İnsanlığı tanımak insanları teker teker tanımaktan kolaydır. -La Rochefoucauld |
|
||||||||||
|
Bulmaca sevdam ve gazete okumama takıntım yüzünden çırakların gözünde her geçen gün biraz daha maskara olup çıkıyordum. Ustamın ise bu işe bir şey dediği yoktu. Zaten onunla aramızda böylesine özel bir ilişki olagelmiştir; onun hiçbir zaman bana diyeceği bir şeyi yoktur ve benim de genellikle ona diyecek bir şeyim olamaz. Hasan Usta babamın çocukluk arkadaşıdır. Büyük ümitlerle okumaya gönderilip şehirden eli boş dönüşümden sonra bana kucak açtı; anladığım kadarıyla babamın ricası ya da zorlamasıyla olmuştu bu. Araya tanıdıkların karıştıkları birkaç haftalık minik bir kurstan geçip, sorgusuz sualsiz, önce çıraklık ve ardından da kalfalık belgelerimi alarak soluğu bu sakin dükkanda aldım. Kalfalıkta o ısrar etmiş duyduğum kadarıyla. Yaşımdan ve bir okul bitirmiş olmamdan dolayı çırak yapamazdı beni; okuduklarım usta olmama da yetmiyordu elbette. Bu kasabada okumuş adama karşı derin bir saygı var ne de olsa! Bir de kasabanın hemen çıkışında kurulan bir üniversitemiz var artık. Benim gidip bir baltaya sap olamadan dönmem kimsenin hayallerini yıkmış değil. Ne de olsa üniversite medeniyete açılan bir penceredir. Oysa bilmiyorlar ki medeniyete pencereden girene pek hoş gözle bakılmıyor içeride; kapı varken nerede görülmüş pencereden girmek! Biliyorum, hepsinin içinde bir yerlerde, kendi çocuklarını dershanelere gönderip sonra da en iyi okullarda, o da olmadı biraz daha kötü okullarda, hiç olmadı en kötü okullarda okutmak, ama ille de okutmak hayalleri var. Bulunmaz Hint kumaşıyız ya kilometrelerce uzanan! Sorun değerimizi bilemeyenlerde. Oysa kim ne yapsın bizi? Yalan mı? Ama kolaysa gel de söyle; topa tutarlar adamı. Sonunda sen deli çıkarsın. Şu çıraklar bile bana deli gözüyle bakıyorlar. Her Pazar dershaneye gidiyorlar ve hepsi günün birinde ‘doktor çıkacak.’ Hangi ülkenin doktor potansiyeli böyle zengindir acaba? Müstakbel doktorlarımızın gözünde ben bir başarısızlık timsaliyim. Kayan bir yıldız. Ailelerinin, “Bak, çalışıp okulu kazanamazsan halin o delininki gibi olur sonunda.” cümlelerinde fütursuzca kullandıkları ‘deli’ benim. Bu iğnelerden kurtulmak için gazetenin bulmaca ekini alıp dükkanın kuytu bir köşesine saklanıyorum ben de. Bu ek yaklaşık olarak 2 saatimi alır; ağır aksak boşlukları doldurduktan ve bulmacaları çözdükten sonra kalemi sağa sola sallar, içimdeki sıkıntıları atmanın yollarını ararım. Birkaç ay önce, sadece sıkıntımı atmama yardım etsin diye, ustama bir bilgisayar aldırdım. Hem de onu hemen hiç konuşmadan ikna ettim buna. Eh, devir iletişim devri. Burası kasabanın tek çarşısının orta yerinde küçük bir tamirhane. Kasabada kaç kişinin arabası var, bunlardan kaçı bozulabilecek kadar kullanılıyor diye düşünülmeden açılan bu dükkanın daimi müşterilerinin yarısı Hasan Usta’nın akrabası, diğer yarısı da onun akrabalarının akrabasıdır. Şu halde neredeyse hiçbir tamiratın karşılığında müşterilerden para alınamıyor. Ne var ki bu ticarethane bir şekilde işliyor ve haftalıklarımız düzenli olarak ödeniyor. Büyük ekonomistlerin anlayamayacakları bir ticaret mantığı işler küçük kasabalarda; bunun sırrını, içinde yaşamama rağmen ben de bilmiyorum. Bunu anlamak zor olsa da buraya bir bilgisayar alınmış olmasını anlamak hiç de zor değil. Uydudan televizyon yayınlarının ilk popüler oldukları yıllarda, kasabadaki evlerin yarısının damında, sadece birkaç gün içerisinde, mantar gibi yayılıvermişti çanak antenler. Yenice’yi tepeden görebilseydiniz eğer, bu kasabanın, içinde sadece ajanların ve bireysel teröristlerin yaşadıkları bir mahrumiyet bölgesi olduğunu sanmanız oldukça normal olurdu. Bir de şofben furyası vardı: Furyanın yaşandığı dönemde, tepemizde her daim yanıp duran güneşe rağmen, buradaki evlerin hemen hepsinde, güneş enerjilerinin yerine şofbenler geliverdi ve onları takiben de küvetler piyasaya çıktı. Kendi geçmişimizi çok çabuk unutmaya meyilli ve şımarık bir mayaya sahibiz. Yine de bu kasabada yaşayan halkın çok takdir ettiğim ortak bir özelliği vardır: Süt banyolarını tamamladıktan, ropdöşambrlarını giydikten, tek buzlu ve sek viskilerini doldurduktan sonra evlerinde yer alan okuma salonlarına çekilirler ve purolarından minik öpücükler alarak klasik Fransız edebiyatından seçme eserlerin yaprakları arasında kaybolup giderler. Yaşasın gelenekler! Tüm bunların üstüne, kasabamızın sınırları dahilinde bir üniversitenin kurulması işin tuzu-biberi oldu adeta. Okulun açılmasının ardından öğrenciler belirdiler. Bu süre boyunca ben hep dükkanda oturdum, bulmaca çözerek. Kafamı kumların altından çıkardığımda çok şey değişmişti. (Bu hisse bundan önce bir kez daha kapılmıştım. Dört seneliğine Yenice’den ayrıldığımda ardımda bırakmak zorunda kaldığım, o süre boyunca hep özlemini duyduğum o arkadaşlıklar, mezuniyetimden sonra kasabaya döndüğümde çok değişmişlerdi. Suyu çuvalın içine koymuştum ve çuval geride hiçbir şeyin kalmasına izin vermemişti.) Gelen ilk öğrenciler maddi durumları ne Adana’da ne de Tarsus ya da Mersin’de kalmaya elvermeyen çocuklardı; hemen hepsi Yenice’nin en aydın (ya da en aydın geçinen) aileleri tarafından kapışıldı. Bir işçi ailesinden isteyemeyeceğiniz kirayı, kasabayı bilmeyen, bir ev tutmak için bir araya gelmek zorunda kalan birkaç öğrenciden rahatlıkla alabilirdiniz. Artık durumu iyi olan ailelerin, uydu antenleri, şofbenleri ve küvetleri vardı; daha zengin ailelerin uydu antenleri, şofbenler ve küvetlere ek olarak da birer arabaları; en zengin ailelerin ise uydu antenleri, şofbenler, küvetler ve arabalar listesine ekleyebilecekleri öğrencileri vardı. Bu çılgın yarışın ortasında bütün gün bulmaca çözen bendenizin, çarşının göbeğindeki bu ticarethaneye bir bilgisayar aldırmam da, takdir edersiniz ki, pek zor olmadı. Hasan Bey’in, müşterilerinin tüm kayıtlarını tutmak, ticarethanesini muasır ticarethaneler seviyesine yükseltmek ve zaman zaman da hınzır filmler izlemek için bir bilgisayar alması şarttı. Bilgisayar artık onun olmazsa olmazıydı. Ve Hasan Usta bir sabah, hiç de ani olmayan bir kararla, karşı köşedeki beyaz eşya dükkanının sahibi Ali Emmi’yi ziyarete gitti. Sabah kahvelerinin ardından eller sıkıldı ve Hasan Usta dükkandan, hizmet için memleketine ilk traktör filosunu getirten bir işadamının gururuyla çıktı. Bu gurur dükkanımız için küçük, kasabamız için ise büyük bir gururdu. Artık bulmacamı bitirip oyalandıktan ve öğle yemeğini aradan çıkardıktan sonra, akşama kadar uğraşabileceğim bir oyuncağım vardı; benden başka kimsenin bu aletin dilinden anlamıyor olmasını lehime kullanabilirdim. Kullandım da. Ne var ki elde etmek için can attığınız şeyin zamanla sıkıcılaştığı da malumunuzdur. Bir-iki ay boyunca oyun oynamak, kurcalamak ve arada sırada (ustamdan gizli olmak koşuluyla) internetten faydalanmak için kullandığım bu arkadaş sonunda, tıpkı birkaç haftada tozlanıp