Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx |
|
||||||||||
|
Doğu Londra (Mile End), Saat 6:48 p.m. Pennybecker's Pub'ın da oturmuş, sadece bir bardak Haig içmek istiyordum. Hank o an içeri girip -iyi bir huy edindiğini sandığı otlakçılığıyla kendine bir bira ısmarlamamı istedi. Yine o hiç sevmediğim kareli ceketini giymişti, ağzında sigarası -benim kullanmadığımı bildiği halde; "Hey Sid ateşin var mı dostum?" diye sordu, her zamanki gibi bende "Hayır yok seni gerizekalı benim kullanmadığımı biliyorsun" dedim. "Tamam kızmana gerek yok ki, bende şu itten isterim. Hey it, ateşin var mı?" Punk herif hiç tınmadı, zaten gerekmezdi de, yine burnunu boka sokacaktı bu herif. İt büyük bir kibarlıkla buyur kardeşim diyerek çakmağını uzattı. Hank adamın yaktığı çakmağa tam uzandığı sırada, dişi it ağzındaki viskiyi, sanırım viskiydi -saf alkolde olabilir- Hank'in suratına püskürttü. Hank o an alev aldı. "Bok!" diyerek Hank'in üstüne atladım. Alevleri söndürdükten sonra itlere döndüm, katıla katıla gülüyorlardı. "Sizi piçler!" diyerek kadına bir yumruk oturttum. Herif bunu görünce tabanları yağladı. Tekrar Hank'e döndüm. "Sid yüzüm yanıyor, lanet olsun Sid, buradan ve bu itlerden nefret ediyorum." diye zırladı. Hank'i yola kadar sürükledim, kaşları ve o kızıl sakalı tümüyle yanmıştı. Mavi bir Renault 12 durdu. İçinde fiyakalı bir kürk giyinmiş yirmi yaşlarında var yok bir kız oturuyordu. "Bayan yardıma ihtiyacımız var, arkadaşım ve ben saldırıya uğradık." diyerek yardım istedim. Kız, "Buyrun beyefendi sizi en yakın hastaneye bırakayım, arkadaşınızın durumu kötü görünüyor, atlayın hadi." dedi. Hank'i arabaya bindirdikten sonra bende öne kadının soluna oturdum. "Nasıl oldu?" diye sordu. "Mile End itlerini bilirsiniz herhalde, birşey yapmanıza gerek yoktur sadece vururlar, arkadaşım da onlara rastladı." Genç kadın "Oh, çok üzgünüm, geçmiş olsun" dedi. Bizi Bow civarındaki bir hastaneye bıraktı. Kadına teşekkür edip Hank'i arabadan çıkarttım. Bir saat sonra Kaba Tony'le buluşmam gerekiyordu. Hank'i bırakıp aşağı indim, kaldırımda bir Vespa duruyordu. Düz kontakla işini hallettim. Giderken Barry'i gördüm; "Akşama Sir Alfred'da ol." diye bağırdı. Ama önce Tony'le görüşmem gerekiyordu. Sonunda City'deydim. Kahrolası Mile End diye içimden sövdüm. Tony herzamanki gibi telefon kulübelerinin yanında duruyordu. "Selam Tony, nasıl gidiyo?" -Fena değil ahbap, soktuğumun bir almanının işi düştü. Almanlar; pis amcıklar! Neyse adamın ismi Zimmermann mıdır nedir? Sofistike biri, tablo mu ne öyle bi işlerden bahsetti. Yarın Westminister'da Richard heykeli önünde seni bekliyo olacak" dedi. "Saat kaçta?" diye sordum. "Öğleden önce 11'de" dedi. Tekrar Vespa'ya bindim Soho'ya yollandım. Sir Alfred'ın etrafında Barry'i aradı gözlerim. Jude'ü gördüm, o da beni gördü. Hiç birşey söylemeden yanına park ettim. "Sid! Sid Vacant!" diye bağırdı, bu Jude'dü. "İyi geceler hanımefendi" diyerek pub'a girdim, bara oturdum. "Bobbie bi stout versene" dedim. Bobbie içkiyi getirdiğinde Jude yanıma oturup "Neden böyle davranıyorsun Sid?, benim bir ilişkim var anlamıyor musun?" dedi. "Olabilir dışardaki yüzlercesinin hatta içerdekilerin, hepsinin bir ilişkisi olabilir Judith, ama hiçbiri benim hakkımda başkalarıyla konuşmuyor. Tamam sana seni sevdiğimi itiraf ettim ama hala bu yüzü nereden buluyorsun anlamıyorum yaptığın düpedüz kahpelik, laf taşımak. Ha, son olarak eklemek isterim o sünepede ne buluyorsun anlamıyorum. Ben ondan daha yakışıklıyım ve daha akıllıyım." dedim, yanağımdan öptü sonra çekip gitti. "Tam bir centilmenin yapması gerektiği gibi o sünepeye dokunamam." diye geçirdim içimden. Bobbie'ye seslendim. "Bi tane daha mı?" diye sordu; "Hayır bu sefer rom olsun." ...cuma 1969 Kasım 2: Westminister, Saat 11:05 a.m. Tony'le konuştuğum gibi Westminister'a geldim. Richard heykelinin altında siyah takımlı bir herif duruyordu, şu Alman olmalıydı; Zimmermann. Yanına gittim, "Günaydın Herr Zimmermann" dedim. "Günaydın Sid" dedi. "Heralde Tony beni size tarif etti. -Hayır bana fotoğrafını verdi ben hep böyle çalışırım en güvenlisi bu oluyor işi beceremezsen polise eşgalini bu şekilde vereceğim. Kızmana gerek yok kendi teminatımda bu." dedi o pis Alman aksağanıyla. Sinirlerime hakim olmayı başardığımda, "Tony tablolarla ilgili bişilerden bahsetmişti." dedim. "Ah evet şu tablolar. Warhol'un bir kaç tanesini istiyorum. Ve Munch tabiki onun o sıkrımını istiyorum." "Nerde bunlar?" "Oxford caddesinde." "Bu saçmalık orası polis kaynıyordur, Londra'nın en fazla korunan caddesi." diye hiddetlendim. Bana dönerek abuk sabuk konuşmaya başladı: "Ruhun artık efendi ve tanrı saymak istemediği o büyük ejder nedir? Bu ejderin adı 'Yapmalısın'dır. Oysa aslanın ruhu 'istiyorum' der. 'Yapmalısın,' altınla parıl parıl durur yolunda -pullarla kaplı bir hayvan, her pulun üstünde de altından bir 'Yapmalısın' parıldar." gibi abuk sabuk şeyler söylemeye devam etti. Yine Vespama atladım Hyde park'a doğru seyirttim. Hyde'da Lou'yla beraber bir ayhaş oturmuş konyak içiyorlardı. Lou beni görünce: "Mükemmel bir gündü..." diye mırıldanmaya başladı, daha sonra bana konyak içip içmediğimi sordu; "Hayır teşekkür ederim dostum" deyip konuya girdim. "Oxford caddesindeki tabloların olduğu yeri biliyosun değil mi?" "Evet yoksa Andy'nin resimleriyle ilgilenir mi oldun?" "Andy mi? Ha, Warhol; yoksa onunla tanışıyor musun?" "Tanışmak mı? Şu an onunla bir proje üzerine düşünüyorduk." "Nasıl yani? Neyse keyfine bak dostum, o galeri mi müze midir nedir oraya girip birkaç resmini yürütmeni istiyorum. Müzenin kapısının önünden seni alıcam." dedim. Vespa'yı kastederek; "Şu kıçıkırıkla mı? Galiba sen içmeden kafayı bulmuşsun dostum LSD mi alıyorsun, Londra'nın en güvenli bölgesinde, Buckingham'ın karşısından hahaha!..." Ayhaşa dönüp "Beni şu bisikletle alacakmış" diye omzuna vurdu. Ayhaş, "İlk gördüğümde aklı başında birine benzetmiştim azizim, bu zirzoplarla da nerden tanışıyorsun." dedi. Lou bunu duyunca sarhoşu yere çalıp, "O benim kardeşim seni ahmak, bir dahaki sefere sözlerine dikkat etmeyi unutma!" deyip koluma girdi ve "Şu işten biraz daha söz etsene ayrıntıları bırak, sterling olarak, zaman işliyor." dedi. Lou'yla işi bağlamıştım. Pazar günü bu işi halledecektik. Vespada arkama oturmuş Lou, "Nereye gidiyoruz Sid?" diye sordu. "Camden Town'a, benim eve Barry ve Keith'ide çağırdım. Yine eski günlerdeki gibi arka bahçede takılıcaz. Beatles plakları dinleyip cin tonikleri yuvarlıyacaz ve biraz da iş konuşcaz." Eve vardığımızda Barry Jude'ün beni aradığını ve benimle en kısa zamanda görüşmek istediğini söyledi. Barry ve Keith gelmemizi beklerken arka bahçede oturup bir cin şişesini iç etmişlerdi bile. Barry ve Keith'le olan dostluğumuzu düşündüm, bu ikisi gerçektende tehlikeli adamlardı. Onlarla Hyde'da gezerken sanki iki dobermanla geziyormuşum gibi hissediyordum. Aslında bunun insanın kendine güven veren birşey olması gerekirken onların yanındayken iki kat daha fazla dikkatli olmam gerektiğini hissediyordum. Hank'e olanlardan bahsettiğimde ikisinide zor zaptedebildim. Lou kendine ve bana birer tek Macallan viski koydu. Benim kadehimi küçük masanın üzerinde serili olan Londra haritasının kenarına koydu. Hepimizi oraya, yanına çağırdı. "Beyler plan şu, ben ve Sid resimlerin sergilendiği müzenin galerisinden tabloları aşırırken sizde vandalizm uğruna, ki bunun hoşunuza gideceğini umuyorum, sokaktaki birkaç insanı rahatsız edip birde devletin bir telefon kulübesine zarar verirseniz eminim kimse bize o esnada dikkat edemiyecektir." diye kendi planını sundu. Plan herkesin hoşuna gitmişti ve bunun şerefine bardaklarımızı birbirlerine tosladık. ...cumartesi 1969 Kasım 3: Camden Town, Saat 11:47 a.m. Sızmışım, ayıldığımda Lou gitmişti. Pikaptaki plak bitmiş cızırdıyordu. Barry ve Keith'de ortalarda yoklardı, sonra oturma odasındaki sehpanın üstüne bıraktıkları notu buldum. Ortada merak edilecek birşey yoktu sadece kahvaltı etmeye çıkmışlardı. Jude'ü aramam gerektiğini hatırladım, ortalıklarda da kimse yokken onu aramamın tamda zamanıydı. Beni bir kadın yüzünden bu kadar aciz bir duruma düşmüş şekilde görmelerini ve duymalarını istemezdim. Jude'ü aradım telefona o adam çıktı, ona telefona Jude'ü vermesini söyledim. Jude telefonda benimle daha önce hiç gitmediğim bir İrlanda barında buluşmak istediğini söyledi. Akşamüstü bara gittim. İçerisi epey kalabalıktı. Jude barda oturuyordu, benim içeri girdiğimi görünce içkisini alıp bir masaya oturdu. Yanına gitmeden bara uğrayıp bir fincan çay istedim, dün gece içkiyi fazla kaçırdığımdan içimden hiç içmek gelmiyordu. Neyin var diye sordu. Yok birşeyim birazdan geçer dedim. Çay içtiğimi görünce meraklanmıştı besbelli. Kapıya karşı oturuyordum bardan içeri kim girse görebilecek şekilde. Jude kararsızdı konuya nasıl gireceğini bulmaya çalışıyordu. O esnada içeri bir kadın girmişti soluğum kesildi. Bu Alfredo'nun karısı Roberta Castelli'ydi. Roberta beni tanımamıştı anlaşılan. İçeri girer girmez sarışın Alman tipli bir adam onu karşıladı ve daha sonra hesabını ödeyip kalktılar. "Aman tanrım neler oluyor" diye geçirdim içimden. Anlaşılan Alfredo'nun karısı bugün başka bir ağacın dalından meyve yiyecekti. Alfredo ülkesindeki yaşam standartlarından memnun olmayan şansını Amerika'da denemek isteyen İtalyanlar'dan biriydi. Ne yazık ki New York'a gidecek gemilerden birine binmesi gerekirken o yanlışlıkla Londra'ya gelen bir gemiye binmişti. İngilizce konuşulan bir ülke olduğundan da Londra'yı New York sanmıştı. Daha sonraları yanlış bir zihniyetle ve güney italyalılara özgü bir düz mantıkla, Londra veya New York sonuçta Amerika deyip buraya yerleşti ve her zaman takıldığımız şu pub'ı Sir Alfred'in yerini açtı. 10 yılı aşkın bir süre Londra'da yaşayan Alfredo yaşlanıyordu. Tamamiyle buraya kök salabilmek, kendi tohumlarını ekmek yani çocuk sahibi olabilmek için evlenmeye karar verdi. Karısı Laura adında bir İskoçtu. Ama daha sonra Alfredo istediği için katolik olup vaftiz edilince Roberta ismini almıştı. Hepimizin bildiği buydu. "Sid sandığın gibi senin yerine Alistair'i tercih etmiyorum. Neden herşeyi bu kadar zorlaştırdın bir sene önce neden beni sevdiğini söylemedin. Doğrusunu söylemek gerekirse birkaç yıldır seni tanıyorum ama kendinden bana hiç söz etmemiştin sadece altı ay önce 'the who' konserinde karşılaşmış ve takılmıştık. Gerçekten senden hoşlanmıştım. O günden beri benimle konuşmanı bekliyordum. Senden bir hareket gelmeyince benden hoşlanmadığını düşünmeye başladım. En azından ben şansımı deneyip seninle konuşacaktım ama seni hiç göremiyordum ara sıra gördüğümde de işin olduğunu söyleyip sadece bir kuru selam vererek çekip gidiyordun. Sonra bir hafta önce birden bire ortaya çıkıp sarhoşken beni sevdiğini hemde erkek arkadaşımın yanında söylüyorsun. Ne yapmamı bekliyorsun ben herşeyi toparlayıp rafa kaldırmışken tekrar herşeyi sil baştan gözden geçirmemi mi? Doğrusunu istersen herşeyide gözden geçirdim, ben seni... Ama Alistair çok iyi bir insan bana çok yardımı dokundu kötü günlerimde hep yanımda oldu. İşte evlenmem gereken adam bu dedim." Bir türlü Jude'ün söylediklerine odaklanamıyordum. İçeri biri iri kıyım diğeri o kuzey irlandalılara özgü kızıl ve kıvırcık saçlı iki adam girdiler. Derken bu ikisi barda oturmuş içkisini içen bir adamı yaka paça dışarı çıkardılar. Burnumu sokmamam gerektiğini bilmeme rağmen o içimdeki şövalye duyguları yine kabarmıştı, o adamcağızın bu iki hödük tarafından hırpalanmasına izin veremezdim. Jude'ü oracıkta bırakıp adamların peşinden gittim. Adamlar bir şoseye daldılar bende peşlerinden onlara yetişmeye çalışıyordum. İki el ateş sesi duydum. Adamları yakaladım napıyorsunuz diye bağırdım? Hemen bir arabaya binip tam gaz uzaklaştılar. Adamın yerde yatan vücuduna koştum. Adamı dizkapaklarından vurmuşlardı. Kuzey İrlanda'da, IRA elemanları, ispiyonculara ve suçlulara "diz kapağı" adını verdikleri bir ceza uygularlar. Her iki diz kapağınada kurşun sıkılır. Bu adam belli ki bir ispiyoncuydu ve ilk uyarıyıda almıştı bir daha böyle birşey yaparsa öldürüleceğini bilirdi. Adam zar zor yardım etmemi istedi ama oradan arkamı bile dönmeden uzaklaştım, ispiyoncuları bende sevmezdim. Pub'a döndüğümde Jude'ün oturduğu yerde yeller esiyordu yani basıp gitmişti. Sir Alfred'ın yerine uğradım. Üç tek attım, sarhoşken vespayı kullanmak çok zor oluyordu. Eve döndüm nevaleden biraz çıkarıp sardım, normalde sigara içmiyordum ama bu başkaydı. Son zamanlarda yalnız başıma tüttürmeyide adet edinmiştim. ...pazar 1969 Kasım 4: Battersea, Saat 7:20 a.m. Lou sabahın altısında beni arayıp bir saat sonra Battersea'daki çöp kamyonlarının bekleme yerlerine gelmemi istedi. Yaklaşık yirmi dakikadır bekliyordum. Neredeyse ağaç olmuş çiçek açmıştım meyve vermeme ramak kalmıştı doğrusunu söylemek gerekirse ama Lou'dan haber yoktu hala. Bir yirmi dakika daha bekledikten sonra Lou sonunda gelebilmişti. Evden buraya kadar yürüdüm dedi ona tabikide inanmadım saçları açık sarı ve gözlerinin üstünü kapatan bir adam arabasıyla bırakmıştı Lou'yu, görmüştüm. Siyah bir şapka takmıştı yanıma yaklaşırken "günaydın, güzel bir sabah değil mi?" diye sordu. Üşümeye başlamıştım, konuşacak halim yoktu, hiç cevap vermedim. Vespa'ya doğru yollandım o da peşimden gelip arkama atladı. Ana caddeye geldiğimizde köşeden dönüp Vespa'yı oraya bıraktık. Yürümeye başladık, Lou kaynağını belirtmediği bilgiler ışığında beni aydınlatıyordu. "Müzenin beş güvenlik elemanı var. Müzedekiler sahip oldukları ilkel alarm sistemiyle övünmekteler ve bu sistemde binanın kapılarının açılması ile alarmın devre dışı kalması arasında 30 saniyelik bir süre var. Müze saat 9.30 da açılıyor. Barry ve Keith plan doğrultusunda ortalığı karıştırıp memurları oyalarken bizde o 30 saniyeden sonra işimizi halledip oradan sıvışacağız. Barry ve Keith'de bizim uzaklaştığımızı gördükleri anda oradan kaçacaklar aksi takdirde polisler tarafından planımızın bir parçası oldukları kolayca anlaşılacağından gözaltına alınırlar. Onlarıda sabah arayıp ikaz ettim zaten. Hadi gidip birer çay içelim, nerden baksan bir saatimiz var." Cadde üzerindeki ufak bir lokantaya girdik ben fasulye, yumurta ve çay almıştım. Lou ise sadece biraz beyaz ekmek, yağ ve çay almıştı. Yerken bir yandanda konuşacak başka bir şey kalmamış gibi Lou'ya Alfredo nun karısını gördüğümü anlatmaya başladım. Lou canı sıkkın bir şekilde Roberta'nın yanındaki Almanı sordu. Daha sonrada benim işverenim olan almanı, ona tarif ettikten sonra masanın üstüne bikaç penny atıp "kalk gidiyoruz" dedi. "Ne oluyor Lou, benim bilmediğim ne biliyorsun. Ne geçiyo yine o kafandan, söyle çabuk." "Şu almanlar, bu kadar çok alman Londra'da ne geziyor olabilir, hiç şüphe duymuyor musun, savaştan sonra eski SS subaylarının 'Totenkopf' yani ölümün başı ekibini gizliden tekrar kurduğunu duymuştum. Bir şey planlıyorlar ama ne, birkaç resimle bi işleri olamaz. Bana soracak olursan sadece dikkatleri buraya çekmek istiyorlardı, önce Tony'yi bulucaz ve şu senin işverenini nerde bulabileceğimizi öğrenicez." Caddenin köşesine parkettiğimiz vesapaya binip, City'ye Tony'nin herzaman parsellediği telefon kulubelerine yollandık. Tony'i biraz hırpaladıktan sonra adamımızı Mile End'de yıkık dökük bir binada bulabileceğimizi öğrendik. Mile End'e o virane yere gittiğimizde bana bu işi veren adam küçük bir parkta önünde tekerlekli sandalyeye oturmuş bir adamı gezdiriyordu. Yanına gittiğimizde serin kanlı bir şekilde tekerlekli sandalyedeki adama bizi takdim etti. Lou nereden ve ne zaman çıkardığını anlamadığım silahını hemen bu iki almana doğrulttu ve sordu "Neyin peşindesiniz?" "Sandığımızdan daha akıllıymışsınız bay Reef ve unutmadan bay Vacant, resimlerle işimiz yoktu. Niyetimiz o süslü Buckingham sarayınızı Thames'e batırmaktı ve şu an bir tanker oraya doğru yol almakta. Sizede bizimle birlikte bu muhteşem gösteriyi izlemenizi öneririm. Bir saat sonra eşine az rastlanır bir şey göreceksiniz." Lou Kralcı değildi ya da Kraliçe uğruna hiçbirşey yapmazdı ama sonuçta her ikimizde vatanseverdik. Oradan derhal ayrılıp şu tankeri engelleyecektik. Ama tekerlekli sandalyedeki yaşlı nazi kucağındaki battaniyeyi kaldırıp altındaki saatli bombayı gösterince neye uğradımı şaşırdım. Lou iki Almanıda hemen vurdu sonra koşmaya başladık, biraz uzaklaşmıştık ki patlama oldu. Thames'in üstündeki üçüncü köprüde tankeri gördüm. Vespayla arkasına yaklaştığımda bana ateş açtılar. Trafik bir anda kilitlendi, arabaların şöförleri çığlıklar atarak kaçışıyorlardı. Tankerden iki adam indiler, Lou onlarla çatışıyordu. Bir taksinin arkasını kendimize siper etmiştik. Tankerdeki koyu renkli kimyasal maddenin her tarafa sızdığını gördüm, Lou'dan tabancayı alıp, kaçmasını istedim. Sonra bende koşarak tankerin deposuna bir kaç el ateş ettim. Kurşunlar bir iki kez sektikten saniyeler sonra büyük bir patlama meydana geldi. Allah'tan köprünün üstünde Nazi'lerden başka kimse kalmamıştı. Gözlerimin kamaşması geçtikten sonra Lou'ya dönüp "Galiba başardık, Kraliçe'nin hayatını kurtardık" dedim. Lou'da "Şanslı kadın" diyerek güldü. ...pazartesi 1969 Kasım 5: Heathrow Havaalanı, Saat 10:15 a.m. Barry ve Keith arabada bekliyorlardı. Lou'da sakalını ve bıyıklarını kesip bir güzel traş olmuştu. Yirmisinde bir delikanlı gibi gösteriyordu. "Ayrılık vakti geldi Sid, bende olmayacağıma göre buralarda artık bir tek senin borun öter. Andy'le planladığım gibi New York'ta müzik kariyerime devam edeceğim." "Londra'da konser verecek olursan gelmeye çalışırım. Tabi ki şaka yapıyorum irtibatı hiç koparma, benim gibi senin başın sıkıştığında da benden yardımımı iste, her zaman seni kollarım, şimdilik elveda dostum." "Hoşçakal Sid." Lou, arkadaşı civciv sarısı saçlı Andy'le tokalaşıp gişelerden geçip uçağına doğru gitti. Son kez arkasını dönüp el salladı. Sonra bende havaalanından çıkıp çocukların yanına arabaya gittim. Arkaya oturdum. Biraz buruktum, belki bir dostumdan çok Lou'yu hep bir ağabeyim olarak gördüğümden. Barry'nin sorduğu soruları duymazdan geldim, hiç cevap vermedim. Camdan dışarı bakarken Jude'e evlenme teklif etmeyi kafama koydum, içimden bir ses onu sadece böyle kazanabileceğimi söylüyordu. Başımı belaya sokmayacak, değişecektim. -SON-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ufku, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |