..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > cenab ersöz




17 Ocak 2006
Görmeyince  
cenab ersöz
Yürüyüşlerinden, endamlarından, edalarından alenen belli oluyordu. Tuhaf bir irkilmeyle, keyiflenmeye çalıştığı içkisini dudaklarından çekip acele barın üstüne bıraktı.


:BEJB:
Görmeyince


Coşkusunu engellemenin anlamı ne olacaktı ki? Bir aydır –belki üç dört gün fazla- görmediği babasını karşılıyordu. Ve nice davetten sonra babası onu seyre geliyordu. Yarın! İki elini birden kaldırmış sallıyordu. “Aman geç kalmayayım” aceleciliğinin verdiği, bir saate yakın can sıkıntısını ayaklarının altına almış, hırsını çıkarırcasına üzerinde zıplıyordu. Babasını özlemişliği ve de yarının verdiği heyecan, aralarındaki cam kapı ve yine camdan duvarın anlamsızlığına başkaldırı olarak salladığı kollarına, gerekenden fazla gücü veriyordu

İlk yolcunun yaklaşmasıyla kendiişler açılan kapıdan; görevlinin engel olmak istemesini umursamadan girdi içeri. Çıkmaya çalışanların şaşkın bakışlarına aldırmadan. Tasasız gülmelerinin sesini alçaltmadan. Yüzünde saf bir neşe ile babasının üstüne atladı. Küçük bir çocukken yatak odalarına girip, annesinin tüm paparalarına rağmen atladığı gibi.
Babasının boynunu eğerek nemlenmiş gözlerini yapmacık kapatmasına eklediği gülümsemenin; yanlarında bitiveren tonton polisin ihtiyatlı bakışlarına rağmen oluşturmak zorunda kaldığı tebessümle birbirinden en ufak farkı yoktu. Sarmaş dolaş yere devrilmelerini; tombul yanaklarına, kocaman göbeğine bakıldığında beklenilmeyen çevikliğiyle polis önledi. Olaya bu kadar karışmışlığa laf etmeden durmak, üzerindeki resmi elbiseye uymayacaktı. “Ne kadarlık bir hasret bu böyle?” Tebessümler karşılıklı gülücüklere dönüştü! Valizin sapını babasının elinden alırken polisten özür dilemeyi ihmal etmedi, bir sıkıntı vermişse eğer! İyi günler dileklerini sunarlarken birbirlerine, karşılıklı gülümsemeleri kesilmemişti henüz!
Metronun merdivenlerini çıktıklarında babanın taksiye doğru yönelmesine oğlu itiraz etti. Cebinden çıkarıp ulaşım kartını salladı. Baba, az çatık kaşlarının altında parıldayan gözlerine manalı bakışlarını ekleyerek.
-     Önce bir otele yerleşsem ben…
Lafını bitirmesine olanak vermeden
-     Hangi otel daha rahat olabilecektir bizim evden? Ne oteli baba? Cengiz de, Erkan da dönmediler henüz memleketlerinden. Özel günlerde, özel kişiler için ayırdığım, hiç açılmadık nevresim takımım var. Evde en konforlu yatak da benimki! Hem sen geleceksin, görücüye çıkacağız diye evi baştan aşağı Selim ile pırıl pırıl yaptık, sana gelmeden. Bunca emeğimizin boşa gitmesini yüreğin kaldırmaz, üzülürsün sonra sen!
“Keşke değiştirmesen…sana kokmasına razıyım ben” demek geçti içinden. Bir yumru oturdu boğazına yüreğinden gelen. Söyleyemeden… yutkundu. Omuzlarının aşağısına inmiş kıvırcığımsı saçlarından bulduramadığı ensesinden tutup, oğlunu kendine doğru çekti ve saçlarına bir öpücük kondurdu. Bu, bir öpücükten ziyade kokusunu derince bir içine çekişti. Hala boyu uzuyor olabilir miydi? Öpmek için ayaklarının ucunda kalkmış mıydı? Yoksa… Yoksa? İhtiyarlamasının belirtisi kendisi mi çökmeye başlamıştı?

Otobüste devamlı konuştu oğlu. Öncelikle annesine, babaannesine, anneannesine, dedesine, kız kardeşine özlemlerini giderdi. Genellikle gittikleri kafeyi gösterdi, beğendikleri lokantanın temizliğini ve yemeklerini methetti. Boş olan yolda neden ilerlemediklerini sorusunun cevabını, bekletilmekten sıkılmış, asılmış yüzlerinde aradılar. Birbirlerine sorarca, surat asarak. Geçen çok yıldızlı bir arabadan sonra hareket etmelerini yüzlerinde oluşturdukları hayıflanmalarla belli ettiler. Fikir birlikteliklerini görmenin gururu, manalı bakışa dönüştü yüzlerinde.

Semtlerine geldiklerinde ana caddede alışveriş ettiği marketi, maç seyretmeye gittikleri kahveyi gösterdi ardı arkasına. Pek sık alışveriş etmese de kasabın önünden geçerken, gazetesini okuyan kasabı dost olarak tanıştırdı babasına. Sokağa girdiklerinde bakkalı da ihmal etmedi. Nerdeyse evin önüne gelmişken koşar adımlarla gidip iki ekmek alıverdi.

Babasının önüne terlikleri koyup çıkardığı montunu askıya asarken:
-     Bizim sarayı gezdireyim sana! … burası mutfağımız, banyo tuvalet, yayla gibi salonumuz! deyip, muzip gülüşünü ısıtan gözlerinin birinin üzerinde ki kaşını da kaldırmıştı.
Şirinlikliğinin hoşuna gittiğini baba otoriterliğine has gülüşü ile gösterirken arkadaki iki odaya yöneldiler. Soldakinin kapısını açarak:
-     Bu, Selim’le benim odam, bu da Erkan ile Cengiz’in. Sen benim yatağımda yatarsın, Selim’le ben de bu odaya taşınırız.
Babası olur, fark etmez şeklinde başını sallarken aklı oğlunun odasında masanın üstünde duran siyah beyaz, olağandan iki üç misli büyük kız portresinde kalmıştı. “Selim miii yoksa oğlum mu?” Belli belirsiz başını sallar, gözlerini bir kırpıp; “nasıl olsa anlarız” derken kendi kendine; oğlu:
-     Hayrola baba? Hoşuna gitmeyen nedir somurtacak kadar?
-     Yok yoook. Surat asmıyorum. Güzel ve temiz bir bekâr evi. Daha önceden de temiz tutuluyor olmasa bir gün de bu kadar temizlenemezdi herhalde? Hoş uçakla geldim ama yine de yol yorgunluğu var galiba!
-     Oooh evet haklısın. Bak bunu düşünemedim, heyecanıma ver! Duş almak da ister misin? diye sordu, arkasından babasına sarılır, başını omzuna koyarken; hem ben her zaman seni bir genç olarak görürüm, ihtiyarlamana hiç kıyamam bilirsin! demeyi de eksik etmedi, hınzırca nüktedanlığının babasından geçmişliğine övünerek.
-     Şu an hayır. Biraz uzanayım, belki kalkınca. Suyun ısınması problem mi?
-     Yok, hayır! Elektrikli termosifon var. Kalkınca sana güzel bir çay demlerim, hiç hayır diyemezsin bilirim! Şimdilik salondaki kanepeye uzan, ben üstüne bir pike veririm. Kalktığın zaman konuşuruz ne yapacağımızı.
Üçlü kanepeye arkaüstü uzandı. Kapadı gözlerini. Gördüklerinin hoşagideliği yüzünde sırıtım olarak tezahür eylemiş şekilde hemencecik daldı uykuya.
………….
Oğlu çayları dökmüş, annesinin göndermiş olduğu kurabiye ve poğaçalardan da birer adet yanına koymuş olarak girdi salona. Sessiz olmaya dikkat etmiyordu artık. Ama babasında henüz bir uyanma emaresi yoktu. Kaldırmalıydı lakin. Evlerinden görünen en güzel akşamüstlerinden birine rastlamıştı babası. Çay fincanlarına vurdu birkaç defa kaşık ile. Araladı gözlerini ve gülümsedi babası.
-     Kalk kalk bunu kaçırmamalısın. Görmelisin güneşin şu batışını.
-     Piiiyyuuuuff. Aman rabbim. Sağol evlat! Bak nasıl da yarı beline kadar sarkmış giderken el sallıyor bize!
-     Evet baba. Tam yarısı şu an herhalde. Birazdan tamamıyla kayıp gidecek ve akşamın koynunda dinlenmeye çekilecek yarın için. Böyle aceleyle gidişine bakılırsa akşamla bir ilişkileri var mıdır? Ne dersin baba? Öyle koynuna süzülürken falan!
-     Sen bırak şimdi güneşin akşamla ilişkisini de. Kendi kilerden bahset. Oda da ki masanın üzerinde bulunan fotoğraf! Az da küçük değil! Şöyle boyun kadar falan büyültseydin!
Babasının beğenili ifadesinin verdiği mutluluğun ezikliğiyle kızaran yanakları ve içinde kaynadığı kazanın altındaki ateşin tazelenmesi, başını önüne eğmesini gerektirdi. Göğsüne düşürdüğü başını kaldırmadan kaşının altından bakarak gülümsedi babasına. Metazori onu da gülümsetmek isteyerek. Işıldayan gözlerindeki yumuşacık okşayan parıltıları gören babası bıyık altından zaten gülüyordu.

— Güneşin giderken ardından toparlayamadığı kızıllık maviyle dansına başladı bak. Kızılla mavi sevişiyorlar mı, kavga mı ediyorlar dersin bulutların koynunda?
-     Bence sevişiyorlar. Çılgınca! dedi, konunun değişmesinin verdiği rahatlıkla.
Babası bir ıslık daha saldı ağzından ve onayladı birkaç kere. “Evet, evet, çılgınca”. Camın önünde yan yana ikinci fincan çaylarını da içtiler. Artık mora dönüşüyordu ufuk çizgisi.
-     Vurmayın beni sevdiklerime
Mor akşamlarda
Çılgınca tutkularımı yaşamak isterim
Sabahlarında sana yıkanmış… bilir misin bu şiiri?
-     Hayır baba. Kimin? Güzelmiş. Devamını da söylesene.
-     Hıııhıım… diyemeyeceğim şimdi adını. Eveeet n’apalım bu akşam?
-     Sen bilirsin, misafir sensin baba ve ağanın eli tutulmazmış.
-     Ben duş alayım sonra çıkarız. Selim de gelmiş olur o vakte herhal?
-     Tamam, havlu koymuştum içeriye.
………….

-     Selim. Merhaba hoş geldin.
-     Asıl siz hoş geldiniz. Nasılsınız?
-     Teşekkür ederim. İyi diyelim adetten!
-     Yok yooook. İyi ne kelime süper gözüküyorsunuz. Bizlere taş çıkartırsınız vallah!
-     Tamam, tamam. Bu kadar iltifata bu akşam yemekler benden, derken üçü birden gülüyordu. Yalnız bir ricam var sizden. Şu kotları çıkarın üstünüzden, adamlık pantolonlarınızı ve gömleklerinizi giyin.
-     Aaaah, bakın bu olmadı şimdi. Biz bu üniformalarımızı çıkardığımız da, öteki elbiseler içinde çıplak hissediyoruz kendimizi.
-     Yürü Selim yürü, buna şükür. Kravat takmamızı dahi isteyebilir, yanında da ellerimiz üstünde amuda kalkmış dolaşmamızı ister şimdi! Biz neler çektik evde bilmezsin sen! Bir ara Belene Kamplarına iltica etmeyi dahi düşünmüştüm bizim evden evladır diye.
-     Zıpırlar, dedi arkalarından gülerek.
Giymiş olduğu kirli beyaz renkli kumaş pantolon, çok açık mavi, uzun kollu gömlek üzerine uçuk lila kolsuz süveter ile görenler kesinlikle boyunca bir oğlu olduğunu düşünemezlerdi. Hele bir de saçlarına düşmeye karar verememiş kırları da olmasa. Kesinkes ağbi kardeş görünümü verirlerdi. Yaşından genç giyinmek sırıtmıyordu üstünde.
-     Ha şöyle, filinta gibi olmuşsunuz ikiniz de. Şöyle açıklık bir yere gidelim, bahçesi olan. Bir de hafiften müzik yapılan bir yer olursa daha ne isteyeyim. Lütfen dangur dungur, harala gürele bir yer olmasın!
Önce Selim bir yer önerdi, oğlu beğenmedi. Oğlu bir yer adı söyledi Selim burun kıvırdı. İkisi birden “Derdest” dedi, birbirlerini coşkun beğenileri ile tebrik ettiler.

Gidecekleri yerin nosyonuna uygun saati getirebilmek amacıyla, gençlerin önerisine uygun civar turuna çıktılar. Bir yerde babaya tanıtma amacı da taşıyordu. Dolanırken; vitrinde görüp beğendiği dükkânın adını belirlemeğe çalıştı babası, oğlunun takılmalarına aldırmadan. Şöyle geri çekildi bir iki adım. Adını okudu, belledi. Belki bir fırsat uğrar, alırım diye. Yeterli olduğuna karar verince döndüler.

Mesleği icabı değil kendiliğinden var olan, görünüşüyle mütenasip sade, candan, güzel, sımsıcak gülümseyişiyle giriş kapısında karşılayan cici kızın refakatinde, hemen arkasında Selim ve oğlu; kızın vücudunun anatomi atlasını çıkarma çalışmalarıyla önce bar kısmına geçtiler. Yemek öncesi bir de ön içki almalıydılar. Lokantanın gereğine, gelirine uygun. Siparişlerini verdiler şef garsona. Büyük oranda bayan refakatistin önerilerine bırakarak, uygun!

Barda kendilerinden başkaları yoktu. O kadar da vakit geçirmişlerdi. ”Demek buranın müşterileri gece yarısı yemek yiyor” deyip içinden güldü. Dolaştıkları yerlerin rahatsız eden neon ışıklarından sonra buranın loş ışıkları bir rahatlık, bir huzur sağlamıştı. Yemeğe başlamadan önce iyi gelecekti burada yorgunluk atmak, çok iyi gelecekti. Oğlu ile birlikteliğinin keyfinin üzerine koyuyordu. Gülme sesiyle girişten gelen seslere çevirdi başını. Halkla ilişkiler görevlisi cici kız önde; elbette o sıcak, sevgiyle dolu, körpe güzelim gülüşleriyle takmış peşine üç kişiyi, kendileri gibi bara getirdi. Gelenlerin gözüküşlüklerinde bir tuhaflık çarptı babanın gözüne.

Evet, evet. Gay’di bunlar. Derinlemesine tetkike gerek yoktu. Yürüyüşlerinden, endamlarından, edalarından alenen belli oluyordu. Tuhaf bir irkilmeyle, yudumlamaya çalıştığı içkisini ağzından çekip acele barın üstüne bıraktı. Oğluna, gözlerini irileştirip kaşlarını da kaldırarak Gay’lerin bulunduğu tarafı işaret etmeye çalıştı burnuyla, başını pek de anlaşılmasın diye hafifçe kaldırarak. Oğlu elindeki meyve kokteylini bara bırakıp gözleri ve dudaklarına verdiği biçimle başını da hafifçe iki yana sallayarak “hayrola” dercesine baktı babasına. Babası; Gay’lerin bulunduğu kısmı işaret ederken içlerinden en uzun boylusuyla çakıştı bakışları. Babanın meraklı, endişeli, tedirgin bakışlarını; zarif, nezaketli bir tebessümle birlikte cevapladı en uzun boylusu. Sarardı. Utandı. Sarsılır gibi oldu kendisine ulaşan tebessümden. Böylesi bir tarzla onları işaret ettiğinden. Görgü kurallarına aykırı davranışına karşı, gelen nezaketten yüzünü eğdi. Pembeleşen yanakları ile mahcubiyet girdabının anaforuna yakalanıp diplerde kaybolmamak için başı eğik elleriyle içkisini aradı. Bu zor durumu savuşturmakçasına büyük bir yudumla bitirdi. Akabinde barmene uzatıp yinelemesini istedi baş, kaş işaretleri ve gülümsemesiyle. Bunlar olup bitinceye oğlu ve Selim işaret ettiği tarafa bakıp, ilgi göstermeden çevirdiler başlarını. Oğlu:
-     Ne var baba? Anlayamadım! Tedirgin oldun!
Devam eden kaygısı, gelenlerin sırayla hala üzerlerindeki bakışlarını hissederek, hiç olmazsa duyulmama düşünüşüyle oğlu ve Selim’e birden bakarak, üstelik eğilip fısıldayarak:
-     Yanlış yere mi geldik? Buranın müdavimleri böyleleri mi? diye sorarken, içini kurgulayan bir duygunun soğuk, sert, güvensiz ifadesi yüzünü kaplamıştı
-     Ne müdavimi? Şu hötörefler mi? diye sordu Selim.
-     Evet. Bunların arasına mı kalcaz burada?
-     Buranın herkese açık bir yer olduğunu sanıyorum. Kapısında Zenciler ve köpekler giremez diye bir yazı okumadım. Ne bu kafatasçılık? diye kızgınlığını belli eder şekilde kaşları çatık, her ikisine de baktı oğlu.
-     Ne ırkçılığı ne kafatasçılığı? Kim dedi bunları şimdi?
-     Demokrat oğlun tutundu yine! Tamam, sabahı ederiz biz artık.
-     Biz belki de, o biraz zor. Yarın müsabakası var. Ben uyurgezer birini seyretmeye gelmedim buraya… Çocuklar dilinizi çözemiyorum. Kusuruma bakmayın artık. Siz de lütfen bir kuşak öncesi diye ötelemeyin beni! Ben toprak altında kalma fosilliğimden kurtulayım ama siz de bulutların üstünden inin de yeryüzünde buluşalım!
Selim hemen ciddi bir tavır takındı. Hani bir yerde kollarını sıvadı, gardını aldı denilebilir. Kaş altından hesaplı bakışları ile yüz üçüncü fikir meydan muharebesinde avantajlı safları tutma aramasındaydı. Oğlu çatık kaşlarını düzeltmeyip, yapılacak bir tartışmanın peşin galibi olma çabasındaydı.
-     Ben bunları buradan çıkarın, atın gibi bir şey söylemedim. Öylelerin kendilerine özel kulüpleri olduğunu işitmiş, oralara giderler diye düşünmüştüm. Eğer burası da onların bir kulübü ise biz ne arıyoruz burada diye kaygılandım.
Bu arada gözü kendilerine de refakat eden bayana takıldı; beti benzi atmıştı. O sımsıcak gülüşlerinin kırıntısı kalmamıştı. Mahkeme duvarı olmuş suratı ile yürüyordu önlerinde. Arkasında; şuh ama buraların insanı olmadığını; üzerindeki şık, pahalı olduğu kesin lakin rüküş duran kıyafetiyle belli eden, kendini süslemekten ziyade gizleyen bir makyaj yapmış, işte öyle bir kadın. Ama üzerindekilerden ve boyalarından sıyrılsa altından bedbaht ve duru bir güzellik çıkacak bir kadın. Arkasında sözüm ona kadına nazik davrandığını sanan, eliyle zoraki yol gösterirmiş gibi önden geçmesini kabullenemeyen, sevgiyi zayıflık sayan “Ağır Ağbi” tarzında bir adam. Arkasında yardakçısı, yamağı, koruması kılıklı bir zat-ı muhterem. Bıkkın, düşkün, sinik, sıska. Sinikliği derecesinde de cüretkârlığını ortaya koymaktan kaçınmayacak cesur ifade sahtekârlığı içinde bildiğince saygılı olmaya çalışıp, gösteren biri. “Ağır Ağbi” kadına yol gösterirken kullandığı eliyle de bir yandan tespihini sallayıp çekebilme maharetine sahipti. Kirli sakalı ile çizgili takım elbisesi içinde kravatsız beyaz gömleğinin yaka düğmesi iliklenmişti. Bayan; barda Gaylerin tam zıttı köşeye aldı onları. Bizle onların arasında kalan; onlardan az önce gelen çift, bahçeye çıktı. Tabureye eğreti oturuşu benliğinin durumsal uygulamasıydı. Küstah, kaba tavırlı işaretiyle, yardakçısının verdiği sigarayı dişlerine kıstırdı. Kendi kinin yakılması ile de çakmağı elinden alıp kadının sigarasını yakan bihaber.

Gelenlerin yarattığı havayla kesilen konuşmalarına oğlunun kaldığı yerden devam etmesini şef garson engelledi.
-     Yemeğiniz ne zaman hazır olsun efendim? diye sordu.
Baba çocuklara bakıp, her ikisinde de dudak bükme ile karşılaşınca:
-     Yarım saat uygundur. Lütfen! diye cevapladı.
-     Evet. Kendi kulüpleri var. Ama artık hayata yarım yamalak tutunuyorlarmış gibi, yaşam suçuymuş gibi görünmelerini önlemek için sosyallik yapıyorlar. Her yerde bulunmaya gayret ediyorlar.
Selim:
-     Atom dahi parçalandı ama önyargılar nasıl parçalanır bilemem! Bizim de onları sindirme diye bir mecburiyetimiz olamaz. Keyif için geldiğim bu yerde hoş olmayan bir şeyi almak, rahatsız olmak için para harcayamam, dedi.
Babası:
-     Sosyallikleri, tedavi amaçlı olsaaa amenna. Ben huzursuz olmak istemem.
Oğlu tam konuşacaktı ki; eşcinsellerden birinin yanına gelip lafa başlamasıyla kalakaldı.
-     İyi akşamlar. Umarım rahatsız etmiyorum. Yanılmıyorsam bizi tartışıyorsunuz. Eğer doğru ise tartışmanızdan ziyade niye karşılıklı konuşmayalım?
Baba bir oğluna baktı bir Selim’e. Olumlu, olumsuz bir tavır görmediğinden neden olmasın diyen bir surat ifadesiyle izin verdiğini ifade eden baş hareketini yaptı. Bunun üzerine eşcinsel işaretle arkadaşlarını da çağırdı. Olanları seyreyleyen; Gaylerle aralarında olan iki kadın da sözüm ona fark ettirmeden, bilinçsizce yapıyorlarmışçasına iyice yanlarına yaklaştı.
İlk gelen Gay arkadaşlarını tanıttı, kendi adını söyledi. Çocuklarda isimlerini söylerken her biri tokalaştılar. Babaları; katı yürekli kişilere özgü, sert, az da keyifsizce bir yüz ifadesi ile tokalaşmaya gerek olmadığını belirtir tarzda, oğlunu işaret ederek:
-     Babasıyım, dedi.
Birbirlerine baktılar, oğluna sonra babaya. Uzun boyluları bu sefer ilk konuşandan daha saygın bir ifade ile:
-     Hiç göstermiyorsunuz, başka bir durumda karşılaşmış olsak bazı şeyleri peşinen savuşturmak için böyle söylediniz derdim.
-     İçtenliğinize teşekkür ederim. Böylelikle bir endişemi de ortadan kaldırdınız.
İçlerinden gelip izin isteyeni:
-     (o daha nazik olmak gerektiğine karar vererek, pek kibar bir ifade tarzıyla) İnanınız hiç göstermiyorsunuz. Ve buna da insanları zor inandırırsınız. Evet, bizden konuştuğunuzu sezinleyerek, sizlerle konuşmak istedik. Kırmadınız. Teşekkür ederim, arkadaşlarım adına da. Çok karşılaştığımız durumlardan değil. Hatta enderlerdensiniz izin veren, diyebilirim. Bizler kendimizi ifade edebilmek adına artık böyle cüretkârlıklar da bulunuyoruz. Bizler cinsel tercihlerimiz yüzünden ötelenmek istemiyoruz… bizler de oy kullanıyoruz. Çalışıp vergi veriyoruz. Ortalıkta dolaşan, şimdiye kadar bize kara çalınmasına sebep olmuşlardan çok, iş güç sahibi olanımız var. Biz salgın hastalık değiliz. Öcü değiliz. Bulaşmayız. Fareler gibi çoğalan, itlaf edilecekler değiliz. Artık kendimizi saklayıp baskı altında tutmak istemiyoruz.
Ağzından tıpası alınmış bir balon gibi içindeki tüm havayı birden boşaltmak istercesine, bir solukta tüm dünya görüşlerini, hayata karşı duruşlarını anlatmak istiyordu. Soluklanmasını fırsat bilerek:
-     Siz gelmeden de oğlum bunları söylüyordu. İyi ama sizin keyfinizce yaşamak istemeniz bana keyifsizlik verecekse! Ki cinsel tercihiniz olağan karşılanmayandan. Böyle bir yerde her hangi bir yandaşınız tarafından taciz, yok yok taciz demeyeyim, hoşlanmadığım bir davranışta bulunulursa bana! Keyfim kaçmış bir şekilde burayı terk mi edeceğim siz keyfinizi sürer, yeni birini gözünüze kestirirken?
Şimdiye değin hiç konuşmayanı:
-     Peki, siz bir bayana bir teklifte bulunurken böyle bir ortamda –göz kırparak, başıyla da iyice yaklaşanları işaret edip- rahatsız edici mi oluyorsunuz?
Selim:
-     Uygunsuz bir tavırlaysa elbette. Hem bizim teklif ettiğimiz ilişki onay görmemişlerden de sayılmıyor üstelik.
Oğlu:
-     Ama bizim konuşmalarımız temelde rahatsızlık vermeme üzerine. Rahatsızlık elbette tümden yana hoş karşılanmayacaktır.
-     Rahatsızlık konuyu elbette başka yönlere çeker. Bizleri dörtayaklılardan ayıran affediciliğimizdir. İnsan sıfatı bence kötülük edeni affedebilmektedir. Dahi ona iyilik yapabilmek sıfatımızı katmerlendirir. Burada sizleri affetme diye bir konu olamaz. O yüzden de benim, onun, şunun anlamasını isteyemezsiniz bence. Ortaya çıkan ilişki razı olunabilen değil genel açısından. İki tarafın rızası ile de kurulsa lanetli olandır, diye konuşmasına babasının; yandaki, saçları kızıla boyalı, mini etekli, güzel endamlı kadın:
-     Onlara kindar bir yaklaşımınız var. Kötülemekten, küçümsemekten hoşlanıyor gibisiniz, deyip devam etmeye yelteniyordu ki!
Ağır Ağbi’nin:
-     Kim alıyor bu ibneleri içeriye? Bi doğru dürüst adamlarla bir arada bulunamayacak mıyız? diye böğürmesi susturmuştu kızıl saçlı kadını.
Bir sessizlik çöktü barın tümüne birden. Barmen aceleyle musluğu kapatmış, elindeki bardağı ses çıkarır diye bırakamıyordu tezgâhın üstüne. Masalara servis yapan garson olduğu yerde çakılıp kalmış ve katiyetle Ağır Ağbi’den yana bakmıyordu. Kızıl saçlı ve mini etekli kadınla yanındaki; ona göre az daha toplu, kısa denmeyecek boyda, sarışın olan ses çıkarmamaya dikkat ederek çok ihtiyatlı çekildiler yanlarından. Durum yardakçının hoşuna gitmiş tüm dişleri meydanda, çopur, sıska suratı ile sırıtıyordu.
Edilen lafın kendilerini de hedeflediğini varsayan baba taburesinden inip, kendinden önce kalkmış Selim’i omzundan tutup önüne geçtikten sonra:
-     Senin nene kardeşim ne olduklarından! Buraya girmeye izin verici sen misin? Dedi Ağır Ağbi’nin yüzüne dik dik bakıp.
Babadan böyle bir kendilerini savunmayı beklemeyen eşcinseller ondan daha ileriye geçtiler. Durumu beyninde(!) şekillemeye çalışan Ağır Ağbi olaya geç kalmama telaşıyla, belli belirsiz titreyen sesi ile:
-     Sen kimle konuştuğunu sanıyon laaan? diye deminki narasına benzer bağırdığını sandı!
Tutulup kalan yardakçı ayırtına varıp elini beline atıncaya; en kısa boylu Gay ondan atik davranıp, elini havada yakalamasıyla diğer eliyle makineyi çekti aldı belinden.
-     Her şeyden önce yanında ki Hanımefendiye saygı göstermelisin beyefendi. Bir bayanın yanında nasıl böyle bağırabilirsiniz galiz küfürlerle? diye ders verir havada konuşmasını; koşuşan görevli, idareci, işletme sahibinin gelmesiyle kesti.
Son konuşmayı yapmasında, Gay’lerin duruma hâkim olmalarının bir fonksiyonu var mıydı acaba? İşletme sahibi olduğu; “aman beyefendiciğim, ekmek teknemiz burası, siz uymayın onlara” diye Ağır Agbi’yi yatıştırmaya çalışmasından, tartışmasız belli olan kişi; makineyi alıp müdür görünümünde olana verdikten sonra “buyurun sizi masanıza alalım” diyerek, koluna girmiş vaziyette bahçeye çıkardı. “Alıyorsunuz bunları içeriye, görüyorsunuz işte, yoktan başımızı vercez belaya” diye konuşup duruyordu giderken Ağır Ağbi. Kendilerinden izin isteyen Gay; şaşkın geride kalmış yardakçının gözüne soka soka kendi makinesini beline yerleştirdi. Kendine gelmesiyle beraber aceleyle seğirtti oda bahçeye. Orada bulunan şef garson:
-     Sizleri masaya alayım efendim amaaa… herhangi bir tercihiniz varsa eğer, hani başka bir yerrr ?
-     Hayır, diye cevapladı baba. Bir ricam olacak! Lütfen söyleyiverin de kasvetli bir şeyler çalmasınlar bu akşam.
-     Emredersiniz, şöyle buyurun! Demesi üzerine –bu kadarmış tarzında- afiyet ve geçmiş olsun dilekleriyle ayrıldılar. İki kadın da eksik kalmayıp onlar dahi dileklerini iletip cevaplandılar.


Bahçenin bol oksijenli havası, masaların büyük saksıların ve yüksek bitkilerinin aralarına dağıtılmışlığı sizi şehirden alıp çıkarıyordu. Masalarda yanan mum ile gemici feneri benzeri az ışıklar tam aranılan kadardı. Piyano eşliğinde uygun, soft şarkılar söyleyen biçimli, ufak, dolgun dudaklı, temiz gülümsemesi olan “Şirin Kız”ın yumuşak sesi; sakinleştirici etkisini bir şok dalgası gibi veriyordu. Gökte ayın yalnız kalmış afacan bir çocuk gibi, bulutlar arasında saklambaç oynaması da gerektiği zamanlarda ışık etkilemesini sağlıyordu.

Yemekler sunumu kadar güzeldi. Takdirden değişik söz bulunamazdı söylenecek. Yemeğinin ilk lokmalarından sonra Selim:
-     Vay be! diyerek, yüzündeki merak ifadesiyle başını sallarken dudaklarını eziyordu. “Gördün mü bak yaşanılan keyifsizliği?” diye arkadaşına alaycı bir bakış attı.
Oğlu:
-     Onların mı yoksa hanzonun mu keyifsizliği! Biz gelişmelere, yeni oluşumlara yer açamazsak yaşantımızda, deneyip, sınamadan sadece ezbere bildiklerimizle, beynimize emanet bilgilerle mi çağdaşlaşacağız? Bizlerin görevi eskilerden kalanlara mı sahip çıkmaktır?
Baba
-     Bakın söylediklerim genelgeçerlerle çakışır mı, çatışır mı tasa etmiyorum. Erkek ve dişi. Bir üçüncü cins, arada veya her ikisinin kenarında başka bir cins var mı? Çok çok küçük oranda çift cinsiyetli doğanlar, onlar zaten tıbbın konusu, konuştuklarımızdan değil. Bu insanlar uğradıkları bir travma sonrası bu hale geçiyorlar. Ama psikolojik ama fiziki veya başka bir incinme sonrası, savundukları cinsel tercihlerini; bence mutlaka istemeye istemeye kabulleniyorlar. Lakin hasta olduğunu kabullenirsen çaresini ararsın. Peki, neden bu travmalarını tedavi yollarını seçmiyorlar da kendi duruşlarını, bence sapkınlık olan tutumlarını savunuyorlar. Demin de değindiğim gibi tedavi amaçlı sosyalliklerine amenna. Ama tercihlerinin savunuculuğuna hak vermek olamaz. Her neyse bu konuyu değiştirelim artık.

Kollarıyla dayandığı masadan kendini alarak arkasına yaslandığın da yeni bir şarkıya başlayan “Şirin Kız”a mırıldanarak eşlik etmeye başladı. Gözlerini etrafında gezdirirken şuh kadınınkilerle çakıştı bir ara. Mum ışığı yüzünde güzel dalgalanmalar oluşturuyordu. Durdurmadı, devam etti. Masalar yarı yarıya ya da az biraz fazla dolu görünüyordu. Kızıl saçlı kadında bakışlarını dolandırıyordu ama o, tekrar tekrar. Hülyalı, mazlum, temiz bakışlarıyla cana daha yakın gelen arkadaşı ise sıkıntısına çare ararcasına, dikkatini vermiş; bıçağıyla oynaşıyordu tabağındakilerle. Eşcinseller eğlenmiyor; rahatsız, sıkıntılı, kalksak da gitsek edasıyla oturuyordular da lakin bir beklenti havası veriyorlardı. Tiril tirilliklerinin yansıttığı şıklık, giydiklerine çok özen ve para harcamışlıkları gözden kaçacak gibi değildi. Bahçenin en neşeli masası: biri tekerlekli sandalyede oturan dörtlünün masasıydı. O, bebek gibi yüzünü neden onca saçın sakalın içine saklıyordu acaba? Genç ve sandalyeye mahkûmluğu zaten dikkat çekiyordu! Kibar, ölçülü kahkahalarını görmek de engel olamadı, babanın kalbinin burulmasına. Mum ışığının dalgalanmalarını anımsayarak bakışlarını tekrar şuh kadına kaydırdı. Ne tesadüf yine çakışmıştı bakışları.

Tesadüf müdür yoksa kadın her fırsatta mı ona bakıyordu? “Ağır Ağbi” yardakçısına bir şeyler anlatırken veya ilgisini her başka yöne alışında! Güzelliğinin çarpıcı öğeleri aslında gözleriydi. Mum ışığı gözlerini derinleştirmiş, bakışlarını anlamlandırmıştı. Uzun koyu kirpiklerinin altında iri iri, kara kara, vahşi, hüzün içinde bakan gözleri! Sızıyla dolu kalbiyle bakıyordu. Duygularının ezikliğiyle durgun ama tüm varlığını gözlerinde toplamış da sıcacık bakışlarıyla içine sızmak, o emniyetli yerin vereceği sevilerle sükûnete kavuşmak istediğini anlatarak bakıyordu. Mum ışığının titrekliğinde incinen gururunun isyanı okunuyordu acı dolu gözlerinde. Dudaklarında bulunması zorunlu gülümseme. Üzerine giyindiği özentisizlik onun tercihi olamazdı.
Selim.
-     Nasıl? Bu moralle yarın sürünürsün herhalde? Adamlar takımın yıldızını bu halde yakalamışlar, bir güzel derer dürer postalarlar yarın sizi.
Oğlu:
-     Yok yok. Karşılaşacağımız en kolay rakiplerden yarınkiler. Biraz dişli olmuş olsalardı burada işim ne? Kendimi kampta bulmuştum şimdi!
-     Ciddiyetsizliğine üzüldüm oğlum. Kolay rakip, zor rakip olur mu? En azından hepsi aynı saygıyı hak ederler, rakip olduklarından! Zorluğundan, kolaylığından değil.
-     Baba! Ben kendi görüşlerimi değil, yönetiniminkini eleştirmek adına… demesi bir tokat sesiyle kesildi. Bütün bakışlar demin ki gibi “Ağır Ağbi”nin masasına çevrildi.

Şuh kadının başı eğik, bir eli yanağında bir eli alnında gözlerini kapatıyordu. “Ağır Ağbi” masayı yıkarak kalkmak istedi, beceremedi. Ayağa kalktığında kadına bakarak “çürrüüük” diye haykırmasını patlattı ve o hışımla geri babanın masasına doğru döndü. Bir adım attı, duraladı. Bir şeyler bulamadı söylemeye. Yardakçısının hırsını da kendine almışçasına dudaklarını ısırdı. Elini kaldırıp, yumruğu sıkılı işaret parmağını ileri uzatmış şekilde başıyla beraber salladı. Eşcinsellerin de masalarından kalktığını görünce, salladığı sıkılı elinin üç parmağının da kendinden yana baktığına takıldı bakışları. Döndü çıkışa yöneldi. Yamağı da geç kalmışçasına koşturarak peşinden gitti.

“Şirin Kız” da söylemeyi bırakmıştı. Müdür olanı, ellerini kaldırmış dikkatini çekmeye çalışarak devam etmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyordu. Kekeleyerek birkaç kelime söylemeye çabalarken gözlerini kadından alamıyordu. Piyanonun çalmaya başlaması ile sözüm ona başladı şarkısını söylemeye.

“Şuh Kadın” önce alnındaki elini indirdi, sonra başını kaldırdı ve yanağındaki elini bastırarak sıyırırcasına çekti aşağı. Canı, o güzel, iri, kara kara gözlerine kadar geldi. Ve iki minik damlası bir süre uzun kirpiklerine asılı kaldı. Bir kımıldandı, sandalyesine yapışmış da veya içine girmeğe çalışırken sıkışıp arasında kalmışlıktan kurtulmak istercesine. Sandalye olmasa yerin dibine batar mıydı? Batmadı. Bir taş gibi kaldı bir an; ona göre mahşere sürsün istediği. İçi boşalmış bir taş gibi. Gösterilecek bir kadın heykeli! Soğuk, taştan bir heykel. Piyanonun gönderdiği nağmeler kulağına varınca yaslandı arkasına. Cesaretini gözlerinden saça saça kendisine bakan başlara bakmaya başladı teker teker. Acı ve çılgınlık dolu bakışlarıyla içindekileri taşırmak, boşaltmak, hıncını almak isteyerek. Her baktığı bakış alıyordu kendini üzerinden. Hatta sırası gecikenler; onun bakmasını beklemeden çektiler bakışlarını üstünden.

Garson şaşkın, tedirgin bakadurduğu kadının yanına uçuverdi; kendine yaptığı baş hareketine eklediği iki gözünü kırpışışına. Engel oldu, şaşkınlığını atamamış garsonun yanına gider gitmez masayı toparlamaya kalkışmasına. Bir şeyler söyledi. Nazik bir ricası olduğunu anlayabilirdiniz, bakınca garsonun saygısına!

Şarkısını bitiren “Şirin Kız”ı ilk alkışlamaya başlayan o oldu. Ve “Şirin Kız”da teşekkürlerini onu işaret ederek sundu. “Şirin Kız” yeni şarkısına da onu işaret ederek başladı. Şef garson yüzüne ve yürümesine mesleğinin tüm ciddiyetini, hassasiyetini, gerekliliklerini yüklemiş bir vaziyette kendi ellerinde getirdiği tatlı servisini kendisi yaptı. Yanından çekilirken eğilişiyle; hürmetler sunmayı ihmal etmeden.

Az sonra tekerlekli sandalyedeki delikanlı –takılan yerlerde garsonun desteğiyle- kadının masasına geldi. Elinde gül gibi gül, yaşından beklenmeyen nezaketiyle kadına verdi. Ve yine, sanki neden gençlere yakıştırılmakta zorlanılan nezaketi ile elini, gereğinden fazla bir sürede öptü. Masasına döndü. Hiçbir masada çiçek, gül, benzeri bir şey görünmüyordu.

Her fırsatta bakmış gibi gelen kadın, tatlısını bitirene ve “Şirin Kız”ın “küçük bir ara” deyişine değin bir daha bir kez olsun bakmadı. Takdir edilmişliğini okuyabileceği babanın bakışlarını görmek için. Acelesiz çantasını aldı. Kadınlık vakarı omuzlarında, dudaklarında acı gülümseme. Tamamlayıcısı, bakışlarında kavurucu acıyla usulca kalktı sandalyesinden. Masalarına yönelmesiyle; baba ile Selim’in şaşkınlığına, oturduğu yerden dönerek oğlu da katıldı. Kadın masanın önüne geldiğinde samimi bir şekilde boş elini oğlunun omzuna koydu. Kibarca diğerleri gibi kalkmak istemesini de engellemiş olmakla:
-     Size teşekkür etmeden gidemezdim. Çok teşekkür ederim! deyip elini babaya doğru uzattı.
Baba da elini uzatarak; içtenliklerinin tüm sıcaklığını birbirlerinin avucuna boşaltarak tokalaştılar.
-     Rica ederim hanımefendi. Teşekküre değecek bir şey yaptığımı düşünmüyorum. Saygıyı fazlasıyla hak edenlerdensiniz.
-     Yaptığınız benim için teşekkürden de fazlasını gerektiriyor! Diyerek çocuklara, unutulması kolay olmayacak acı tebessümlü bakışlarla ayrı ayrı baktıktan sonra döndü çıkışa doğru yürüdü.
Takip ettikleri gözleri ile inceler bakışları; görebildikleri, müdür ve mahal görevlisi ile olan konuşmalarından, hesap ödeme ısrarından başka bir anlam çıkaramadılar.

Önce sandalyesine oturan Selim:
-     Teşekkürden de fazlası ne demek olur? Acep? dedi pişmiş kelle gibi sırıtmayı ihmal etmeden.
-     Sen her şeye burnunu sokma öyle! dedi oğlu, kurcala, kurcala dercesine.
Nerden estiyse, çok meşhur bir şiirin bir mısraı takıldı diline babanın ve arka arkaya tekrarladı içinden birkaç defa…
“onlar çocuktular, onlar çocuktular.” Arkasını getiremedi!

Cenab ERSÖZ



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Garibanca
Her Yer (!) Karanlık

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Unutmayacağım Seni [Şiir]
Sevdiğini [Şiir]
Sevdalanmak [Şiir]
Sızlıyor [Şiir]
Özür [Şiir]
Kalendermeşrep [Şiir]


cenab ersöz kimdir?

yeni bir yazım meraklısı

Etkilendiği Yazarlar:
çok


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © cenab ersöz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.