Dünya hiçbir padişaha kalmadı, sana da kalmayacaktır. -Nizamî |
|
||||||||||
|
‘Yazmak... Ama neden, neyi ve nasıl yazmak?’ Bu soruyu kendime ne sebeple sordum gene? Kendimle yüzleşmek amaçlı mı? Bilmiyorum. Ağustos ayının sonlarına doğru 1 eylül 2005’te en sevdiğim yazarlardan biri olan Gabriel García Márquez’in ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ kitabının piyasaya çıkacağı haberiyle bir ilgisi var mıydı? 1 eylülde kitabı aldığım ana kadar içinde neler olduğunu tam anlamıyla bile bilmiyordum. Bu yüzden, pek emin değilim. Peki, acaba ağustos ayında haftalık bir dergide önemli yazarlarla nasıl kitap yazılır, nasıl yazı yazılır vs tarzı bir yazı dizisi sebep olmuş olabilir miydi bu soruyu sormama? Olabilir. Şimdi düşününce galiba hepsi bir arada oldu diyorum, ama sıralama yukarıda yazdığım gibi değil, sondan başa doğru. Rilke doğru söylemiş, yazmadan yaşamayı becerebiliyorsan, yazma. Ben de kendime sordum, ‘Yazıyorsun da neyi yazıyorsun ve neden yazıyorsun?’ diye. O yukarıda bahsettiğim haftalık dergideki yazı dizisinde Attila İlhan diyor ki: “Bir süre sonra yavaş yavaş dünyayı anlayıp haksızlıkları dile getirme arzusu duyuyorsunuz. ‘Bunu nasıl yaptılar?’ diye soruyorsunuz ve işte o noktada söyleyecek bir şeyiniz varsa yazabiliyorsunuz.” Bir yandan bu yazı dizisinde söyleşi yapılan bazı yazarlar da insan kendinden mi yola çıkar yazarken, kendini yazmalı mı yazmamalı mı gibi tartışmaların içine bodoslama dalmışlar, öte yandan gazeteler G.G.Márquez’in tamamen kendi anılarından oluşan yeni kitabının müjdesini veriyor. İşte bu noktada kendimle yüzleşme arzusu duydum. İnsanın dünyayı anlayıp haksızlıkları dile getirme arzusu, rahatsızlık duyduğu şeyleri dile getirmesi mutlaka yumruğunu masaya vurarak mı olmalıdır? Sanki böyle bir beklenti var herkeste. Ben çok mu toz pembe görüyordum etrafı? Çok mu yumuşak yazıyorum, gerçeklerden bahsetmiyor muydum? Bu ve buna benzer sorular bütün bir hafta boyunca kafamda bir tilki ordusu şekline girerek ve bana sırtlan bakışlarıyla sırıta sırıta dolaştı durdu. Hayır, ben dünyayı toz pembe görüp sorunlardan uzaklaştığımı sanmıyorum ve bazı konulara parmak basmıyor değilim. Beni rahatsız eden noktayı buldum aslında: Ben sadece gezi yazıları ve değişik yerlerle ilgili yazan biri değilim, rehber olduğum için bunu benden bekleyenler var biliyorum. Onları da büyük bir zevkle yazıyorum, bu ayrı. Ama genelde beni rahatsız eden şeyleri yazıyorum, dikkatli okunursa görülür, genelde aynanın öbür tarafından bakarak, yumuşak kalmaya dikkat ederek. Güzel şeyleri yazıyorum, insanlara güzellikleri hatırlatmak da önemli bence. Hatta haksızlıkları güzel şeyleri yazarken dile getirmek daha kolay oluyor. Belki kadınca bir bakış açısı... Ama gene de bu formasyonda Márquez’in payı yok değil, hatta çok büyük. Bunu bundan seneler önce sergi fotoğraflarıma bakarken gördüğüm, fotoğrafları çekerken fark etmediğim, tüyleri hafifçe ürperten kompozisyonlarımdan çözdüm. Zaman içinde yazılara da yansıması kaçınılmaz olan bir durumdu bu ve benim harika bir dramaturji hocam vardı artık. Gabriel García Márquez... Bakın neler hatırlıyorum... 80’li yıllar. Viyana’da okuyorum. Bir yandan da İspanyolca öğrenmeye kafayı takmışım. Hatta Viyana Üniversitesi’nde İspanyolca derslerine giriyorum tercümanlık bölümünde. Bu arada da İspanyol ve Latin Amerikalı arkadaşlarım sayesinde epey pratik yapıyorum. 1982’de Nobel Ödülünü alan Gabriel García Márquez’in Türkçe’ye çevrilmiş eserlerini okumuşum ama şimdi onu İspanyolca okuma heyecanı sarmış yüreğimi. Günün birinde bir arkadaşım İspanya’dan bir kitap getirmiş benim için. Bu kitap beni bambaşka bir dünyanın içine sokuyor aniden. Kitap daha sonraları Türkçe’ye “Márquez’le Konuşmalar” adıyla tercüme edilecek, ama yarısı sansüre uğramış, kuşa dönmüş haliyle ne yazık ki tüm bütünselliğini ve hatta anlamını yitirmiş olarak karşıma çıkacaktı yeniden. O kitap öylesine etkilemişti ki beni... Aklıma ilk anda gelenleri yazayım hemen buraya: - Kitabın ilk cümlesi laboratuar görevi görür, diyor Márquez. O ilk cümle kitabın uzun mu, kısa mı, iyi mi, kötü mü olduğunu gösterir. (Hemen gidip ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ adlı eserinin ilk cümlesine bakıyorum ve ilk yazarlık dersimi alıyorum. O cümleyi okurken buzu görmeye giden çocuk minik Gabriel G. Márquez diye düşünüyorum.) - Herkes benim başyapıtımın ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ olduğunu sanıyor ve genelde her yazarda olduğu gibi yanılıyor. Márquez denince ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ geliyor insanların aklına, evet o da iyi bir eser ama bana sorarsanız benim adım geçtiğinde ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ gelmeli insanların aklına. Benim eserim odur. Ama yazarlar hep başka eserleriyle akılda kalır, diyor. (Yıllar sonra bu cümleler aklımdan geçtiğinde, Orhan Pamuk deyince de ‘Kara Kitap’ der herkes ama aslında ‘Cevdet Bey ve Oğulları’ olmalıdır diye düşünmüştüm. Halâ da öyle düşünüyorum. Aradaki tek fark, birinin İspanyolcası en mükemmelin de ötesinde, diğerinin Türkçesi ise kötü.) - Söyleşiyi yapan kişi, Márquez’e yazarken biraz abartılı olduğunu düşündüğünü söylüyor. Örneğin, ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanında bir karakterin etrafında dolaşan sarı kelebekler, evin damından uçup göğe yükselen kadın vs gibi. Buna yanıtı da çok hoş yazarın: ‘Onlar yalan ya da abartı değil ki’ diyor, ‘ben küçükken oturduğumuz eve bir adam gelirdi, büyükannem derdi ki, - bu adam ne zaman gelse şu sarı kelebekler de onunla geliyor. Uçarak göğe yükselen kadın da şöyle, romandaki bir karakterin ölmesi gerekiyordu ama ben bir türlü onu öldüremiyorum, o noktaya gelmiş ama, ölmesi gerekiyor. Nasıl yapacağımı bilemiyorum, kendimi dışarı attım. Bizim evin terasına çıktım. Çalışan kadınlardan biri çamaşır asmaya çalışıyor, onun işini engelleyen bir rüzgâr var çamaşırlar rüzgârda havalanıyor, dalgalanıyor ve kadın zorlanıyor. Birdenbire gözümün önünde roman kahramanı göğe yükseldi, gitti. Yazdım ve gidip yatağıma kapanıp saatlerce ağladım. Güney Amerika’da yağmur yağdı mı çok yağar, öyle Avrupa’daki yağmurla kıyaslayamazsınız, nehir dedim mi, Avrupa’daki nehirler yanında dere gibi kalır... Ben büyükannemle büyüdüm, beni karşısına oturtup korkunç hikâyeler anlatırdı. Benim bu biraz tüyler ürpertici tarzda yazdığım şeyler, hayâl ürünü gibi görünen şeyler hep ondan bana kalan.’ - ‘Nasıl yazıyorsunuz?’ sorusuna da şöyle cevap veriyor: ‘Sabah kalkar ve yazmaya otururum. Saat öğleden sonra üçe kadar yazarım, sonra da dışarı çıkar, arkadaşlarla buluşur, içer, yemek yerim. Dünyanın öbür tarafındaki evime gittiğim zaman orada beni tam teşekküllü bir kütüphane bekler. Her kitaptan her iki ev için iki tane alırım. Yazı yazarken hepsini yanımda isterim. Meselâ havacılık terimleri ansiklopedisi vs bulunur kütüphanelerimin ikisinde de.’ - İlham kaynağını da şöyle açıklıyor: ‘Ben sarı güllerin uğuruna inanırım. Biz Latin Amerika’da sarı güllerin uğuruna inanırız. Yazarken yazı masamın üzerinde mutlaka bir sarı gül olmalıdır. Karım Mercedes bu huyumu bildiği için her gün masama bir sarı gül koyar. Bir gün bir türlü yazamıyorum. Bir baktım masada sarı gül yok. Birden bağırmışım, ‘Mercedes, sarı gülüm yok’ diye, Mercedes hemen koşarak geldi, bir tane sarı gül getirdi ve ben de yazımı yazabildim...’ Bunlar ilk anda aklıma gelenler. Bu kitabı okuyunca Márquez’i yeniden okumak isteği doğdu içimde. Yaptım da! Bir İspanya yolculuğunda hemen onun kitaplarının İspanyolcalarını aldım. Ne zevk Márquez’i İspanyolca okumak! Kitabın ardından iki şeyin farkına vardım; biri o kitabı ve Márquez’i yeniden okumanın bana müthiş bir dramaturji bilgisi kazandırdığı, diğeri de, Márquez’in hayalimdeki mükemmel erkek tipine tıpatıp uyduğuydu. Bu arada Viyana’da hep aklım ondaydı. Hatta bir Kolombiyalı kız arkadaşıma ‘Ne kadar şanslısın, Márquez’le aynı ülkedensin’ demiştim. Çok doğal bir şeyden bahseder gibi, ‘Amcamın çok yakın arkadaşıdır’ demişti bana. Bugünkü aklım olsa herhalde bunun peşini bırakmaz, ne yapar eder beni de tanıştırmalarını sağlardım. Kız bana dedi ki: ‘Biliyor musun, Márquez bir kitap yazdığında ilk Fidel Castro’ya okutur. Márquez Fidel’e babam der. Fidel sabaha kadar kitabı okur, bitirir ve fikrini söyler. Márquez kitaplarının ilk baskısını da Küba’da yaptırır, telif hakkı falan da almadan.’ Sanki ben bunları biliyordum. Bir yerde mi okumuştum? Viyana Millî Kütüphanesinde araştırma yaparken mi okumuştum? Galiba... 1985’te yolum Küba’ya düştü. Ben orada bir buçuk yıl kadar yaşadım ve çalıştım. Küba’da çalışan ilk Türk kadını oldum. Bir gün kulaktan kulağa bir haber yayılmaya başladı. Márquez yeni bir roman yazmıştı ve ilk Küba’da basılacaktı. Bu sebeple de Küba’ya gelecekti. O anda ne düşündüğümü bugün gibi hatırlıyorum. ‘Demek ki ben buradayken gelmiş, Fidel’e kitabını okutmuş, ben de onu görmemişim. Ché Guevara’nın babasıyla, hatta onun o meşhur fotoğrafını çeken Alberto Korda ile tanıştım ama Márquez’i bir göremedim bile’ diye hayıflandım. Keşke ‘tanışsaydım’ diye hayıflansaymışım. Havana’da kaldığım otelde bir akşam birden ortalık karışıverdi. Bir gazeteci ordusu bir adamın peşi sıra gidiyor. O adam Márquez’di. Kalakalmışım. Bugünkü Nükhet gider o kalabalığı yarar ve ne yapar eder Márquez’e ulaşırdı. Öyle olmazsa bir yolunu bulurdu. Ertesi gün kitapçıların önünde uzun kuyruklar. Márquez’in romanı ‘Kolera Günlerinde Aşk’ ilk baskısıyla, dünya üzerindeki ilk baskısıyla piyasada. Hemen bir tane de ben alıyorum. Elimde kitapla otobüse biniyorum. Bir kadın otobüste okumaya başlamış bile romanı. Kitabı göğsüme bastırıp düşünüyorum: ‘Şu işe bak sen. Bir Türk kadını, Avusturya’dan Küba’ya çalışmaya gel. Hayatında en çok tanışmayı isteyebileceğin adamla karşılaş, ama tanışma. Bu nedir ya? Şans mıdır, şanssızlık mıdır yoksa aptallık mı?’ Şimdi gene heyecanla ve duygularla doluyum. ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ kitabı yeni çıktı piyasaya. Yavaş yavaş, tadına vara vara, zevkini çıkara çıkara okuyorum. Sanki o bahsettiğim kitabın orijinalinin biraz daha detaylı anlatımı olan bir kitabı okuyorum gibi. Yani çok bildik şeyler. Bir sayfada tüylerim diken diken oluyor: “Günün herhangi bir saatinde dedem beni Muz Şirketi’ndeki insanın ağzını sulandıran dükkâna, alışverişe götürebilirdi. İlk kez orada pargo gördüm, buza dokundum ve soğukluğunu hissedince içim ürperdi.” (Anlatmak İçin Yaşamak / Sayfa 104) Yanılmıyordum. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ romanının ilk cümlesinde buzu görmeye giden çocuk minik Gabriel’di. Onu buzu görmeye götüren albay da dedesi albay Márquez. Düşünüyorum. Bildiğim bir şeyi düşünüyorum. Bu adam hayatı boyunca hep kendini, kendi hayatından resimleri bize sunmuştu. Hep kendisini, çevresini, ülkesini, tarihini yani elindeki en güzel malzemeyi kullanmıştı. Kısacası anlatmak için yaşamıştı. Hangi densiz diyordu ‘insan kendini anlatmamalı’ diye? Aslında haklı tabiî bunu diyen bir yerde. Herkes Márquez mi? Ama başka bir gerçek de şudur ki, insanın elindeki en güzel malzeme gene kendisidir. Doğru kullanmasını bilirse. Márquez’in dediği gibi: İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır. Çünkü yanlış kullanılan bu malzeme yazmak eyleminden daha çok bir terör eylemine dönüşür. Bir de tabii malzemeyi doğru kullanmaktan da önemlisi, aynen Ertuğrul Özkök’ün ‘Ürkek Bir Muhalefet Şerhi’ adlı yazısında dediği gibi ‘söyleyin, fikrini serbestçe söyleyememek, söylediği zaman bunu duyuracak bir vasıta bulamamak da bir terör değil midir?’ Evet, yazmadan yaşamayı becerebileceğini sanıyorsan, yazma.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nükhet Everi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |