..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak ne güzel şey be kardeşim. -Nâzım Hikmet
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Kent > Okan Özgür Uşaklıgil




19 Temmuz 2006
Doğrusu "Komünist"miş Meğer  
70 lerde doğanların politik duruşu

Okan Özgür Uşaklıgil


Benin bildiğim en ağır küfrü etti. Hem de bağırarak. Küfrün arkasına “Ya sev, ya terk et” ekledi. Pek sevgi dolu görünmüyordu. Galiba bir şeyleri terk etmeyi düşünüyordu.


:BBED:
Meşhur öcümüz seksen öncesi, diğerlerini olduğu gibi, bizim kuşağın hayatını da değiştirmiştir. 1979 Senesinde henüz yedi yaşındaydım. Dünyayı tanımaya çalışıyordum. Okula yeni başlamış, sonraki hayatımda izler bırakacak pek çok anıyı, bir dizi film gibi ardarda yaşıyordum. Yalnız sokağa çıkmam hala yasaktı ama etrafta yetişkinler varsa bazen annem eve gidip günlük işleriyle ilgilenirdi. O gün de öyle bir gündü. Sabahçı olduğumdan okulda işim bitmişti. Ödevleri de nasıl olsa yapardım.

Arkadaşlarımızla misket oynarken, postallı ve parkalı koca bir adamın üstümden atladığını hatırlıyorum. Yerde eğilmiş, arkadaşımın misketine nişan alıyordum. Birden ne olduğunu bile anlamadan bir rüzgar hissettim. Kafamı kaldırdığım zaman üstümden uçan postalları gördüm.

Adam Mülkiye’ye doğru kaçarken, arkasından başkaları da geldi. Kızlar, erkekler, yaklaşık on beş kişilik bir grup büyük bir hızla koşuyorlardı. Aralarında benden ancak yedi, sekiz yaş büyük olanlar da vardı. Biz ne olduğunu anlamaya çalışıyorduk. Kaçmak aklımıza gelmedi. Elif teyze bağırarak bizi çağırdı. “Çocuklar çabuk buraya gelin”. Gürkan’ı ve beni kolumuzdan tutup evine doğru sürüklemeye başladı. Aklımız hala yerdeki misketlerdeydi. Diğer arkadaşlarım da ağlayarak peşimize düştü. Elif teyze annemin bir arkadaşıydı. Bizim apartmanın giriş katında otururdu.

Korkmamız gerektiğini nihayet anlamıştık. Korktuk. Grup kaçıyordu. Onlar solcuymuş. Yani “kominist” (Elif teyze öyle dedi). Kimden kaçtıklarını tahmin etmek hiç te zor değildi.

Bıyıkları dudaklarının iki yanından aşağıya sarkan, kara yağız, bıçkın delikanlılardan kaçıyorlardı. Biz daha apartmana ulaşmadan onları gördük. Ellerinde kovboyculuk oyuncaklarımızın sahicileri vardı. En arkadan oldukça büyük göbekli bir tanesi geliyordu. Ter içerisindeydi. Yorulmuştu. Bizim girmeye çalıştığımız apartmanın önünde durdu. Daha fazla koşamayacağı belliydi. Derin, derin nefes alıyordu.

Benin bildiğim en ağır küfrü etti. Hem de bağırarak. Küfrün arkasına “Ya sev, ya terk et” ekledi. Pek sevgi dolu görünmüyordu. Galiba bir şeyleri terk etmeyi düşünüyordu. Kısa bir süre bize baktı. Gözleri nefret ve kin doluydu. Silahını siyah ceketinin iç cebine soktu.

O sırada yan apartmanın duvarının arkasından haki parkalı bir kız fırladı. Aksi yönde kaçmaya başladı. Kızı daha önce de görmüştüm. Aşağı sokakta oturuyordu. Onların sokaktaki bakkalda rastlamıştım.

“Şişko faşist” (Elif teyze böyle demişti) silahını çekti. Kızın arkasından nişan aldı. İsteseydi onu oracıkta öldürebilirdi. Koca bir mahallenin korkuyla bakan gözleri önünde, on altı veya on yedi yaşında bir kızı, haki parka ve postal yüzünden yok edebilirdi.

Yapmadı. Ateş etmedi. Silahını yerine koyup, peşinden koşmaya çalıştı. Biraz koştu. Ayağı kaydı ve tökezledi. Sonrada nefesi kesildi ve yürümeye başladı. Bağıra, bağıra küfrediyordu. Türkçe konuşuyordu ama anlamını bildiğim pek az kelime kullanıyordu. Bu kelimelerle daha sonraki yıllarda, cinsel hayatta, politik yazılarda veya konuşmalarda tekrar tanıştım.

O kız kaçtı. “şişko faşist” “koministi” öldürmedi. Ama bana ve orda misket oynayan arkadaşlarıma, geleceğin umutlarına, bir şey öğretti. Bu ülkede düşünceni savunmak, ölmek kadar kolay. Üstelik, düşüncenden dolayı suçlu sayılman için, kimsenin senin fikirlerini duymasına bile gerek yok. Birilerinin senin ismini, daha önceden kötü ilan edilmiş bir şeylerle anması veya sırf haki parka giymek yeterli. Aslında sadece Türkiye’de değil fırsat veren tüm dünyada durumun hemen, hemen aynı olduğunu, çok sonra görebildim.

Yıllarca kaygıları derin olmayan bir nesil olmakla suçlandık. Yıllarca 68’lileri dinledik. 70’lerin hızlı gençliğini, dava adamlarını, daha bir çok, maşalığı.
-     “Onlar olsaymış ..................... .................................”

Sahi, kim bıraktı bize bu mirası?

İşin garibi bize siyasi içerikli her şeyden uzak durmamızı sıkı, sıkı tembihleyenler de onlardı.

.............................................

Hayatı ve kendimi tanımaya çalışıyordum. Büyüyordum yani. Koca gözlerle seveceklerimi ve sevmeyeceklerimi, iyiyi, kötüyü, nasıl ayırt edeceğimi kavramaya çalışıyordum. Hem de karmaşık, komploların kol gezdiği bir ülkede.

Adım Özgür’dü ve herkes aynı fikirdeydi ki, özgürlük bu ülkedeki en yanlış şeydi. Belki politik duruşu belirsiz bir kuşak olduk, ama bu bize her söylenenin doğru olmadığını ve kendi doğrumuzu bulmaktan başka çaremiz olmadığını öğretti. Çaktırmamak şartıyla, doğrularımızı seçmekte de özgürdük. Nasıl olsa kendimiz gibi düşünen bir parti bulamayacak ve mevcut onaylanmış görüşlerden birine yönelecektik. Birey olmanın bedelini, birliğimizi kaybederek ödedik.

Daha sonraki yıllarda o “kominist” kızla tekrar, tekrar karşılaştım. İki kez kendisini gördüm. Pek çok kere de tanıdığım başka insanların onu andıran davranışlarında onunla karşılaştım. Bana onu anımsatan pek çok insanla tanıştım. Hepsi iyi niyetli, hepsi cesur, hepsi baskıyla karşılaşmış, pek çok insan. İster sağ görüşlü olsun, ister sol görüşlü, hepsi ülkesi için bir şeyler yapmak isteyen, ne düşündüğümü söylemeden önce bir kere daha düşünmem gerektiğini hatırlatan pek çok insan.

...........................................

O korkulu günün üstünden bir hafta bile geçmemişti. Mahallenin çocukları en keyifli görevlerini yerine getiriyordu. Yani oyun oynuyorduk. Bu seferki oyun talimcilikti. Birimiz en başa geçer, sıra olurduk. Baştaki çocuk zor bir hareket yapar diğerleri onun yaptığını tekrar etmeye çalışırdı. Duvarlardan atlar, demirlere asılarak merdivenlerin yanından tırmanırdık. Komando talimi gibi bir şeydi yani. Genelde arka bahçelerde dolanırdık. Akşam olmak üzereydi. Oyun da birazdan biterdi.

Oynadığımız bahçeye adamlar geldi. Ellerinde koca, koca sopalar vardı. Sopaların uçlarında kumaş bağlanmıştı. Bir sürü koca sopa getirdiler. Onlarla ne yapacaklarını sorduk, “akşam görürsün” dediler. Bunlar da “koministti”. Bu adamlara fazla yaklaşmamamız konusunda tembihliydik. Bazıları benden ancak beş altı yaş büyük, hiçte kötü görünüşlü olmayan gençlerdi. Bir tanesi kafamı okşadı. Koşturmaca olmadığından bu sefer korkulacak bir şey yok gibiydi.

Annemin sesini duydum. Beni çağırıyordu. Eve doğru koştum. Diğer çocuklar da dağıldı. Eve gelince anneme “koministlerin” gene geldiğini koca sopalar getirdiklerini söyledim. Annem bir anda telaşlandı. Pencereye koşup ne olup bittiğini anlamaya çalıştı. Ortalık sakindi. Bir şey anlamadı.

Birkaç saat sonra, hava kararınca sokakta bir kalabalık toplanmaya başladı. Bütün mahalleli gibi biz de pencereden olup biteni seyrediyorduk. Başta pek ses çıkartmıyorlardı. Bu kadar insan fısıldayınca bile bir uğultu oluyor. Endişe verici, pek de hoş olmayan bir uğultu. Biraz sonra kalabalık, sopaların ucundaki kumaşları tutuşturdu. Bizim okul bahçesinde yaptığımız gibi sıra olmuşlardı. Onların sırası bizimki gibi ikili değildi. Yedi sekiz kişi yan yanaydı. Sokağı tamamen kaplıyorlardı.

O güne dek bu kadar muhteşem bir şey görmemiştim. Yüzlerce genç ellerinde meşalelerle yürümeye başladı. Şahin sokaktan, evimizin yanındaki yokuştan, aşağıya doğru yavaş ve bu sefer bağırarak yürüyorlardı. Sanki akan bir nehrin üzerinde yanan tahta parçaları akıntıyla salınarak ilerliyordu. Kalabalığın korosu insanı oldukça derinden etkiliyordu. “Tek yol devrim” diye bağırıyorlardı. Bu lafı okulumun yanındaki sokaktan, duvarlardaki badana yazılardan biliyordum. Okumayı öğrendiğimden beri, bu ve buna benzer yazıları okurduk. “Devrim sokak” diye bir sokak vardı galiba.

Haykırarak istedikleri “devrim” tam olarak ne demekti. Bilip bilmediklerinden bugün bile emin değilim. Keşke bir anket yapıp, hayallerindeki “devrim” sonrası Türkiye’yi tarif ettirebilseydim.

Bizim sokağın adı Özsoy’du. Alt sokak Köylüler, üst sokak Atom sokak. Devrim sokak nerede bilemedim. Anneme sordum. “O sokak adı değil başka bir şey” dedi. Anlatmaya üşenmişti.

Kalabalık gözden kayboldu. Sesleri hala bize kadar geliyordu. Bu sefer sokağa onlar kadar disiplinli bir başka kalabalık geldi. Atom sokaktan bizim sokağa indiler. Önde panzerler vardı. Okulun önünde duran panzeri daha önce de görmüştüm. O zaman hareketsiz olduğundan bu kadar büyük görünmemişti. Muammer amcanın şevrole’sinin yanından geçerken, bildiğim en büyük arabanın onun yanında oyuncak gibi kalması beni şaşırttı. Birkaç polis minibüsü de geldi. Lambaları ortalığı aydınlatıyordu. Etrafta bir sürü polis vardı.

Kalabalığın peşinden yavaş, yavaş yol almaya başladılar. Bir süre sonra düzenli bağırış yerini çığlıklara ve gürültüye bıraktı. Birkaç patlama ve seri silah sesleri duyduk. Gürültü korkunçtu. Annem bizi pencereden uzaklaştırdı. Kendisi perdenin arasından bakıyordu. Bıkkın bir tavırla “Ne zaman bitecek bunlar” dedi.

Gürültüler bize yaklaşmaya başladı. Gene bir kovalamaca başlamıştı. Kaçanlar gene “koministlerdi”, bu sefer kovalayan polisler. Mahalleden geçenler oldu. Apartmandan bazı gürültüler geldi. Bir cam kırılması sesi duyduk. Bir çığlık. Sonra sesler uzaklaştı.

Sessizlik rahatlatıcı değildi. Neler olduğunu anlayamıyorduk. Birilerine bir şeyler oluyordu. Belki de ölüyorlardı. Hem de bizim apartmanın önünde, belki de içinde.

.................................................

Hayatımda iki büyük toplu eyleme katıldım. Birincisi ortaokulda 19 Mayıs törenlerinde, 19 Mayıs stadyumunda fon ekibindeydik. Yani sahada gösteriler yapılırken, tribünde renkli kartonlarla mesajlar veren birer noktacıktık. Oluşturduğumuz görüntüyü hiç göremedik. Bildiğimiz karşı tribündeki pencerede yazılı olan sayıyı elimizdeki listeden kontrol edip, doğru renkte kartonu kaldırmaktı.

O tribünde beş binden fazla genç, bir aydan fazla bir süre hazırlandı. Bizim bayramımızda, birilerinin vermemizi istediği mesajı televizyonda verdik. Hayatımın o zamana kadarki en büyük toplu eyleminde biz ne mi dedik?

Bilmem. Herhalde iyi bir şey dedik ki, bizi ne polis, ne de faşist kovalamadı.

İkinci eylem Uğur Mumcu’nun cenaze töreniydi. Bu birincisinden çok daha fazla insanın katıldığı, çok daha gönüllü, çok daha acı dolu bir gösteriydi. Meşaleli gösteriden de çok daha büyüktü. Biz de bağırarak ağır, ağır yürüdük. “Mumcular ölmez”

Bazı yorumcular yüz bin, bazıları da iki yüz binden fazla insanın olduğunu söyledi. Yüz bin kişilik bir topluluk nasıldır bilir misiniz? Aynı şeyi haykıran yüz bin kişiyi hiç duydunuz mu? Yoksa siz de orada mıydınız?

Bu cenaze merasiminde de panzerler vardı. Polis minibüsleri, polisler, hatta skorski helikopterler bile vardı. Ama öyle bir kalabalık vardı ki, sanki onların dışındaki herkes aynı saftaydı. Hepsi donmuş gibi kaldı. Bu sefer kimse dayak yemedi.

Atmışların, yetmişlerin bu en güçlü sesinin ardından, yürümek nedir bilmeyen seksenler ve hatta doksanlar bile yürüdü. Herkes aynı şeyi istedi, haykırdı. Peki duyması gerekenler duydu mu?

............................................

Meşaleli eylemin gecesinde çok korkuyorduk. Kapı çaldı. Annem kapıya bakmak için hareket etmedi. Bize de yerimizde kalmamızı işaret ediyordu. Elif teyzenin sesini duyduk. “Aç kapıyı benim”

Annem kapıyı açtı. Elif teyze girince hemen kapattı.

-     Atıf’ın kızını polisler dövmüş kapının önünden aldım. Durumu fena. Kafası kan içinde. Gelsene bir şeyler yapalım.

Atıf amca bakkaldı. Bakkalın kızını ben tanımıyordum. Polislerin bakkalın kızından ne istediğini de anlamadım. Elif teyzelerin evi bizim apartmanın giriş katındaydı. Anlaşılan çığlık bakkalın kızından gelmişti.

Annem “çocukları bırakamam, onu getirelim” dedi. Bize “hiçbir şey yapmamamızı hemen geleceğini” söyleyip gitti. Gerçekten de biraz sonra geldiler. Yanlarında bir kız vardı. Bu kız daha önce şişko faşistin takip ettiği “koministti”. Bakkalda rastlamam tesadüf değilmiş. Meğer bakkalın kızıymış.

Annemler bize getirmeden önce yüzünü temizlemişler ama kanama sürdüğünden suratına hala kan akıyordu. Kız yürümekte de zorlanıyordu. Küçük odaya geçtiler kızı oradaki yatağa yatırdılar. Kafasını temizliyorlardı. Bir kolunun da ağrıdığı çok belliydi. Pantolonunu, parkasını ve kazağını çıkarttılar. Bembeyaz ve çok zayıftı. Üşüdüğünü belli eden hareketler yapıyordu. Biz kapıdan olanları seyrediyorduk. Annem bizi kovalayıp kapıyı kapadı.

Mutfaktan, evde ne kadar ilk yardım malzemesi varsa alıp küçük odaya gitti. Kızı bağırta, bağırta yaralarını tedavi etmeye çalışıyordu. Arada bir o da bağırıyordu. “Bok vardı, yedin” yada “aferin, iyi halt ettiniz” Bir saat kadar bu bağırtı devam etti. Sonra annemle Elif teyze odadan çıktı. Salonda oturup konuşmaya başladılar.

Atıf amcanın evini bilmiyorlardı. Bilseler de bu kargaşada gidemeyeceklerdi. Ne bizim evde, ne de Elif teyzelerde telefon yoktu. Gerçi üç-dört sene evvel başvurmuştuk ama daha çıkmamıştı. Telefonun nerden çıktığını bilmiyordum. Annem “torpilimiz olsaydı şimdiye kadar çıkardı” diyordu. Torpil ne demek onu da bilmiyordum. Bizde olmadığına göre bilmemem de normaldi.Yani telefon etmek gibi bir şansımız da yoktu.

Konuşulanlardan kızın adının Zeynep olduğunu öğrendik. Annemler ertesi günü beklemeye karar verdi. O arada kız odanın kapısını açtı. Zorlukla ayakta duruyordu. “Tuvalete gitmem lazım” dedi. Elif teyze koluna girip ona yardım etti tuvalete gittiler.

Sonra Elif teyze gitti. Annem kızın odasına girdi. Konuşuyorlardı. Eski günlerden, annemin yaşadıklarından, duyduklarından bahsediyorlardı. Annem Zeynep’i hiçbir şeyin geleceğinden önemli olmadığına ikna etmeye çalışıyordu. Bazen de kızıyordu. Azarla karışık ikna çabası uzadıkça uzadı. Ben uyuya kaldım. Arada sesler yükselince uyanıyordum. Saat çok geçti. Belki de ertesi gün için çok erken.

O bölük pörçük uykudan uyanmak, hiç birimiz için kolay olmadı. Okul saati çoktan geçmişti. Buna pek üzülmedim. Başım çatlayacak gibiydi. Annem uyanır uyanmaz bir kağıda bir şeyler yazdı. Bunu Atıf bakkala götür dedi. Kız kardeşim İlkem benden iki yaş küçüktü. Bu görev bana düştü. Biraz da para verdi. “Üç ekmek al, yarım kilo da peynir” dedi.

Atıf amcaya kağıdı uzatıp “annem gönderdi” dedim. Ekmekleri dışarıdaki dolaptan almıştım. “yarım kilo da peynir alacağım” dedim. Atıf amcanın karısı da oradaydı. O da duysun diye yüksek sesle okudu. “Zeynep bizim evde. Durumu iyi. Biraz giyecek getirin.”

Çok şaşkın görünmüyorlardı. Anlaşılan daha önce de olmuştu. Bana bir kilodan fazla peynir verdiler. Arka taraftan bir şeyler alıp hadi gidelim dedi. Benden para da almadı. Bakkalı kilitlediler. Eve gittik. Yolda mahalleden hiç kimseye, hiçbir şey anlatmamamı tembihledi.

Atıf amca oldukça yaşlı, sakin, tüm mahallenin sevdiği bir adamdı. “Niye benim başım beladan kurtulmuyor” gibi laflar edip duruyordu. Annem hızlıca olup biteni anlattı. “Ben bütün gece konuştum, bundan sonra yapmayacak” diyordu. Atıf amcayla karısı küçük odaya girdi. Bağrışma olmadı. Konuştular. Sonra çıktılar. Anneme teşekkür ettiler. Zeynep’i eve götürmek istediler. Annem bir gün daha kalmasının iyi olacağını söyledi. “Hem ortalık biraz durulur, hem de biraz daha konuşurum” dedi. Atıf amca annemden oldukça büyüktü. Teşekkür edip, elini öptü. “Hoca hanım bu kız kendini öldürtecek, ne yapacağımızı bilmiyoruz” dedi.

Annem öğretmen değildi. Ona neden hoca hanım dediğini anlamamıştım. Galiba kızına bir şeyler öğreteceğini umuyordu.

O gün Zeynep bizde kaldı. İyi ve sakin bir kızdı. Güçlü falan da değildi. Sessiz, zayıf, kumral ve kara gözlüydü. Çok az yemek yiyordu. Galiba yemek yerken ağzı acıyordu.

Sonra topallaya, topallaya gitti. Bir hafta kadar sonra Atıf amca dükkanı bir Trabzonluya devretti. Uzun süre onları görmedik. Mahallede dedikodu çoktan çıkmıştı. “Atıf’ın kızı teröristmiş”

İki gece bizde kaldığını mahalleli öğrendi mi bilmiyorum. Belki de öğrenmişlerdir. Bu konuda bize hiç kimse, hiçbir şey sormadı. Biz de söylemedik.

..........................................................

Yıllar geçti. Pek çok insan bana Zeynep’i hatırlattı. Haksızlıklara karşı sesini yükseltenler, incecik ve beyaz tenli olanlar, hatta parka ve postal giyenler.

Üniversiteli oldum. ODTÜ’lü. Mimarlık Fakültesi’nde okuyordum. İkinci sınıfın başlarıydı. Kasım 6. Yani YÖK’ün kuruluş yıl dönümü. Günler öncesinden afişler asılmaya başladı. Yaklaşan eylemi haber veriyorlardı. Kantinlerdeki atmosfer değişti. Bu sefer her zamankinden daha büyük bir eylem olacaktı. Bazıları ne olur ne olmaz diye birkaç gün okula gelmedi. Ben geldim.

Eylem günü sabah İktisat Fakültesi’nin önünde kalabalığı gördüm. Elektrik-Elektronik’ten bir arkadaşımı bölüme götürdüm. Bu arada kütüphanenin arkasında jandarmayla beraber polisler gördüm. Panzerlerde vardı. Bu normal değildi. ODTÜ’nün içinde ilk kez polis görüyordum. Meşaleli gösteri günü toplanan insanları hatırladım. Bölüme dönerken polis ve jandarma kütüphanenin önünde yerini almıştı. Aralarından geçtim. İktisat Fakültesinin önündeki kalabalık yavaş, yavaş hareketlenmişti. Sloganlar yükseliyordu. Arada bir “tek yol devrim” diye de bağırıyorlardı.

Birazdan olacakları gayet iyi biliyordum. Bölüme girdim. Ders saati gelmişti ama atölyede hiç kimse yoktu. Fakültenin ortasındaki geniş alana doğru yürüdüm. Dışarıdan sesler geliyordu. Düzenli sloganlar kesilmişti. Onun yerine çığlıklar ve büyük bir gürültü vardı. Grupların birbirine girdiği belliydi. Birazdan kaçma ve kovalamaca başlayacaktı.

Fakültenin orta alanı da boştu. Atölyeye geri dönmeye karar verdim. Koridoru geçerken camlardan biri içeriye atılan bir tuğlayla kırıldı. Büyük bir gürültüden sonra içeriye yeşil parkalı, postallı, beyaz tenli, zayıf bir kız atladı.

Yüzünü bana döndü. “Zeynep” dedim. Gülümsedi. “Kaçmam lazım, anneye selam” deyip diğer taraftaki cama bir tabure fırlattı. Kendini öldürtmemişti. Henüz.

Bütün gücüyle koşmaya başladı. Bu sefer onu kimse kurtardı mı bilmiyorum. Bu kadar tecrübeyle kendi kurtulmuştur belki de.

Başına neler geldiğini hep merak ettim. Şimdi kırklı yaşlarda olsa gerek.
Ne iş yapar? Biriyle evlendi mi? Kaç çocuğu var? Nerede oturur?

Belki de onun gibi birisi için sorulması gereken sorular bunlar değildir. Okulun camlarını kırdı ama hiç kimseye zarar verdi mi? Kaç kere içeri girdi? Kaç sene yattı? O güzel gençlik yıllarının karşılığında neler elde etti?

Misket oynarken gördüğüm, beyaz tenli, at kuyruklu, zayıf kıza ne oldu? Atıf amca nasıl para kazandı? Yeni mahallelerinde rahat edebildiler mi?

Bizim kuşaktan pek az insan onun gibi bir hayat sürdü. Michael Jackson dinledik. Mc Donald’s ın açılmasını bekledik. Bazılarımız orada çalıştı, bazılarımız kız arkadaşıyla vakit geçirdi. Bazılarımız da sadece birileriyle kapısında buluştu.

Polisten hiç dayak yemedik, faşistler de gittikçe azaldı. Tanıdıkça hem sağ görüşlülerin, hem de sol görüşlülerin isteğinin daha iyi bir Türkiye olduğunu anladım. Sadece onlar bunu elde etmenin en iyi yolunun mücadeleye devam etmek olduğunu sanıyordu. Kimlerin, hangi amaca ulaşmak için başlattığı pek de hatırlanmayan, daha sonraları kimlerin hangi yeni amaçlar için yönlendirdiği hep örtülü kalan, bir mücadeleye devam etmek. Üstelik kullanılan yöntemler de pek çok zaman amaçlardan çok uzaklaşıyor ve davalarına inanan insanların bile onayını alamıyordu.

Stadyum tribününde nasıl bir mesaj verdiğimizi, mesajın tasarımcılarını hiç bilmedik. Yinede hiç kimsenin şüphesi olmasın ki, biz de bu ülkeyi, onu daha iyi yerlere getirmek için mücadele edenler, kadar çok sevdik. Ölen dürüst bir insanın ardından, onlar kadar dürüst göz yaşları döktük.


Özgür Uşaklıgil
Kasım 2005



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın kent kümesinde bulunan diğer yazıları...
Mavi Baklava
Krampon
Ben Bi Düş Alayım

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Aklımın Uslanmaz Ziyaretçisi
Benim İçin Yazdığı İlk Şiir

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Kırmızı Takip Işığı [Şiir]


Okan Özgür Uşaklıgil kimdir?

Her birimizin ana uğraşı olan hayatın, benim pencereme sığan kısmını paylaşmak istiyorum.


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Okan Özgür Uşaklıgil, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.