unutulan bayramlık ayakkabılar gibi, sıradanlaşmıştı. O da masa ya da anahtar takımları gibi bu tamirhanenin sıradan parçalarından biri olmuştu sonunda; ilişkimizde hiçbir heyecan kalmadı da diyebilirim. Başka bir eğlence bulmalıydım kendime; iki ayaklı bir eğlence. Dükkanımızın demirbaşı, Hasan Usta’nın eski dostlarından Talat’tır. Herkes onu Talat Ağa diye çağırmayı tercih eder. İnsanların ona yaklaşımı bana gösterdiklerinin neredeyse aynısı gibi: Her an mevcut sohbeti politikaya vardırmayı bir tutku, ve hatta bunun da ötesinde, bir vatandaşlık görevi haline getirmiş olan bu orta yaşlı adam köyün delisi kabul edilir. Aslında çok hoş sohbet ve babacan olan, zamanının neredeyse tümünü burada pinekleyerek geçiren Talat Ağa öğrencilere karşılıksız yardımda bulunmayı da görevi olarak görür; sonradan çoğu öğrenci ona deli muamelesi yapsa da o ısrarla yardım etmeye devam etmiştir. Okulun ikinci senesinde Can adında bir öğrenci belirmişti Talat Ağa’nın yanında. Aralarındaki ilişki bir yardım-minnet ilişkisinden çok bir uyum-anlaşma ilişkisine benziyordu. İlk anda soğuk görünen ancak bulunduğu ortama rahatlıkla uyum sağlayabilen bu İzmir’li genç kısa sürede bizden birisi gibi oldu. Can yeni arkadaşımdı. Bir yandan onu (kendisinden dolayı) severken, diğer yandan da (etrafımı saran, her yanımda hissettiğim şu ‘okumuş adam-kültürlü adam’ baskısından dolayı) ondan nefret ediyordum. Tıpkı bilgisayar konusunda da olduğu gibi. Çevremdekiler onu hep pohpohluyorlardı; okuduğu bölümün hiçbir geçerliliği olmadığını bile bile. Can mezun olup büyük adam olacak ve Yenice’yi unutmayacaktı. Yıllar önce benim için de aynısını söylüyorlardı. Bunları ona da söyledim defalarca; okul ona hiçbir şey vermeyecekti. Hiçbir okul kimseye hiçbir şey vermemişti, bu onun tabiatına aykırıydı. Ama Can bunu kabul etmedi; birkaç ay içinde bile kendisinde inanılmaz değişiklikler gördüğünü, ufkunun açıldığını, mezun olduktan sonra bambaşka bir insan olacağını şimdiden hissettiğini söyledi. Bu söylediklerinin çocukça olduğunu, birkaç sene sonra bu sözlere onun bile güleceğini, sonunda da üzüleceğini söylediğimde cevabı hazırdı: “Belki haklısındır. Ama buna şimdiden üzülürsem yarına yapacak işim kalmaz.” Oysa insanoğlu hiçbir şeyi hemen tüketemez, mutlaka ertesi güne de bir şeyler bırakır. Can bunu bilmiyordu. Talat Ağa ile Can’ın arasında tatlı bir rekabet oluşmuştu kısa sürede. Klasik Marksist eğitiminden geçmiş eski bir eylemciydi Talat, bir komünistti. Can ise, birçok alanda fikirleri onunkilerle kesişse de, Talat’ın önceden belirlenmiş kesin kalıplarını kabul etmeyen bir ‘üçüncü yol’cuydu. Sürekli tartışsalar ve politika sohbetlerini asla bir anlaşmayla bitiremeseler de ilişkileri hiç zedelenmedi; tersine, birbirlerine daha da çok bağlandıkları söylenebilirdi. Oysa ben arkadaşlarımla aramda böyle fikir ayrılıklarının olmasına asla katlanamamışımdır. Benim için bir şey ya siyah ya da beyazdır; dağınıklığa, karmaşaya dayanamadığım gibi, siyah ile beyazın, iyi ile kötünün, haklı ile haksızın dışında kalanlara, dağınıklık yaratıp bir şeyleri anlamama engel olan her şeye ve dolayısıyla da tüm üçüncü yollara dayanamamışımdır. Dayanamamaktan da öte bu türden hiçbir şeyin varlığını kabullenmedim bugüne kadar; kabullenmeyi de düşünmüyorum. Onu ne kadar sevsem de, Can’la aramızda oluşan tüm fikir ayrılıkları, ona bir şeyleri kabul ettiremememin yarattığı eziklikler, bende ister istemez ona karşı bir gerilim yaratıyordu. Bu gerilim her geçen gün beni daha da rahatsız ediyordu. En büyük rahatsızlığı ise Can’la beraber girdiğimiz bir sohbette ‘üçüncü adam’ ya da ‘örümcek beyinli’ durumuna düştüğümde hissediyordum. Genelde mütevazı bir insan olmasına ve kimi sohbetlerde, burnu büyüklük olmasın diye, sıklıkla ‘bilmiyorum’ kelimesini kullanmasına rağmen, dost sohbetlerinde ya da çevrede onun söylediklerine destek olanlar bulunduğunda, Can birden değişip inatçı ve küstah olabiliyordu. Ve bu küstahlık bazen beni çılgına çeviriyordu. Bir gün bu kurumuş kasabanın sıradan hayatına bir renk getirmeye, yıllardır söylediğim şeylerin doğru, onların inandıklarının ise yanlış olduğunu çevremdekilere göstermeye ve onların inançlarında ya da düşlerinde köklü bir değişiklik yaratmaya karar verdim. Karar vermekten çok bir zorunluluk hissiydi bu. Bir şeyler yapılmalıydı ve burada bunu benden başka kimse yapamazdı. Güvendikleri okulun inandıkları öğrencilerin hayatlarında, sandıkları değişimi yaratmaya muktedir olmadığı, bazen biz ne kadar bağlansak da kimi şeylerin nasıl avucumuzdan uçup gittiği gösterilmeliydi. Önce etkili, akılda kalıcı bir yol bulmalıydım. Sıcak bir bahar günü, dersten yeni çıkmış olan Can, çarşıda gezinirken yanımıza uğradı; Talat Ağa’nın da burada olmasından dolayı altına bir tabure çekti ve sohbete koyuldular. Yemek yendi, ardından çaylar söylendi. Can sigarasını söndürürken yere bıraktığı kitaplarının arasından bir gazete tomarı çıkarı. Gazetelerden birini, eklerini ayırdıktan sonra, Talat’a uzattı; bir diğerini de kendisi aldı ve beraberce okumaya daldılar. Tam gidip bilgisayarı kurcalamayı düşünüyordum ki Can’ın, ilginç bularak, yüksek sesle okumaya başladığı haber ilgimi çekti. — İstanbul’da bir bankada yönetici olarak çalışan, iki üniversite mezunu S.A. (37), başkasıyla ilişkisi olduğundan şüphelendiği eşi F.A.’yı (33) döverek öldürdü. Yapılan incelemelerde genç kadının bedeninde çeşitli darp ve yanık izleri, bileklerinde morluklar ve kimi bölgelerinde de bıçakla açıldıkları sanılan yaralar bulunduğu belirtildi. Ayrıca genç kadının cinsel organında da yanık izlerine rastlandığı açıklandı. Suçunu itiraf eden S.A. dün tutuklu olarak yargılanmak üzere gözaltına alındı. Olaya baksana; bu işlerin buraya varacağını hiç tahmin etmezdim. — Her şey gibi insanı da metalaştırdılar. Olacağı buydu zaten. Bunda şaşırılacak bir şey yok; adam paranın satın alabileceklerini tüketmiş sonunda da sıra karısına gelmiş. — Bunun metalaşmayla, kapitalizmle ne ilgisi var Talat Ağa? Düpedüz töre cinayeti bu; şehre uyum sağlamaya çabalayan bir tür namus cinayeti. Adam nasıl arada kalmış, farkında değil misin? Şu fotoğrafa baksana. —Bildiğin adam işte, nesi var ki? —Senin tarlayı satsak şu kıyafetlerin yarısını alamayız. Kıyafetleri geçelim şu saatin Kordonunu bile alamayız. Adam oldukça yüksek yaşam standartlarına sahipmiş. Bankada yönetici olmak kolay mı? —Bunun töreyle, namusla ne alakası var şimdi? —Adam yüksek yaşam standartlarına sahipmiş, evet, ama görünen o ki garip bunlara çocukluğundan beri sahip değilmiş. Onun için kendi değerleriyle bu yeni değerlerinin arasında sıkışmış. Böyle olmasa bu aldatma ihtimalini muhtemelen görmezden gelir, en kötü ihtimalle de boşanıp kurtulurdu. Kadının bileklerini bağlayıp ona işkence ettiğine, onu ölene dek dövdüğüne göre kendi değerlerinden de pek kurtulamamış. Muhtemelen, böyle davranmasa tüm ailesinin kendisine sırt çevireceğini düşünmüş olmalı. Belki de bir yerlerde bir babanın göğsü, bu cinayetten dolayı kabarıyordur. Can’ın olay hakkında söylediklerini duyduktan sonra içimde bir şeylerin ezildiğini hissettim. Sanki iki değerin arasında sıkışıp kalan zavallı benmişim gibi bir his vardı içimde; sanki şehirde geçen yıllarımdan sonra buraya, bu tamirhaneye dönerek değerlerime ihanet etmişim gibi. Yüreğim ezildikçe kafam karışıyor, kafam karıştıkça yüreğim eziliyordu. Bir süre hiç hareket etmeden, ses çıkarmadan olduğum yerde kaldım. Bir karar verebilmek çok zordu benim için. Bu kasaba beni çevreleyen dört duvardı o an ve aradan geçen yıllar boyunca ben bu dört duvarın içinde yaşamaya alışmış, keyfimi çıkarmaya başlamıştım. Benzer düşüncelerin altında ezildiğim bir günün gecesi, elimde Can’ın kuruyan ve ütülenen çamaşırlarının bulunduğu seleyle beraber evden çıktım. Kasabanın köpekleri, bu geç saatte tek başına sokağa çıkmış adamın etrafını sarmakta gecikmediler. Belirsiz bir sebepten dolayı tedirgin olmuş bu hayvanları uzaklaştırmam kolay olmadı. Onların bu halleri, zaten tedirgin olan ruhumu iyice daraltıyordu. Bir an geri dönmeyi düşündüm. Sonra kendimi toparladım. Kısa bir yürüyüşten sonra Can’ın kaldığı eve vardım. Hiçbir zaman kilitlenmeyen kapıyı açtım ve ışığı yakmadan çamaşırları kapının yanına, yere bıraktım. Her seferinde çamaşırları aynı yere bırakırdım. Kapıyı ardımdan kapatıp Can’ın odasına doğru yürüdüm. Erken uyumuştu. Odasının aralık duran kapısını hafifçe ittim. Pencereden odaya giren sokak lambasının ışığı sakin yüzünü aydınlatıyordu. Yüzüne baktım ve nasıl da umursamaz göründüğünü düşündüm. Sadece uyurken değil, her zaman bir umursamazlık havası vardı üzerinde. Ne de olsa büyük bir şehri ardında bırakıp teşrif etmişti aramıza. O bizleri umursamasa da biz onu umursamak, pohpohlamak zorundaydık. Elim ceketimin cebine gitti; sonra ani bir mide bulantısının ve bir baş dönmesinin esiri oluverdim. Ayakta duramayacak, olduğum yere yıkılıverecekmiş gibi hissettim birden. Yıkılmamak için kapıya sarıldım. Kendimi az da olsa toparladıktan sonra arkamı döndüm ve odadan çıktım. Kısa koridoru geçerken bu yürüyüşün hiç bitmeyeceğini, sokak kapısına asla varamayacağımı sandım. Ayağım az önce bıraktığım çamaşır selesine takıldı ve yere düşmemek için bir kez daha kapıya sarıldım. Kendi kendime söylenerek doğrulurken, kapının hemen karşısındaki kanepede kıvrılmış yatan Talat Ağa’yı fark ettim. Gözlerinin açık olduğunu sanıp korkuya kapıldım. Emin olamadım. Uyuyor da olabilirdi. Sonunda uyuduğundan emin olmak için yapabileceğim en saçma hareketi yaptım: Elimi belli belirsiz kaldırdım ve uyuyan adama, sanki onunla gün ortasında çarşıda karşılaşıyormuşuz gibi selam verdim. Çok iyi rol yapmıyorsa eğer gerçekten uyuyordu. Yine de kulaklarımdaki uğultuyu bastıramıyor, içimdeki korkuyu dindiremiyordum. Buna dayanamayacağımı anlayarak arkamı döndüm. Kapıyı açıp gidecektim. Kararımı yine erteliyordum; her zaman yaptığım gibi. O an aklımdan geçen şeyin, bizi karar vermeye ya da plan yapmaya zorlamayan bir dünyanın özlemi olduğunu açıkça hatırlıyorum. Kapının kolunu kavradım ve aşağıya doğru çevirdim. Tüm ertelenenleri arkamda bırakıp gidiyordum. Kapıyı açtım. Ve o an kalbim durdu. Burnumun dibindeki iri gölgenin içinden fırlayan iki göz beni süzüyordu. Kimsin sen? Korku mu?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Anıl Gökpek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |