Dünyayı isteyen bilime sarılsın, ahireti isteyen bilime sarılsın; hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın" -Hz. Muhammed |
|
||||||||||
|
yüreğinde kırk mum yanar. ve bir gün; ayrılık, çaldığında kapını otuz dokuz gün boyunca, her gün bir mum sırayla söner. bir sarışın sis perde olur sevdanın kumral yüzüne, ..dağlanır acın, unutmaya başlarsın... ama,kırkıncı mum ciğerlerini yangın yerine çevirircesine ve hiç sönmemecesine yanar. karnı burnunda hüzünlerle; her anıda, her şiirde, bir kedi gölgesinde, buz mevsimlerinde doğan ilk kardelende, saksıda bir sonbahar yaprağında, ve saçak altlarına sığınan serçelerin hüzünlü yağmur türkülerinde, hatıralarını yakar; ne yapsan söndüremezsin... ..unutamazsın’ demiştin. gülüp de geçmiştim. çünkü ben buralara, koşutlanıp yoksulluğumun gönül yolculuğuna, doru atların nal izlerini süren yağmurların nefesini ve sevdamın adını bilip de gelmiştim, ve gözlerimden, bir mavi balıkçılı yalnızlığına uçurmuştum vodvillerle. gülümsemiştim... bir öfkeli kasırga gibi geçmiştim yıldızların halesinden ve ateşe kıvılcım serpmiştim. koşmuştum, tarih ve doğanın şahane evliliğinin içinden; travmaların, ve bitmesiz ölümlerin ortasında ısıtmıştım buz yanığı gölgemi. bilirdim; eninde sonunda gidecektin. ayrılığına, ve tohumladığın her acıya hazırlıklıydı yüreğim. bir başka bin yıla ikramdı maceram, yokluğuna, kınını yırtan bıçak gibi bilenmiştim, ki, ne gidişler görmüştüm çeşit çeşit ..bilmediğin, ne acılarla örselenmiştim. öyle,mumlar falan da teslim alamazdı yüreğimi, ve hiçbir acı kuşatamazdı yiğitliğimi. ben istesem var ya, ben istesem: ‘küçük nefes darbeleri’ ve kırk mum, bir anda sönüp giderdi... değil mi ki, yıldızları bir hançer gibi saplamıştım yokluğunun sokaklarına, ve şakülünü bozmuştum bütün terazilerin, neyi anlatırdı ki dağlı bir hüznün ağıtı? cevabını arayan sorular, bir tanrısız gömüt, ..duasız... sevgiyi söylemiyorsa dili önemli miydi hangi dinden olduğu türbelerin? ve çarmıha gerilmiş suskunluğumun fişengi, neyi anlatırdı ki?.. kaldı ki; ben ne badirelerden geçmiştim, o, felsefenin dikenli/gül kokulu şehirlerinden. kaç acıyı yenmiştim. kaç kez yaralanmış, kaç kez ölmüştüm. bir zümrüd-ü anka gibi yokluğunun üstüne kaç kez doğmuştum küllerimden. aslında; beni sevmediğini bilirdim, “ doğrucuydu gözlerin “ bakışından anlardım, duruşundan, bardağı tutuşundan, burnunu çekişinden, sigarayı içişinden, ağzını şapırdatışından anlardım... ve içindeki hiçbir mumu da ateşleyememiştim. yalancı toklukların çemberinde, nöbetçi kulelerinin gölgesi düşüyordu pencereme, ama düşmedim ağına karamsarlığın, bir kez olsun kuşkunun resmini çizmedim. sınırları olmayan bir hoşgörülü davetin tapınma odalarına hapsolan sahibiydim. söyle; yokluğundan daha beter çaresizlik mi var? ha, söyle; kısılır mı karanlığın mumu? bir sahte gülüşe bozulur mu susmanın orucu? seni tarif neyle mümkün, seni ben hangi dilde, kime/nasıl anlatırım? ya da,peşinden çağlayan gözyaşlarını mı toplasam yollarını bekleyen bulutların?... neyi anlatırdı ki, gönüller kalesinin yaşlı istasyonları, perdeleri çekilmiş sokakların ıssızlığı, dönüşü olmayan göçler, bir dağ ateşinin yalnızlığı, neyi anlatırdı? ..susardın... oysa ben, cevabını arardım beynimi kuşatan bütün soruların; ..sen hala,bendeki mumları sorardın. aslında; bütün şamdanları boştu yürek odamın, bilmezdin. derdim başkaydı benim, öyle umurumda falan da değildin. ne çıkardı; rüzgarlar yağsa bütün aşk söylencelerine, fırtınalar,tufanlar, ve nisan yağmurları doğsa kızgın çöllere, türkümüzü unutsa şehirli çiçekler, ve Yunus yeniden şeyhin asasını aramaya mahkum edilse, ne çıkardı? ben, Pandora’nın kutusunda sakladığı umudun peşindeydim. geçip Epimethieus’un zifaf odasından, ve Zeus’un ölümcül kartalının gölgesiz kanatlarından, umudu bulmak için gözlerinin sınırına gelmiştim. şifresi : kahverengi dişlerimde ham çağla izi, aşkın evrensel kimyası, bir parolanın suskun işareti, ..bilemezdim; saçlarının yüzümü saran kemendi, kahverengi. ve ardımdan çalardı bütün alarm zilleri... sen ise hep inat ederdin, bir türlü beni sevmezdin. oysa; nereye baksam, gözlerinle karşılaşırdı gözlerim. ..gerçeğimdin... zincire vurulmuş Promethieus’un avuçlarındaki ateşi çalarak, yüreğindeki mumları yakmaya soyunmuştu kar yanığı ellerim. yüzümü dayamıştım ayak parmaklarına, çeliğin ışıltısına sürtünürken şakağım, topuğuna takılıyordu soluğum kan ter içinde ve bıçaklıyordu ışığını mumların çifte su verilmiş çıplaklığım. Promete’nin kendini yenileyen durmadan, ölümsüz kara ciğerini kurtaramamıştım kartalın çelik gagasından. kırım, bozgun, ve ölüm, yenilmiştim. bütün bayraklarımı toplamıştım utkulu savaşlara çıktığım geri çekilme yollarından. koşuladığım her yol beni sana götürürdü, ben şiirin yolunu seçmiştim. ve Zeus’a ateşin bedeli; yakamozlarında her akşam güneşin boğulduğu, ve an be an mum olup yanan parafin denizlerimi vermiştim. ..ve Pandora’dan çaldığım umudu... çoğalışımın bedelini ödeyip yitmiştim! ..güvercinlere; yuva olmuş doğal oluşumlar, bir yusufçuk kanmış çaldığım ateşin rengine, bir de bütün tanrıların saklandığı anıtlar. orduların yolumu kestiği, mabetlerin, dulda – pusat eşgüdümü egemenleri, ve bileğime saldıran zincirleri kırıp gelmiştim. bitmesiz yolları aşıp, kulaklarımı çınlatan ‘vur’ emirlerinden geçmiştim. oysa; sen benim umurumda bile değildin, zaten, beni de sevmezdin. ben yalnızca, Pandora’nın sakladığı umudun peşindeydim. ..bir de Promethieus’un avuçlarındaki ateşin. ..içindeki mumları yakmak için... biliyor musun? yalan söyledim. doğru değildi ‘umurumda değilsin’ sözlerim. erteledim ömrümün rengince kara sevdalarını, kendi damarlarını ısıran kanımı bir gümüş tasa içirdim, bandım ayışığını, sesimin sesine dokunarak çoğaldığı zamanlardan geldim, ve sana koşan adımlarımın bütün bedelini ödedim, aydınlığa baktım, ışığa kanatlarımı verdim, seni Spartaküs’ün özgürlüğe olan sevdasınca sevdim, ekmek gibi,tuz gibi, bir anne, ninni, ishak kuşu, vezüv gibi, seni Spartaküs gibi sevdim. ..çok sevdim, çok... bırak; senden ne alırlarsa alsınlar, benim verdiklerimi götürmelerine imkan yok. şimdi sen yoksun; artık memede süt ısırgan ağısı, ve yokluğunun kuşatmacı yangısı içimi bir kurşun zehiri gibi acıtıyor. bütün kutsal kitaplar; ‘insan iki kez doğarmış, birincisi annesinden, ikincisi, yüreğindeki mumları ateşe verenden’ diyor. ve o mumlar, ateş ülkesinin şiirini dans eden ışığıyla yakan: ..söndüremedim hiçbirini, kırkı birden yanıyor...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © GÜRKAL GENÇAY, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |