi. Deli gibi de acıktım. Ekmek vermezler mi bunlar?” dedi uykulu gözlerle kendisine bakan Ergun’a. İsteksizce ayağa kalktı Ergun. Sendeleyerek parmaklıkların yanına geldi. “Memur Bey” diye birkaç defa seslendi. Cevap gelmeyeceğine dair umutsuzluğa kapılmıştı ki ayak seslerini duydu. Az önceki polisti. - Ne var, ne oldu? dedi. - Tuvaleti kullanabilir miyiz? - Tamam. Gürültüyle kapıyı açtı. İkisini önüne katarak yukarıya çıkardı. Nezarethane merdivenlerinin girişine yakın tuvalete ilk giren Turgay oldu. Polisle Ergun bekliyorlardı. Neden sonra “Bizim durumumuz ne olacak? Bir iftiraya uğradığımız besbelli. Ne zaman sonuçlanacak bu?” diye sordu polise. “Sizi şikayet edenlerin haklarında tahkikat yapıldı. İddianız doğrulanamadı. Kadınla ilgili geniş soruşturma yaptık. Muhabbet tellallığı yaptığına dair bir bulguya rastlayamadık. Bu gün cumartesi. Pazartesi günü de 19 Mayıs tatili var. Salı günü sabah savcının huzuruna çıkacaksınız. Muhtemelen savcı tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakır. Mahkemede ne olur bilmem” dedi memur. İkisi de ihtiyaçlarını gördükten sonra refakatçileriyle beraber hücrelerine yöneldiler. Polis, kapıyı kilitlerken Turgay yalvarır gibi konuştu: “Memur Bey, sabahtan beri bir şey yemedik. Çok acıktık. Bize yemek vermeniz mümkün mü?” Birkaç saat sonra yemek getirebileceğini söyleyen memura içinden gelerek teşekkür etti Turgay. Bu habere gerçekten de sevinmişti. Nezarethânedeki pis koku bütün kesafetiyle mevcudiyetini koruyordu. Turgay, sırtını parmaklıklara dayayarak diz çöktü. Başını iki elinin arasına aldı. Hızlı hızlı solumaya ve düşünmeye koyuldu. Şimdi, yemekten ve hattâ içkiden de çok istediği bir şey vardı: Dışarıya çıkabilmek… “Azizim” dedi Ergun’a, “sen haklıymışsın. Esâreti tatmayan, hürriyetin kıymetini anlayamazmış.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Hoşgör, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |