Sorularla dolu bir kitap... hiçbir zaman eksiksiz olamaz. -Robert Hamilton |
|
||||||||||
|
Yazamıyordum. Onlarca kitaba imza atmış, son yirmi yıldır hayatının bir gününü bile yazmadan geçirmemiş olan ben yazamıyordum. Üstelik bu birkaç günlük bir durum değildi. Tam elli altı gündür yazamıyordum. Bazen elli altı gün önce öldüğümü düşünüyordum. ‘Ölüm herhalde bu olmalı’ diyordum. Ölmek ve cehenneme gitmek… Her gece yazı masamın başına geçiyordum. Artık bir roman ya da öykü yazmaktan çoktan vazgeçmiştim. Bir şiir ya da kısacık bir makale yazsam yetecekti bana. Ama olmuyordu işte. Neyi düşünsem,hangi konuyu yazmaya kalkışsam o konudaki her şey yazılmış, bana diyecek tekbir kelime kalmamış gibi geliyordu. Yıllarca gördüğüm her şey hakkında sayfalarca yazmıştım. En basit konuları bile öyle farklı ve öznel anlatmayı başarmıştım ki şimdi içinde bulunduğum duruma anlam veremiyordum. Her şey düşünülmüş, her şey yazılmıştı sanki. Tam ‘Mecburum sana,senden daha fazla’ diye bir şiire başlamak istiyordum; ama Atilla İlhan’ın sesi dolduruyordu odamı. ‘Ben sana mecburum bilemezsin Adını mıh gibi aklımda tutuyorum’ Vazgeçiyordum aşkı anlatmaktan. Bodrum’u anlatmaya yelteniyordum. Bu sefer de Halikarnas Balıkçısı’nın o güzel betimlemeleri yankılanıyordu odamda. ‘… Mavi ve yeşil öylesine derin ve tatlıdır ki; değil insanlar, taşlar ve duvarlar bile kendisine çeker. Dünyanın en güzel ve en saf mavisi buradadır.’ İstanbul’u anlatmakta mümkün değildi ki Orhan Veli’den sonra. Biliyordum, bir kelime yazmaya kalkışsam; ‘Önce hafiften bir rüzgar esiyor Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda Uzaklarda,çok uzaklarda Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı’ diyecekti. Hiç kafa yorulmamış, hiçbir şey yazılmamış bir konu bulsam yazacaktım emindim. Saatlerce denize bakıyor, bana hissettirdiklerini düşünüyordum. Denize bakarken benim düşündüklerimin aynısını düşünen başka insanların, yazarların ya da romantiklerin olabileceği düşüncesi beni rahatsız ediyordu. İşte bu histi yazmamı engelleyen. Sadece bana özel olan, benim gördüğüm ve hissettiğim bir şey bulmak bu kadar zor muydu? Bu koca dünyanın sadece bana sunduğu küçücük de olsa bir şey yok muydu? Benim için özel olan ne var diye düşündüm. Arkadaşlarım, dostlarım. Evet, onlar özeldi benim için; ama yalnızca bana ait değillerdi ki. Aynı zamanda başkalarının da arkadaşları, dostlarıydılar. Kitaplarım, yazarlarım. Neyzen Tevfik, Oğuz Atay, Tolstoy, Stendhal. Hepsi özeldi benim için. Ama başkaları için de özeldi bu yazarlar. Kadınlarım. Sevdiğim kadınlar. Hayatıma soktuğum tüm kadınlara delice tutkundum. Ama benim kadınlarıma başka erkekler de delice tutkun olabilirlerdi gizliden gizliye. Engelleyemezdim onları. Yani benim olan kadınlar bile tam anlamıyla benim değillerdi. Evim. Koca yaşantımı sığdırdığım evim. Evet, evim yalnızca benimdi; ama benim aradığım özel olma durumu maddesel bir şey değil, tamamen ruhani bir şeydi. Onu gözlerimle görmeliydim; ama maddi bir karşılığı olmamalıydı hayatta. Üç ay daha geçmişti ve artık yazma çabalarıma son vermiştim. Yazı masamın başına geçerek zorlamıyordum kendimi. Yaptığım tek şey sokaklarda, kafelerde, vapurlarda ve farklı şehirlerde, kısacası her yerde ‘bana ait olanı’ aramaktı. Yoktu,ona hiçbir yerde rastlayamıyordum. Kendime ve yazarlığıma olan güvenim çoktan sarsılmıştı. Bir zamanlar gazetelerin ‘büyük romancı’, ‘Dünyanın en önemli yazarlarından biri’ ya da ‘O bir deha!’ diye manşetler atarak bahsettikleri adam ben miydim? Uzun zamandır neden yazmadığımı soran gazetecileri çok önemli bir yapıt üzerinde çalıştığım yalanıyla geçiştiriyordum. Ne yazdıkları, ne düşündükleri umurumda bile değildi artık. Okuyucularım için de üzülmüyordum. Söyleyecek sözü bitmiş bir yazar ne işlerine yarayabilirdi ki? Sözü bitmiş yazar Kalemi tükenmiş yazar Bitik yazar Yazamayan yazar… Bu betimlemelerle yaşamayı öğrenmeliydim. Artık yapabildiğim en iyi iki işten sadece birini yaparak geçiriyordum günlerimi. Ömrüm boyunca hem yazmış hem okumuş olan ben, şimdi hayatta kalabilmek için sadece okumaya tutunabiliyordum. Saatlerce hiç kıpırdamadan okuyordum. Okuyarak geçirdiğim bu uzun günlerde nadiren dışarı çıkıyor ve içimdeki ufacık umutla yollara düşüyordum. Yine böyle bir gün kısa bir yürüyüşten sonra evime dönmek için çamlık yolundan geçiyordum. Dar yol boyunca iki katlı eski ahşap evlerin çamların arasına gizlendiği bir yerdi burası. Her ev birbirinin aynısı gibiydi. Dış cepheleri en küçük ayrıntısına kadar aynı evler…Kuşkusuz evlerin içlerindeki yaşam da aynıdır diye düşündüm. İşe giden,yemek yiyen, uyuyan, sanattan uzak insanlar. Tam bunları düşünürken bir evin kapısında asılı duran anahtarı fark ettim. Biri anahtarı kapıda unutmuş olmalıydı. Önce tereddütsüzce yürümeye devam ettim. Başkalarının hayatına dahil olmak, onlardan biri olmak korkutuyordu beni. Bu yüzden anahtarı görmemezlikten gelmek en iyisi diye düşündüm;ama anahtarı bir çocuğun unutmuş olabileceği aklıma geldi. Çocukları severdim. Daha sıradanlaşmadıklarına inanırdım onların. Anahtarı unutan çocuğun başına kötü şeyler gelebilirdi. Eve hırsız ya da katil girebilir, çocuğu öldürebilirdi. En iyi ihtimalle çocuk anahtarı unuttuğu için annesinden ya da babasından dayak yiyebilirdi. Bu düşüncelerimden sonra istemeyerek eve doğru yöneldim ve anahtarı sahibine vermeye karar verdim. Kapının ziline bastım ve beklemeye başladım. Açan olmadı. Tekrar zile bastım;ama yine ses yoktu. Anahtarı çevirerek, kapıyı açtım ve ‘Merhaba,kimse yok mu?’diye seslendim. Tiz bir kadın sesi ‘Merhaba, içeri girin yukarıdayım’ diye karşılık verdi. O anda başıma dert aldığımı düşündüm. Kızdım kendi kendime. Anahtarı unutan çocuk falan değildi işte. Boşuna endişelenmiştim. Kapıyı kapattım ve içeri girip merdivenleri çıkmaya koyuldum. Merdivenleri çıktığımda sağdaki ilk odaya başımı uzattım ve yaşlı bir kadınla göz göze geldim. Hayretle kadına baktım. Bana biraz önce seslenen kadın bu olamaz diye düşündüm. Bu kadar yaşlı bir kadında böylesi ahenkli ve genç bir ses çıkamazdı. Düşüncelerimden sıyrılıp ‘Beni çağıran bayan siz miydiniz?’diye sordum. Kadın başını salladı. Ona anahtarını kapıda unuttuğunu ve bunu haber vermek için geldiğimi söyledim. Kadın yine başını salladı. ‘Buyrun anahtarınız, burası ıssız bir yer daha dikkatli olmalısınız’ dedim ve oradan ayrılmak için kapıya yöneldim. O anda kadının sesini işittim. ‘Anahtarı unutmadım, bilerek kapıda bıraktım.’ Kadının söylediklerini duymamıştım bile. Beni hayrete düşüren şey kadının sesiydi. Beni biraz önce içeriye davet eden sesin bu ses olmadığına yemin edebilirdim. Emin olmak için şaşkınlık içerisinde ‘Efendim?’ dedim. Kadın aynı sözcükleri daha vurgulu bir şekilde tekrar etti. ‘Anahtarı unutmadım, bilerek bıraktım.’ Bu sözlerin anlamını kavramamla birlikte şaşkınlığım daha da arttı. ‘Neden böyle bir şey yaptınız?’ ‘Yalnızlık insana her şeyi yaptırır. O anahtar sayesinde arada sırada da olsa insan görme şansına kavuşurum.’ ‘Tamam ama beni içeriye davet eden sesin size ait olmadığına eminim ben. O ses daha genç ve daha buğulu bir sesti.’ Kadın güldü. ’Hadi canım sizde.Keşke bu dediğinize inanabilsem, o zaman bu evde bir insanla birlikte yaşadığımı düşünebilirdim ve bu da ne büyük bir armağan olurdu benim için. Oturmaz mısınız?’ Hiç düşünmeden kadının karşısındaki koltuğa oturdum. İlk kez bir yabancının yanında bu kadar rahat olduğumu, ondan kaçmadığımı hissediyordum. ‘Beraber bir fincan çay içmeye ne dersiniz ?’diyerek ayağa kalktığında, ben de kadını daha iyi incelemek için fırsat buldum. Kaçtı kadının yaşı?Doksan civarı olmalıydı. Yaşına rağmen bakımlı ve dinç görünüyordu. Bu loş odada bile fark edilebilen masmavi gözleri vardı. Bu gözlerde yaşayan muzur bir çocuk vardı sanki. Gözlerinin içi gülen insanlardandı. Bu gözleri gören bir insanın bir daha unutamayacağını düşündüm. Keder, çoşku, deneyim, utanç, çekicilik…Hepsi vardı bu gözlerde ve bir göz ancak bu kadar çok anlamı bir arada barındırabilirdi içinde. Kadının zengin olduğu belliydi. Kıyafetlerinden, evdeki eşyalardan da bu anlaşılıyordu. Ne kadar yalnızlıktan bıkmış bir hali varsa da kendini bırakmış, yaşama sevincini yitirmiş bir insana benzemiyordu. Ben bunları düşünürken yaşlı kadın, elinde çay fincanları ve çikolatalı kekle odaya girdi ve konuşmaya başladı. ‘Dediğim gibi ben yalnızlığa mahkum bir insanım. Ne bir dostum ne bir akrabam var. Bu yüzden de insanlarla tanışmak için böyle bir çareye başvurdum. Bu bir anlamda benim için bir oyun. Tüm gün burada oturup, birinin kapımı aralamasını beklerim. Genelde gelen olmaz. Başkalarının hayatlarını duyarsızdır insanlar, bilirim; ama arada sırada sizin gibi misafirlerim olur. Onlarla birkaç saat sohbet ettikten sonra yine kendime dönerim. Ziyaretçilerimden hiçbiri sohbetimden memnun kalmıyor olacaklar ki bir daha uğramazlar.’ ‘Peki ya bir hırsız ya da katil eve girip sizi öldürmeye kalkarsa? Nasıl güvenirsiniz bu kadar insanlara? Mesela ben biraz sonra öldürürsem sizi?’ ‘Ha, güldürmeyin beni. Ben insanları ilk görüşte tanırım. Tecrübe derler buna. Zaten çok yaşamanın tek iyi yanı da bu tecrübe dedikleri şeydir. Ayrıca eski günlerini tekrar tekrar yaşayan ve yaşayacak başka bir şeyi kalmayan bir insanın ölümden korkusu da kalmıyor. Hatta istiyor insan ölümü.’ ‘Size akıl vermek istemem; ama böylesine yalnızlık çekeceğinize bir bakım evine yerleşseniz olmaz mı?’ ‘Olmaz sevgili bayım. Burayı terk edip gidemem. Üzülür bu ev, anılarım, hepsi çoktan ölmüş dostlarım. Bu evin eşyaları, duvarları konuşur benimle. Eski günlerden bahsederiz. Baloların, zarif insanların olduğu Cumhuriyet’in ilk yıllarını yaşarız tekrar tekrar. ‘Belki beni içeriye davet eden ses bu eşyalardan birine aitti.; ama asla size ait değildi.’ ‘Hadi canım! Ya kulaklarınız ya da hayal gücünüz sizi yanıltıyor olmalı. Siz gelmeden önce şu gramafonla söyleşiyorduk. 1930 yazındaki balolarda söylediğimiz şarkıları anımsatıyordu bana. Siz bilir misiniz eski şarkıları?’ Cevabımı beklemeden şarkı söylemeye başladı. Zil,şal ve gül bu bahçede raksın bütün hızı Şevk akşamında Endülüs üç defa kırmızı Aşkın sihirli şarkısı yüzlerce dildedir İspanyol neşesiyle bu akşam bu zildedir. Şarkıyı söylerken yine sesi değişmişti. Sesi elli yaş gençleşmişti sanki. Hem şarkıyı söylüyor, hem de dans ediyordu. Öyle kendinden geçmişti ki bir an gerçekten 1930’larda yaşadığımıza inandım. ‘İşte yine o ses.Yine gençleşti sesiniz!’dedim. ‘Bilir misiniz bu şarkıyı?’ Beni hiç duymamış gibiydi. ‘Evet.Yahya Kemal’in bir şiiri bu; fakat sesiniz…’ Birden başka bir şarkı söylemeye başladı. Biraz kül biraz duman o benim işte Kerem misali yanan o benim işte İnanma gözlerine ben ben değilim Beni sevdiğin zaman o benim işte. ‘Bu sözlerin kimin olduğunu da bilir misiniz?’ ‘Tabi Ümit Yaşar Oğuzcan’ ın; fakat…’ Şaşırma sırası yaşlı kadındaydı. ‘Buraya gelen hiç kimse ne bu şarkıları bilir ne de yazarlarını. Birçok insana göre can sıkıcıdır bu şarkılar. Sizi sıkmıyorum ya?’ ‘Hayır lütfen devam edin o günleri anlatmaya’ Bu sözden sonra uzunca bir süre nefes dahi almadan onun anlattıklarını dinledim. Kadın bir tiyatro oyunu sahneler gibi gençliğini, aşklarını, o günlerin sefasını anlatıyordu. Kimi zaman şarkılar söylüyor, kimi zaman net hatırlayamadığı olayları duvarlara, eşyalara soruyor ve anlatmaya devam ediyordu. Bir düş olmalıydı bu. Anlattığı insanların hepsini net bir biçimde gözümde canlandırabiliyordum. Bir düşten uyanır gibi irkilip kendime geldiğimde sekiz saattir burada olduğumu fark ettim. Saat neredeyse gece yarısına gelmekteydi. Hayatımdaki bu en güzel ve en eşiz anları bana yaşattığı için bu olağanüstü kadına teşekkür ederek ayrıldım oradan. Ona yarın tekrar geleceğime dair söz verdim; ama o benim bu sözüme inanmadı. Bende en önemli eşyam olan gözlüklerimi ona bırakmayı kabul ettim. O gün sanki yalnızca yaşlı bir kadınla değil de, yıllar öncesinden çıkıp gelen onlarca insanla ve bir de ‘özel’ bir kadınla tanışmıştım. Birden ne düşündüğümün farkına vararak durdum ve gülümsedim. Adımlarımı sıklaştırarak hemen eve vardım ve hiç zaman kaybetmeden yazı masamın başına geçtim. Gözlüklerim olmadığı için görmekte çok zorlanıyordum; yine de yazmayı denedim. Aylardır aradığım ‘özel’ yıllar öncesinde yaşamış olan bir kadın olabilir miydi? Sadece şarkı söylerken sesini duyduğum ve yalnızca masmavi gözlerini gördüğüm, diğer bütün özelliklerini kafamda yarattığım o kadın yalnız bana ait olan şey olabilir miydi? Ondan bu kadar etkilenmemin nedeni bu muydu? Bu merakım gün doğarken son buldu.Yazmıştım işte! Sonunda o kadına yazmıştım. Gerçekçe geçmişte var olmuş; sesiyle ve gözleriyle bugün bunu bana ispatlamış o kadına yazmıştım. Aklımı yitirecek gibiydim. Bu büyünün bozulmasından korkuyordum. Hemen giyinip, tekrar yaşlı kadını görmek için evden çıktım.Yalnızca benim olan kadın hakkında daha çok şey öğrenmek istiyordum. Üç ay boyunca hemen hemen her gün yaşlı kadını ziyarete gittim.Yaşlı kadın bana o genç kadını anlattıkça hayranlık duygum, aşka dönüşmeye başladı. Kendi düşüncelerimde şekil bulan bir kadına aşık olmuştum.O kadın hem karşımdaydı, hem de karşımdaki kadınla hiçbir alakası yoktu. Onu tanıdığım ilk günden sonra yazabildiğim tek şey o kadın oldu. Onun mavi gözleri…Elimin kalem tutuğu son güne kadar da hep o kadına yazdım. Onunla tanışmamı sağlayan ve yazma tutkumu bana yeniden kazandıran o melek yüzlü yaşlı kadın tanışmamızdan üç ay sonra yoktu artık. Onu gördüğüm son gün kulağıma eğilerek ‘ Benden sonra duvarlarımı ve eşyalarımı yalnız bırakma, benim anlatamadıklarımı belki onlar sana anlatırlar. Belki sesimin sırrını bile açıklarlar sana’ demişti. O günden sonra duvarları ve eşyaları konuşturmak için çok çaba harcadım; ama tekbir söz bile etmediler. Yaşlı kadın şimdi çok sevdiği evinin bahçesinde yatıyor.Ve her gece rüzgarın mırıldandığı şu şarkıya eşlik ediyor: Ölüm Asude bahar ülkesidir bu rinde Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüten Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar,her gece bir bülbül öter. Benimse elim kalem tutmuyor artık . Ve bacaklarımın gücü de yetmiyor o eve gitmeye. Şimdi yapabildiğim tek şey hayatımın en özel ve asla bitmeyecek olan aşkını düşünmek ve ona yazdığım şu son yazıyı tekrar tekrar anımsamak… GÖZLERİN Sana söylemek istediklerim vardı. Anlatmak istediklerim. Sen başkaydın. Son kadehimdeki şaraptın sen. İçince neler olacağını bile bile içtim seni. İçimi öylesine seninle doldurdum ki, öylesine sen yaptım ki her şeyi, sen uykularımdan uyandığım sabahlarım oldun. Akşam üstlerinin dinginliği, gecelerin hüznü oldun. Gözlerin uçsuz bucaksız bir deniz oldu, sardı beni. Kurtulamadım, boğuldum. Bir tekne, bir liman aradım. Evet, liman da vardı tutunacak, tekne de. Ama yapamadım. Sırtımı döndüm teknelere, limanlara. Ben sende boğulmaya razıydım; çünkü sende boğulmak en güzeliydi yaşamanın. Sana bunları söyleyecektim; ama Beklemedin, ben doğmadan sen gittin!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ASLI, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |