..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Özgür Tanrıverdi




2 Mayıs 2005
Aşkın Titreyen Elleri  
Özgür Tanrıverdi
Uykum geldi artık... evet... uyku bu herhalde… Bu ışık!... ve bu masmavi parıltı… Bu aydınlık beyaz ışık… Yoksa?...


:BIHD:
Aslında pek de umutsuz değildim hayatta. En derin çöküntülerimde bile hep hayata yeniden doğacakmışım gibi hissederdim. Savaşlarım esaretimden, gözlerimin donuk bakışlarından koparırdı beni. Yeniden kutsanırdı hayatım, her gün doğuşunun, en ürkek gün ışınlarının çevreye yayıldığı anın aydınlığı gibi. Ama galiba yaşlandım. Dile kolay, ne de olsa geçmişin yegane yiğidiydim, kendi sayısız cenk meydanlarımdan canlı bir nefer olarak çıktığım yeni günlere. Şimdi ise bu pencerenin ardında, gençliğimin en fırtınalı günlerinin yaşandığı şu daracık sokağa bakıyorum uzaktan. Heyhat!... Hayat denilen gerçeklik buymuş demek. Bayramlarda çocuklarımın ellerimi öpmesini beklemek ya da o en eski yanımdam ayırmaktan korktuğum -ki ayırırsam sanki bu hayattan da ben ayrılacakmışım gibi geliyor nedensizce bana- cüzdanımdam çıkaracağım birkaç metelik para torunlarıma. Kollarım ne kadar güçsüzleşmiş, uzanmak bile istemiyorum şu buğulanmış camdan engelime. Boşver, uzun zamandır öylece bakıyorum zaten hayata bir sis bulutunun ardındaymışçasına. Aslında yıkılmamıştı, hiç bu denli, ümitlerimin dağları. Belki de son bir nefes kadar yakın, o hep uzak gördüğüm ölümün benim gibi yaşlı elleri. Belki de birazdan saracak beni o ölümün kurşun işlemez yeleği bedenimi ve uzun zamandır ulaşamadığım ışık sadece beni alacak bir tünel olacak gözlerimin önünde. Olsun varsın!... Korkmuyorum. En güzel yolculuk olacaktır belki de uzun zamandır bana. Şu hantal tekerlekli sandalyeden kopacak olması bile ruhumun özgürce, içime bir serinlik veriyor anlık da olsa. "Ahhh Hasan Efendi, ahhh!... Bu eller nasıl da titriyor böyle." Oysa geçen zaman içinde- "böyle çok yakınmış gibi konuştuğuma bakıp yanılsamayın sakın, çok zaman oldu çok…" - bu eller neşterler tutardı en canavar ameliyatlarda. Şimdi ise nafile çaresizlikleri tutuyor titreyerek. Acıdınız değil mi bu yaşlı adama?... Yok, hayır acımayın ben inanılmaz müteşekkirim hayata dair. Zaten içim yaşlandığından bu kadar eski, huzursuz keder sözleri. Yoksa daha yetmişine bile ulaşmadı kalbimin odacıkları. Yine de uçup giden o en güzel yıllarımın ardından, tam huzura eriyorum derken, mutluluklarımla en acı gündü, beni bu sandalyeye mahkum eden. En kötüsü değildi aslında bu mahkumiyetim, hayatımın. Daha da kötüsü vardı; yüreğimin her damarında kanımın hızlıca akmasını engelleyen, sancılı pıhtılar… Hayat arkadaşımın kaybıydı o elem kazada. Ne demeye gidersin ki bu yaşında tatile. O eylülün en esintili ama sıcak günlerinden birisinde, benim oğlanın arabasıyla yola koyulmuştuk güneye. Göçüyorduk sanki kuşlar gibi sıcacık uzak ama huzur dolu memleketlere. Uzun ve alışılmış bir yolda alışılmış müziklerin çaldığı bir araba teybinde, yine yılların alışılmışlığı üstünde sohbetleriyle benim oğlanın; adı Tolga, o çocukluğun hınzırlığını yüreğinde hep taşıyan koca adamın arabasında, aile reisiyim ya, önde oturuyorum. Arkada gelinle benim hanım, -ruhu şad olsun, kucaklarında Gizem ile Emre neşe içinde, gelin kaynana huysuzluğundalar yol boyunca. Hep böyleydi zaten Saniye Hanım. Okul yıllarında, daha doktorculuk oynama çağında tanışmıştım, o en sıcak mavi bakışlarla. Yıllar sonrasında da dinmedi masmavi fırtına, hep aynı bakardı gözlerimin en derin sevgi noktalarına. Şimdi eminim ruhumun O’na kavuşmasını beklerken de meçhul ölüm yolunun diğer ucunda beni sabırsızlıkla izliyordur o mavi deniz gözler. Ahhh, Saniye Hanım, ahhh!... Zamansız terkedilmişliğin en acısını yaşattın bu yüreğe. Eylülde gel, derdi ya hani şiir; biz de hep eylülde yüreğimizle yelken açardık Halikarnas’a. Ama, o eylül sıcağının yollarında, bir anlık şaşkınlık ve heyecanın yol açtığı drama yenik düştü aşkımız. Hani birlikte ölecektik; öyle derdik ya, ölümden korkmadığımızı birbirimize söylerken yüreğimiz kuşku duysa bile. Ama karanlık ve belirsiz virajda, o kahrolası uyuklayan kamyon şoförünün en hazin dalgınlığının kuvvetli farlarını hissettiğimiz an.... bittik, evet bittik… Masmavi gözlerinin nemli, korku dolu solgunluğuydu en son hatırladığım. Kendimi senden uzaklarda ilk hissedişimdi o alışmış olmam gereken hastane odalarından birinde, aslında pek de düşünmediğim yatakların birinin üzerinde kendime geldiğimde. Huzur dolu bir uykudan uyanmışçasına bakınmıştım o vakit etrafıma. Kolumu yana güçlükle uzatırken, her halde yine neden bu kadar çok güneşte kalıp uyukladığımı sorguluyordu zihnim, bir yandan da ellerim senin o huzur veren bedenini bulmaya çabalarken. Birden içimin bulantısı arttı, tarif edilmezcesine… Gözyaşlarım doldu, ama taşamadı, boğmaya başladı sanki genzimden arkalara soluğumu kapayacakmış gibi akmaya başladığını sandığımda. Sustum, bakışlarımı tavana verdim çaresizce ve daldım. Offf, Saniye Hanım, neredesin? … On beş yılı doldu sensizliğin o karanlık virajında sürüklenişimin..

….

"Neredesin, Ayla kızım? İlaçlarımı getirsene.. Offff… Zaten yemekleri de hazırlamadın daha değil mi? Ben senden daha gencim be kızım, biraz kıpırdasana. Birazdan Emre ile Gizem gelecek; hadi be kuzum…"
"Tamam, Hasan Bey. Geliyorum. Benim de kırk tane elim kolum yok ki… Yine ne oldu pencerenin yanında huysuzlaştın…"
"Bak şimdi de huysuz olduk. Tabi ya, kurt kocadı ya, senin gibi çakalların maskarası olduk alimallah!.. Neyse ki hala hafızam yerinde. Çok şükür yatalak da değilim. Ya bir de öyle olsaydım, şuracıkta yatakta, sessizce gözlerim tavana dikilmiş yatsaydım…"
"Allah korusun Hasan Bey. O nasıl söz?! Siz benim babam gibisiniz. Takılıyorum alınmayın lütfen."
"Tamam kuzum tamam. Hadi ver şu ilaçlarımı da biraz acım dinsin."

…..

Yürüyememenin verdiği hazanı taşıyor şu zayıflamış, eski gücünden eser kalmamış, incelmiş bacaklarım. Zaten tekerlekli sandalyede oturduğumu bilmesem şuurum açık şekilde, alt uzuvlarımın olduğundan da şüphe duyacağım. Sabır dolu çaresiz ve yanlız gecelerde hep kılavuzum oldu, o mavi gözler. Gelini de kaybetmiştik o lanetli gecede. Yıllar geçti, torunlar büyüdü, bizim oğlan ise yalnızlığın esaretinden yeniden evlenerek kurtulabildi. Hep vicdan azabı çekti durdu nedensiz, belki de kendine göre nedenlerle. Ama hayat böyle...

……

Şu odaya bak. En son hatırladığımla aynı gibi sanki. Yıllardır tek bir eşyanın yeri değişmedi. Fakültenin son yılında evlenmiştim. İstanbul'un kirli kadehlerinin dibindeki sevda artıklarını yaşamıştım o zor tıbbiye yıllarımda. Sonra o ulaşamadığım ümitsiz aşkıma aniden, beklemeden kavuşmuştum ve sonra da bir eylül esintisinde, huzur dolu bir İstanbul akşamında evlenmiştik. Yorgun olmadığımız ve bitmeyen nöbetler nedeniyle, artık depresyona karşı bağışıklık kazandığımız dönemlerde, eğer içimizdeki bir güç bizi her şeye rağmen zorlamışsa, boğazda bir yol yürürdük beraber. Şaşırırdım, boğazın o serin, mavi, değişken renginin bizim Hanım'ın gözlerindeki dansına. Güneş tam ardımızdan batardı ama yine de, o çekingen, gitmek istemeyen kızıl yıkantı, boğazın derin sularında yansırdı gözlerimizin önünde. Biz öylece dalmışken huzur içinde geleceğe, aniden ay doğuverirdi, şaşırırdık bir anda oluşan mehtaplı gecedeki yakamoz sevincine. Hep böyle sürmeliydi. Ama……

Şu ellerimin buruşuk yalnızlıklarına bakınca hayatın acı gidişatını yüreğimde hissetmemem mümkün değil… Yanılmışım hayata ve inançlarıma dair. Nasıl bir hayatmış bu anlamadım ki!... Aslında hep doktor olmak istemiştim ve tabii ki cerrah. Ellerim o kadar maharetliydi ki -aslında bu ukalalık değil, yanlış anlamayın beni- bir defa bile titremezdi elimin yardım için tutuşan parmakları. Ama ya şimdi, güçsüz ve titrek parmaklarım. Para bile sayamıyorum bazen, ama buna da şükür…. O masmavi içtenliği gözlerimin önüne getiremiyor olsaydım ya... Ne hazin bir şey olurdu benim için. Titreyen ellerim, ne geçirdiğim kazanın acımasız bir kalıntısı, harabeler gibi yükselen, ne de yaşlılığımın artık ruhuma da işlemiş yalnızlığı. Gülümseyerek baktığım bu titreyen ürkek eller, aslında aşkımın titreyen elleri. Korkan genç davranışların en kaçamak beden diliyle, o okul kantininde kaçamak bakışlarımın ürkekliğinde Saniye Hanım'ın ellerinden tutuşumun gerçek hisleri bu yaşlı ellerdeki. Ahhh, içimdeki bu kıpırtı dolu heyecan… O an geldi mi bilmiyorum ama bari şu kapının zilinin torunlarımın sevgi dolu sesleriymiş gibi çalışını duyabilseydim. Ne korkuyorum son nefesten, ne de şu an istiyorum onları, son kez gülümseyen bakışlarımla sevemeden şu heyecanımı artıran beyaz ışığa kavuşmaktan. Pencerenin önünde, şu akıl noksanı gibi tuhaf fikirleri olan hizmetçi kızın dediğinin aksine torunlarımın geleceğini bilerek dışarıya bakıyorum. Belki de yatağıma bile geçemeden bu hapsolduğum soğuk, metal sandalyede hiç acısız ve zahmetsiz ulaşacağım parıldayan ışığıma. Aslında bir huzur da var içimde ama… Uykum geldi artık... evet... uyku bu herhalde… Bu ışık!... ve bu masmavi parıltı… Bu aydınlık beyaz ışık… Yoksa?...


.Eleştiriler & Yorumlar

:: Aşkın Titriyen elleri hk.
Gönderen: Taki Akkuş / İstanbul/Türkiye
26 Ağustos 2006
Sevgili Özgür, güzel bir öykü. Akıcı bir anlatım.İnsan geçmiş anların sevinç ve acılarını birlikte paylaşıp, sevgiyle yaşam direngenliğine dönüştürünce yaşam direnci artar. Kalemine yüreğine sağlık. Kal sağlıcakla.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Boşluk [Şiir]
Nasıl? [Şiir]
Güncelerin Güncesi [Şiir]
Karanlığın Sesi [Roman]
Kurak Gönüller [Roman]
Kırmızı [Roman]


Özgür Tanrıverdi kimdir?

Sadece yazıyorum. . .

Etkilendiği Yazarlar:
-


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Özgür Tanrıverdi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.