Ben bir dünya yurttaşıyım. -Sokrates |
|
||||||||||
|
Sevâl Deniz Karahaliloğlu Yemek zamanı sofrayı hazırlamak için annemlerin dairesine geçtiğimde istemeden de olsa ‘aptal kutusunda’, halkı ‘itinayla’ zehirlemeye devam eden ‘absürd’ programları dinlemek zorunda kalıyorum. Daha doğrusu istemeden ‘duyuyorum’. Bir çeşit ‘dinleme kirliliği’ ama şikayet edecek merci yok. Bunun bir çeşit kirlilik olduğunu ilk olarak ben mi fark ediyorum acaba? Patentini alsam, İlerde tıbbi araştırmalar için faydası olacak gelişmelerde, bir katkım olabilir mi? Neyse, çılgın ‘hayal gücümü’ frenlemeye ve ‘aptal kutusundan’ yükselen ‘işitsel saldırıları’ duymamazlığa gelerek, akşam yemeği için sofrayı hazırlamaya başladım. Bir yandan da düşünüyorum. Annemin oldukça ilginç bir gülmece anlayışı olduğunu kabul etmek lazım. Kitap okumaktan son derecede zevk alan kültürlü bir insan, Nasıl olur da, böylesine kalitesiz ‘şeyleri’ seyreder diye sormak üzereydim ki, Annemin ‘dur, sus, dinliyorum’ ikazı ile kendime geldim. İyi de neden? diye sordum sonra. Bana dönüp kısaca, ‘çok ilginç ve komik’ dedi. Tanrım, espri anlayışına ne demeli diye düşünürken, Gecenin bombası, hazırladığım yemek masasının üstüne ‘güm’ diye düştü.. Tam da bu sırada tabakları sofraya koymak üzereydim. Giymiş olduğu dekolte kıyafete bakınca, Ancak, gece yarısından sonra yayınlanan ‘kırmızı noktalı’ programlarda sunuculuk yapabileceğini düşündüğüm bayanın sesi ile az daha elimdeki tabakları düşürüyordum. ‘Eveeet, sevgili seyirciler, biraz sonra Türkiye’nin Damadı belli olacak, kızlarımız şimdiden çok heyecanlı?’ Türkiye’nin Damadı mı? Ne oluyoruz, demeye kalmadı gözüm ekrana kaydı, Damatlığını giymiş, pişmiş kelle gibi sırıtan bir zibidi ve ‘ağız kulak mesafesi sıfır’ gelinlik kızlar. Kurbanlık koyunlar misali bekleşiyorlar. Bir farkla, koyunlar kesileceklerini bildikleri için garibim hafiften ‘tedirgin’ olurlar Yani onlarda bile ‘gerçeği’ anlayabilecek bir ‘sezgisel’ yetenek vardır. Ama bu kızlarda, sanırım kafatasının içindeki boşluktan olsa gerek yada, İki kulağın arasında cereyan yapan hava akımından dolayı oluşan bir ‘anlama engeli’ mevcut. Maalesef henüz şok yağmuru bitmemişti, sunucunun yumurtladığı incilere bir yenisi ekleniyordu, ‘Bakalım, gelinlik kızlarımızı damadın ailesi beğenecek mi?’ Adeta bir sağanak halinde, peş peşe gelen darbeler, Mecburen kulaklarımdan beyne doğru iletiliyordu. (istem dışı ne yapayım, duyuyorum) ‘Şimdi, bir de aileye soracağız?’ Eveeet, bu kadarı ciddi bir biçimde bana fazla gelmiş, ısrarla susturmaya çalıştığım ‘hayal gücüm’ deli gibi çalışmaya başlamıştı. Peş peşe dilimin ucuna gelen her soru için, rahat bir deneme yazılırdı. Hatta, her bir soru, babayiğit bir akademisyenin elinde bir teze bile dönüşebilirdi. Mesela, her adem oğlunun (tamam feminist olalım) adem kızının soracağı en basit soru şu olmalıydı. Bu kızlar, buraya neden gelmiş olabilir? Çok mu kocasız kaldılar, yani durumları çok mu umutsuz, çok mu vahim? Üreme mevsimleri mi geldi? Foşur foşur salgılanan hormonlarının dayanılmaz çağrısına kapılıp, Mart ayını bile beklemeden damlara tırmanma durumları mı söz konusu? Yani, kocasızlık, bu kadar mı had safhada? Ya penguen misali ortada dolanan şu zibidilere ne demeli. Yani, bunların ‘ana babası’ yok mu? Bu yaşanan ‘rezalete’ ne diyorlar acaba? diye homurdanırken ‘Ailelerin’ çocuklardan daha beter olduğunu öğreniyoruz. Yani, onlar bu rezalete dünden razı. Üstüne üstlük, (asla benim anlayamayacağım bir mantık ölçüsünde) bu programa katıldıkları için çocukları ile ‘gurur’ duyuyorlar. Bu gerçekten, sabrımın sınırlarını çok ötesindeydi. Neredeyse, utanmasalar çocuklarını satışa çıkaracaklar, Bas parayı, al kızı misali. Sevsinler, bir de ailelere soracaklarmış. Boşuna dememişler ‘balık baştan kokar’ diye. Ah, akılsız yavrum benim, ne soracaksın onlara, Onlarda biraz akıl, biraz mantık olsa, Seni ele güne karşı bu kadar rezil rüsva ederler miydi acaba? Hadi onu geçtim, kendini böylesine rezil etmene müsaade ederler miydi? Sahi, şu bizim kimselere ‘toz kondurmadığımız’, Meşhur ahlak anlayışımıza ne oldu? Hani, şu onurumuz, haysiyetimiz için dünyaları yaktığımız, Özendirmek gibi olmasın ama, Uğruna elimizi kana bulayıp hapisler yattığımız, Halk destanlarına konu olan trajedilerin ‘ana temasını’ oluşturan, Ahlak anlayışından bahsediyorum. Sanırım kulağa tanıdık gelmeye başladı. Yooo, o kadar ahlakçı filan değilim canım. Sadece, koskoca beş bin yıllık tarihimizi, Ve o tarihi birikimden genlerimize ‘damıttığımız’ anlayışı göz önüne aldığımızda, Her şeyin üzerinde tuttuğumuz, kimselere laf söyletmediğimiz ahlak anlayışımızın Bu kadar ‘ucuza’ gitmesine dayanamadım. Sözün özü, ‘üç paraya’ kolayca, bir çırpıda sattıktan sonra, O ‘birikimi’ biz boşuna mı yaptık? ‘Serbest Pazar’ politikalarında, onları bir yerlere tahvil ettiler de, bizim mi haberimiz yok? Serbest Pazar Politikası ya, Alın size Pazar, hem de insan pazarı, seç seç beğen, Herhalde bundan daha ‘serbestini’ hiçbir yerde bulamasınız, İbret olsun diye, bir de cümle aleme naklen yayın yapıyorlar. Yani, rezaletin canlısı. Sıcak, sıcak evlere servis. Olay, gelinlik kızlarımız ile damatlarımızı sahiden evlendirmeyi amaçlayan bir program. Tanrım, hangi aklı başında bir insan, Hayat boyu sürdürmeyi düşündüğü bu kadar ciddi bir birlikteliği, Hem de böylesine ‘mahrem’ bir ilişkiyi, Tüm dünyanın gözü önünde yaşamak ister ki? Sahi bu arada, utanma duygusuna ne oldu? Özelimizi, ‘bohçacı kadın dedikoduları’ gibi döke saça yaşamayı ne zaman öğrendik biz? Yazmak için odama kapanırım ama asırlarca değil sadece bir iki saat kalırım o kadar. İzafiyet teorisi işledi de, Zamanda göreceli bir yolculukla, Bir yüz yıl sonrasına ve o dönemin ahlak anlayışına filan mı ışınladım? Yooo, maalesef görebildiğim kadarıyla hala buradayım. Aynı zaman ve insanların ‘aklı selimini’ yitirdiği aynı çılgın boyutta. Spiker konuşmaya devam ediyor. ‘Yarışmada kazanan çifte; Amerika tatili, 50 milyar nakit para ve ev, hediye olarak verilecek.’ Tevekkeli, yarışmaya girmek için ‘deli danalar’ gibi koşturuyorlar. İçimden, ‘Balayında Amerika’ya gidesiniz, inşallah orada sonsuza dek kalıp, şu bizim zibidi Bush’un başına bela olasınız’ diye dua edip duruyorum. Ne yapayım, ‘dinsizin hakkından ancak imansız’ gelir. Madde bir, bunlar programda evlendikten ve hediyeleri aldıktan sonra, Kesin yarı yarıya ‘kırışır’, ertesinde de hemen ‘boşanırlar’ diye düşünüyorum. Madde iki, ailelere de destek ve sus payı olarak bir yüzde veriyorlardır artık. Madde üç, benim gibi düşünenler nerede acaba? Parmak kaldırsanız da kaç kişi olduğunuzu sayabilsem. Buradan pek göremiyorum da. İşin hep yarışmacılar ve aileleri kısmını ele aldık. Bir de olayı, izleyenler cephesini deşmek gerekecek. Bu bir aile faciasına neden olabilir ama artık o kadarını göze alacağız. Bunu seyredenleri çok çeşitli gruplara ayırmak gerekecek Ama sadece kaba bir tahmin yürüteceğiz. İlk grup sırf eğlenmek ve yarışmacıların düştüğü komik durumları görüp dalga geçmek için seyrediyor. Annemden biliyorum. Komedi programlarını çoktan boş verdi. ‘Bunların hali daha komik’ diyor. İkinci bir grup ise sosyal hayatını çoktan sıfırladığı için ‘aptal kutusuna’ bağımlı, elindeki uzaktan kumandayı kullanarak başka bir kanalı ‘seçme özgürlüğü’ olduğunu çoktan ‘unutmuş’, kendisine sunulan ‘lapayı’ yemek zorunda kalan ‘ağır hastalar’ misali bakıyor. Bu gruptakiler, beyinsel ‘süngerleşme’ dönemini yaşadıkları için artık tamamen zararsızdırlar. Yani, grubun ‘etkisiz’ elemanları. Üçüncü bir grup daha var. Bence en tehlikelileri olanlar, Kendilerini şovdaki kişilikler ile özdeşleştirerek sanal bir dünyada ‘var olmaya’ çalışıyorlar. Bir türlü gerçek hayatta oturtamadıkları ve oluşturamadıkları kişiliklerini, sanal alemde istedikleri kalıba sokarak, kendilerini yarışmacının yerine koyuyor, onların üzerinden yazdıkları ve kendilerini de bizzat hikayenin merkezine oturttukları 'sanal hikayeler' üretiyorlar. Ve hayal ettikleri hikaye örgüsü boyunca, sahte heyecanlar ve sahte mutluluklar yaşıyorlar. Yan etkisi ise, gerçek hayatla, kurdukları sanal dünya arasında her gün kat etmek zorunda kaldıkları ‘kıldan ince, bıçaktan keskin’ köprüyü geçerken yaşanıyor. Gündelik yaşamın temposunda ortaya çıkan ‘ciddi’, ‘travmatik’, ‘davranış sapmaları’nı dengeleyerek ‘idare etmeye’ çalışıyorlar. Ama, ne zamana kadar? Seri katiller, birden cinnet geçirenler, olası potansiyel teröristler nereden geliyor sanıyorsunuz? Marstan mı? Onlar, bu tip programları seyrederek kalan ‘yarım akıllarını’ da oynatmış olan ‘garibanlar’ sadece. Tüm eğlencesi, hayatla olan tek organik bağı, bu tip programları izlemek olan bu insanların, hayatta yapmak istedikleri herhangi ciddi bir ‘şey’ kalmamış demektir. Ve sistemin öğüttüğü, duygusal olarak asimile edilmiş ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bu insanlar, kolaylıkla istenilen biçimde yönlendirilebilirler. Sözün özü, artık onları hamur gibi yoğurarak istediğiniz biçimi verebilirsiniz demektir. Bu grubun yaşadığı olaylar örgüsü, bana bilim kurgu ustası İsaac Asimov’un kaleme aldığı binlerce yıl sonrasını anlatan bilim-kurgu öykülerini anımsatıyor. Yani, Matrix’in daha ‘rafine’ halini. Televizyonda izlenen programlar ile yönetilen bir dünya. Yöneten çok az sayıda insandan oluşan elit bir grup yada tümüyle yönetici robotlar. İnsanlar ise bir çeşit ‘ota’ dönüştürüldüklerinden tümüyle habersiz ‘bağımlısı’ oldukları programları izleyerek, sanal bir biçimde, bir ana bellek tarafından yönetiliyorlar. Çünkü, ‘farkındalık’ gibi en temel duygusal ve düşünsel güdülerin tümüyle yok edildiği bir ‘duygusal asimilasyona’ uğratılmışlar. Tümüyle insanların beyinleri ile oynamaktan geçen bu ‘kafa kontrolü’, insanların duygusal enerjilerini emerek onları ana belleğe bağımlı sadık ‘köleler’ haline getiriyor. Ne hikaye değil mi ama? Hadi bugüne uyarlayalım. Bilimdeki, baş döndürücü hızda yaşanan gelişmeyi lütfen dikkate alınız. Ve gazetelerde, halkın bilmesinin uygun görüldüğü kadarıyla anlatılan ‘gerçekleri’. Hoca’nın ‘suyunun suyu’ hikayesi gibi ‘seyreltilen’ gerçekleri yada bilimsel gelişmeleri. Tüm çıplaklığı ile ne kadarını biliyoruz? Yada bize ne kadarı söyleniyor? Hala korkmadınız mı? Sırtınızdan aşağı, omurunuz boyunca hafif, soğuk bir ‘ürperti’ akıp gitmedi mi? Yoksa, onun için bile mi çok geç kaldık. Yani, gerçeklere karşı, bu kadar mı ‘kaşarlandık’? Ha, atlamadan bir de son grup var. ‘Farkındalığını’ yaşayan, sayıları henüz tespit edilemeyen bir ‘azınlık’. Zaten, onlar da bu tip programları izlemiyorlar. Bilim-Kurgu öykülerinden zamanımıza, yaşadığımız çağa ve topluma geri dönelim, Gelelim işin ahlaki boyutuna. Ferhan Şensoy’un şu anda halen Ortaoyuncuları Sahnesinde sergilenen oyunu, ‘Biri Bizi Dikizliyor’ da çok alkış alan, ve aynı zamanda çok düşündüren anlamlı bir bölüm var. Oyun boyunca, akli dengesinin yerinde olmadığını düşündüğümüz enişte, olay örgüsü gereği, yaşanan rezalete dayanamaz ve en nihayet patlar (tıpkı biraz sonra benim patlayacağım gibi) ‘Bu kadar mı, kendinizi kaybettiniz? İnsan, ‘para uğruna’ hiç özel hayatını satar mı? Sizde hiç onur, haya, utanma duygusu kalmadı mı?’ Ve oyunun zirve yaptığı bu replikle birlikte, salon alkıştan yıkılır. İşte ben, o alkışları duymak istiyorum. Heeey, siz alkışlayanlar, neredesiniz? Ses verin! Pardon, Duyamadım?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |