..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Tarihsel Olaylar > Hülya Okur




3 Ağustos 2006
Şu Çılgın Türkler  
Turgut Özakman

Hülya Okur


Yollarıma kendimden insancıklar dizdim, Vatanımı sağ bırakmak için. Ölmeyi bayrağa sarılmak için kabul ettim, Başımda sizin gibi bir hocanın okuyacağı kitaptan “Cumhuriyet” duası için.


:BIBG:
TEK YAPRAKLIK BİR SANAT DERGİSİ BİLE..........


Etrafımızı kuşatan kitapların hangisinin canlanıp üzerime yürümek istediğini düşünmedim dersem yalan olur. Çünkü bir insanın odasını tuttuğu takımın, hit bulduğu star’ın, bebeğinin ya da artistlerin ruhuyla yerleştirmesine şahit oldum da, masasının, dolaplarının, gümüşlük ve sehpaların üzerini örten kitaplardan nerdeyse oturacak yer bulamayacağınızı görmek beni çok şaşırttı. “Yazar bu! Kitaba merbut olması doğal” dediğinizi duyar gibiyim ama bu öyle böyle bir şey değil... Sanki tüm yazılanlar bir vahiy ayeti gibi birleştirilmeyi bekliyor. Sanki kitapların her biri onun içindeki bilgilerin akıtılamayacağı damarlar. Sanki onlar, o çok sevdiği vatanının ölmeyen şehitleri... Bize verdiği beyanlarla onu ilerleyen yaşına rağmen düşmanın üzerine koşan bir cengâver kadar diri buldum. Atatürk’e bağlılığı, bunca zamandır içinden çıkarttığı yurtseverliği insanlara dağıta dağıta tüketememesi neden ödüllendirilmedi? Sayın Turgut ÖZAKMAN her cümlesiyle bir kitap hediye etti bana ve Bolu’da Sanat Sokağı okuyanlarına. Yalnız bu kitaplar tevhidi bekliyor. Milli mücadele; okuyucusunu değil, yaza yaza bitirilmemesini de değil, anlaşılması ve tatbik edilmesini bekliyor. “Bir sayfalık sanat’ın bile yararı büyük” dedi. Ona sesleniyorum. O gün yüzüne bakıp söylemeyi tensip edemedim:

Yollarıma kendimden insancıklar dizdim,
Vatanımı sağ bırakmak için.
Ölmeyi bayrağa sarılmak için kabul ettim,
Başımda sizin gibi bir hocanın okuyacağı kitaptan “Cumhuriyet” duası için.

HÜLYA OKUR-Emperyalizmi ve yamaklarını dize getiren, milli mücadele öykünüzü 1948 yılında Polatlı’dan Dumlupınar’a yaptığınız yürüyüşle oluşturma kararı verdiniz? Kalorisini şimdi yakmaya başlıyoruz diyebilir miyiz?

TURGUT ÖZAKMAN- Evet öyle diyebiliriz gerçekten... (gülüşmeler...)

HO- Turgut Özakman’ın “Şu Çılgın Türkleri uzun süredir en çok satanlar listesinin başında...” Bu cümleyi yazısına başlık yapan: Gazeteci yazar Doğan Hızlan. Bizde bu konu başlığıyla sohbetimize başlamak istiyoruz. Bu satış grafiğini neye bağlıyorsunuz? Bekliyor muydunuz?

TÖ- Tabi ki beklemiyordum. Bana kalırsa hiç kimse beklemiyordu. Önceden okuyanlara sorsaydık onlarda beklemiyordu. Ama demek ki bir hazır zemin vardı. Kendi zeminini bu kitap kendi yaratmadı. Daha evvel bu Avrupa Birliği’ni, bazı sözcülerini, bazı tavırları, Irak’ta olup biten olaylar, Amerikan subaylarının Türk subaylarının başına çuval geçirmesi, Türkiye’deki siyasi oluşumlar, Cumhuriyetin bazı kazanımlarının tehlikede görünüyor olması gibi birçok etken bir araya geldi, bir dip dalgası yarattı. Halkı bir uyanışa yol açtı. Bu aynı zamanda gençlerde de bir uyanışa yol açmıştı. 6 aydan beri Anadolu’yu geziyorum. Öyle olduğunu sanarak yaşadığım için söylüyorum bunu. Bu kitapta o rüzgâra bir katkıda bulundu. Hızlandırdı o rüzgârı ve bide biraz yaydı. Yani şimdi sanıyorum ki gençler tarihlerine sahip çıkmak istiyorlar. Çocuklardan biz otuz-kırk yıldır bu tarihi esirgiyorduk. Biz bunu ya bilerek anlatmıyorduk ya gafletten anlatmıyorduk, ya gayri millilikten anlatmıyorduk. Ama anlatmayı başaramıyorduk, beceremiyorduk. Ben Üniversite hocalığım sırasında her yıl üniversiteye gelen çocuklarımızın biraz daha az yakın tarihimizi bildiğini gördüğüm için, bu konuda içim çok yaralıydı. Onların okuyabileceği gibi yazarsam daha iyi olur! Bir bilimsel araştırma gibi yazmayayım bu kez demiştim. Anıları toplamamın o yararını gördüm zaten. İşte o anılar yan yana gelince o mozaik yazarın özel bir muaile gayreti göstermesine gerek bırakmıyor. Şimdi bu kısa vadede bir özel ilköğretim okulunun 6. 7. 8 sınıflarıyla aşağı yukarı 800’e yakın öğrenciyle beraber oldum. Eğer bu gençlerin coşkusunu öldürmezlerse, yanlış yollara çekmezlerse, pek çok okulda gördüğüm bu coşkuyu, bir araya getirdiğim zaman Türkiye’nin geleceği için emsal oluşur. Düşünün ki bunlar 6. 7. 8. sınıfların hemen hepsi bu kitabı okumuş. Çok akıllıcı sorular sordular. 6.Sınıftan bir çocuk ayağa kalktı! Avrupa Birliği ile ilgili öyle bir soru sordu ki, çok güncel olduğu için cevabını veremedim. Yani bir okulun çatısı altında güncel bir siyasete girmek istemedim. Kısaca şöyle söyleyeyim: Türkiye’deki siyasilerin yarısı bu 6.sınıf öğrencisin sorduğu soruyu sorsalar, Türkiye’nin yüzü değişir.

HO- Çünkü çocuklar Atatürk’ü mask, büst, heykel, resim ve şiirlerin içinden çıkartamadılar.

TÖ- Öyle, öyle, öyle... Mavi gözlü, sarışın, kardeşiyle bakla tarlasında karga kovalayan... öyle anlatıldı. Ama Atatürkçülük anlatılmadı, Atatürk devrimlerini sebebi anlatılmadı. Atatürk neden Çanakkale’de Kahramandı? Milli mücadele nasıl oldu? Halkın katkısı nasıl oldu? Emperyalizme karşı verilen bir savaşta halk ordusunun, meclisinin arkasında olmazsa o savaş galibiyete ulaşmaz, bir orduyla kazanılmaz, milletle kazanılır. Türkiye’de bir takım bilim insanları kalktılar “emperyalizme karşı değildir” diye kitap yazdılar. Biz hakikaten Yunanlılarla birlikte “kara anlayışı” denize döktük sanıyorduk ama dökmediğimiz anlaşılıyor. Bu “kara anlayış” ille sağcı gericilik değil, her çeşit gericilik bunun içerisine giriyor. Yani Türkiye’de Türkiye’nin mutlu olmasını istemeyen ne kadar çok odak var... Ne acı bir şey bu! Ne acı bir şey! Çok acı bir olay bu! Ama bizim uyanmamız gerekiyor. Bu insanları böyle dinliyoruz. Onlarda okunduklarını, bir yerleri olduğunu, söylediklerinin herkesçe benimsendiğini, paylaşıldığını sanarak, biraz daha hızlana hızlana bu yazıları yazmaya devam ediyorlar. Bunlara halk vicdanının tepki göstermesi lazım. Türkiye’ye yeni baştan bir Sevr hazırlayan batı, o adamların yazılarına bakarak bizi yanlış tanıyacak. Halk onlar gibi düşünmüyor. Bir daha söylüyorum; altı aydır Anadolu’yu geziyorum, gazetelerle, derneklerle, halkla beraberim. Hiç kimse bu yazarlar gibi düşünmüyor. Anadolu’nun hiçbir yerinde onlar gibi düşünen insanlar yok. Türkiye başka türlü düşünüyor. Ama bunu belirtmezde, bu milli refleksini göstermezse, batı haklı olarak o yazarlar gibi düşünüldüğünü, herkesin onları tasvip ettiğini, onayladığını sanacak, o da ilerde başımızı çok büyük sıkıntılara sokacak. Bundan korkuyorum.

HO - Gazeteci yazar Hasan Pulur bir yazısında “Şu Çılgın Türkler” değerlendirmiş ve hemen girişinde şu cümleyi kullanmış: "KURTULUŞ Savaşı'nın romanı yazılmadı" diyenlere "Romanı da yazıldı, destanı da!" diye karşılık verebiliriz.” Eserinizi Kurtuluş Savaşı Destanı diye niteleyebilir miyiz? Bu destanın ikinci, 3. ciltleri de olacak mı?

TÖ- Ben destan sözcüğünü kullanmak istemiyorum. Ben daha mütevazı bir insanım. Ben kendi eserlerime öyle bir sıfat, övgü yakıştıramam. Bu tarih kitabı da değil, romanda değil, öykülerin toplandığı bir eser de değil, kendine özgü bir yazım tarzı. Niye böyle yazdım ben? Her tarafı dolaşarak, milli mücadeleyi bütün cepheleriyle, yönleriyle anlatabilmek, hem de kolay okunmasını sağlamak. Özel bir kurgusu oldu bunun. Bu keşfettiğim bir kurgu da değil! Bunu da söyleyeyim. Buna benzer, bu tarz kurgularda yazılmış kitaplar da vardır. Ama bu onun geliştirilmiş bir tarzıdır. Daha ustaca, başarılı kullanmışsam, bunu 50 yıllık tiyatro yazarlığıma borçluyum herhalde. Destan diyemiyorum ama milli mücadelenin önemli bir bölümünü anlattığına inanıyorum. Doğru anlattığım kesindir. Bir yanlışlık yapmamak, eksik bırakmamak için çok azap çektiğimi söyleyeyim. Çok emek sarf ettim. Bir cümleyi iki-üç kaynağa bakmadan kesinleştiremedim. Gece yarısı uykumun kaçıp, -ya ben şu kitaba bakmamıştım. Benim %100 emin olarak kullandığım o cümle belki de öyle değildir- diye yataktan fırlayıp, gidip bakıp, doğru olduğunu anladıktan sonra iç rahatlığıyla uyuduğum gecelerim çok olmuştur.
HO- Kurtuluş Savaşı günlerini sorguladığınız ya da aktardığınız kitabınızın yayınlandığı günlerde Orhan Pamuk’ta toplumda infiale neden olan bir tartışmanın tam odak noktasındaydı. Orhan Pamuk Kürt ve Ermenilerin katledildiği savını dillendirirken, birçok milliyetçi için kitabınız bayrak haline geldi. Sizi bir tartışmanın içine çekmek istemiyorum. Ancak bir tarihçi gözü ile Pamuk’un iddiaları doğruları yansıtıyor mu? Türkleri, hala karanlık birçok noktası bulunan böyle bir suçlamanın odağına koyan Pamuk neyi hedeflemiş olabilir?
TÖ- Şimdi sanatçılar okurlarına, gerçeğin tanığı olmak gibi bir yükümlülüğün altındadırlar. Sayın Orhan Pamuğun bunu ihmal ettiğini görüyorum. Çünkü bir konuşmasında bütün bunları incelemediğini, tarihle ilgilenmediğini, işine öyle geldiğini o yüzden öyle söylediğini açıkladı. İnsan bunu açıklar mı? Böyle bir şey der mi? Çok şaşırtıcı bir olay bu. Zihin karışıklığının ve bilgi eksikliğinin çok somut bir örneği... Biraz daha olgunlaşınca bütün bu hatalarını düzelteceğini umut etmek isterim.

HO- Tiyatro Sanatçısı Rüştü Asyalı rekorlar kıran 'Şu Çılgın Türkler' in devlet tiyatrolarında sahnelenmesi için size teklifte bulunmuş. Buna cevabınız ne oldu. Ufukta eserinizin sahnelenmesi hatta film ya da dizi çekilmesi gibi projeler var mı?

TÖ- Şimdi film teklifleri geliyor. Çok iyi gelişimler ama biz diyoruz ki bir-iki yıl geçsin. Hemen film çevrilirse magazine düşüyor. Öyle olmasın istiyoruz. Bu teklifte bulunan herkeste bizim bu kaygımızı saygıyla, anlayışla paylaştı. Çok ta güzel oldu. Kendilerine müteşekkirim. Bazı arkadaşlarımız bunu oyun olarak yazmak istiyorlardı ama bu o kadar geniş bir konu ki, üç beş kişi ayrı ayrımı yazar? Bu yararlı mı olur zararlı mı? Bir karar veremediğim, bu değişik versiyonların yararını, zararını iyi kestiremediğim için, şimdilik kalsın diyordum. Harbiye “13 Mart Atatürk günü” dolayısıyla bunu oyun olarak yapmak istiyordum, içime bir heves geldi, ben oturayım yazayım, bir denemedir, başarabilir miyim? diye. Dramatik anlatı adında onu yazdım. Şimdi onu askeri liselerde oynayacaklar. Bende oturup bu yaz bizim ortaokullarımızın ve liselerimizin oynayabileceği en fazla bir saatlik bir oyun haline getirme gayreti içinde olacağım. Devlet Tiyatrosu için yazmayı gelecek yıllar için düşünüyorum. Ben Rüştü’den süre istedim. O da “peki” dedi.
HO- Tarihçi Taner Timur, “Şu Çılgın Türkler”i, Marksist bir bakış açısıyla incelemiş ve eserinizin türü ve başarı nedenleri ile ilgili olarak şu tespiti yapmış; “özü itibarıyla siyasi bir eser'dir ve başarısı öncelikle siyasal mesajından kaynaklanmaktadır. Yazarımız 1921 ve 1922 yıllarını anlatmakla beraber, o dönemi o günlerin değil, daha çok bugün yaşadığımız toplumun (daha doğrusu bazı toplum kesimlerini) özlem ve duyarlıkları ile sorguluyor." Bu görüşe katılıyor musunuz?
TÖ- Şimdi ben o yazıdan dün haberdar olabildim. Bu ‘Kızılcık Dergisi’nde çıkmış. O dergiyi de yeni getirttim. Tamamını okumadan görüşümü açıklamak istemiyorum. Ama şunu söyleyebilirim. Biz Kurtuluş Savaşını ideolojinin dar açısından bakarak, roman gibi yazdık, arıttık, inceleme gibi yazdık olmadı. Onların dışında bir nesnel olgular zincir var. Bunlara ille ideolojik olarak bakmaya gerek yok. Bakıldığı zamanda olayı iyi çözümlemiş olmuyorsunuz. O zamanki halkın tavrını iyi açıklayabilmiş olmuyorsunuz. İnsanı sadece ekonomik birime indirgediğiniz takdirde dünyadaki birçok olayı da açıklayamaz hale geliyorsunuz. Sanıyorum ki ‘Türk Solu’ milli mücadele hakkındaki yaklaşımda, o ideolojik yaklaşımın bana sorarsınız insanı, bireyi görmezden gelen ya da çok az gören yaklaşımı yüzünden başarılı olamadı. Ama Nazım Hikmet’in “Kuvva-i Milliye Destanı”na bakınız hiç öyle ideolojik yaklaşımı yoktur. O yüzden de herkese mal olmuştur. Nazım Hikmet bile o olayı anlatırken, sadece bir pencereden bakmanın doğru olmayacağını anladığında, ideolojisini bir kenara koyuyor, vatan sevgisini, insan sevgisini ve o büyük destana olan saygısını öne alıyor. Bu herkes için bir derstir.

HO- Sayın Özakman, okuma, araştırma ve sorgulama alışkanlığı olmayan bir milletiz. Popüler kültür bize ne sunuyorsa onu tüketiyor, inandığımız insanların anlattıklarını tek doğru görüyoruz. Gerçekleri sürekli ıskalıyoruz. Bu sorunun kaynağında Türk Eğitim Sistemi’nin özendirmeyen, araştırmayı ve sorgulamayı öğretmeyen ezberci yapısının rolü var mı?

TÖ- Evet. Kesin. Bir tarihte kitap okumak suç gibi gösterildi ki evlerde kitaplar arandı. Okumak tehlikeli bir işti. Benle konuşan o tarihteki görevlilerden biri, bir üniversite profesörünün evine gitmiş, bana şöyle anlattı:
“Her taraf cephaneler gibi kitap doluydu hocam! Her taraf!” Adam o kadar çok kitabı görünce, gözü dönmüş, sanki cephaneye girmiş gibi anlatıyor. İnsanın ödü kopuyor bu kafa karşısında. Derslerimizi bir yan kültürle beslemediğimiz için, onları sanata açmadığımız için, ya da yeteri kadar açmadığımız için birkaç iyi okula, büyük şehirdeki imkânlı okullara ve iyi imkânlı ailelerin gelişimine bakmayalım. Bütün Anadolu’ya yayılırsak, sanatla manatla çocuklarımızın hemen hemen hiçbir ilgisi yok. Öğretmeninde ilgisi yok. O maaşla nasıl gösterecek? Öğretmende roman alacak para yok. Bizim haksızlık ettiğimiz kitle öğretmen kitlesidir. Buna rağmen bu insanlar hükümetlerin, devletin eksik bıraktığı milli mücadele ruhunu çocuklarına anlatmak için fevkalade gayret gösteriyorlar. Elleri öpülesi bir iş yapıyorlar. Ama bütün öğretmenler aynı değil. Milli mücadeleye karşı, milli mücadeleyi küçümseyen öğretmenlerimizde var. Ben böyle öğretmenler olduğu için Türk Milletine acıyorum. Hem de öğretmenlerin kendilerine acıyorum. Bunlar sahte bir tarihin çocukları. Bunlar kendilerini derleyip toparlayıp, çocuklarımıza doğruyu anlatmak zorundalar. Hiçbir şekilde yanlışı anlatamazlar. Gerçeğe ihanet etmesinler. Öğretmenlik kutsal bir meslektir. Kutsal meslekte gerçeğe ihanet, siyaset, maksatlılık kutsallıkla katiyen barışmaz. Katiyen uyuşmaz. Bu yaptıkları gelecek Türkiye’si için fevkalade zararlı. Bu yalanlara Türkiye’nin hayrına olmayacak şekilde aracı olmalarından ötürü hepsini ciddi olarak kınıyorum.

HO- Bilgiye yapılan saygısızlığın, kitaba cephane boyutu kazandıran zihniyetin amacı ne olabilir?

TÖ- Halkın uyanmasından hoşlanmayanlar var, halkın uyanışını tehlikeli bulanlar var, halkın uyanışın ekonomik gelişimle uyumlu olmadığını, uyanışın daha hızlı olduğunu bunun sosyal krizlere yol açacağını ileri süren bilim adamlarımız olmuştu bir tarihte... İçerden geliyor. Dışarının bu konularda akıl öğretmesine ihtiyaç kalmaksızın onlara uygun zihniyet kendiliğinden gelişiyor maalesef. Çok büyük çapta içerde yatırım yapmalarına ihtiyaç olmuyor bazen insanlar hazır buluyor. Eskiden beri bu böyle. Cumhuriyet bunların kökünü kazıyamadı. Yani zihniyet olarak bu zihniyetin kökünü kazıyamadı. Çünkü bin yıllık ihmalin, bin yıllık ilkelliğin, geri duruşun 15 yılda temizlenmesi mümkün değil. Atatürk’ten sonraki iktidarlar o hızı, o aydınlığı, o sıcaklığı sürdürselerdi bugün çok iyi bir yerde olabilirdik, olmadı. Olmadı.
Onlara çok uygun geldi... Ülkede milli refleksi söndürürseniz Türk Milleti’ne istediğinizi kabul ettirirsiniz. İşte bizim milli refleksimiz sıfıra yakın. Hazıra konuyorlar. Şimdi destekliyorlar... Önlerinde çok ciddi bir sorunları kalmadı diye düşünüyorlar. Ama bence yanılıyorlar.

HO- Geçmişi çok iyi bilen bir yazar olarak Türkiye’nin geleceğine yönelik öngörüleriniz mi bunlar?

TÖ- Evet şimdi yanıldıklarını söyleyebilirim. Konforlu zamanlarda, barış zamanı falan.. kelime tam oturmasa bile uyuşuk, konfora düşkün, ertesi günü düşünmeyen, günü birlik yaşayan, geçici önlemlerle işleri atlatmaya çalışan ama iş zora koşunca, bıçak kemiğe dayanınca işte o zaman eşi bulunmaz bir millet oluyoruz. Umarım bıçak kemiğe dayanmasın. Biz daha evvel uyanalım. Daha evvel kendimize gelelim. Avrupa Birliği’nin bazı sözcülerinin söylediği öyle sözler var ki, bunların ne içerdiğini anlamamak için çok cahil olmak lazım. Ya da onlar gibi düşünüyor olmak lazım ki bunu kimseye yakıştıramam.

HO- Şimdi biraz kişiselleştireceğim sohbetimizi izin verirseniz! 1952’de Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirdiniz. Almanya’nın Köln kentinde tiyatro eğitimi aldınız.1967’deTRT’de Merkez Program Dairesi Başkanı, sonra da Genel Müdür Yardımcısı oldunuz. İzmir Güzel Sanatlar Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştınız. Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü’ne atandınız. Bunlardan hangisi milli mücadelenizi galat-ı meşhur kılınan zaman dilimidir?

TÖ- Ben 1948 senesinde hastalandım... Bir buçuk iki yıl hiç kalkmadan yattım. O zaman pek çok kitap okudum. O yatalaklık dönemimi okuyarak geçirdim. Çünkü hayatta kalmamı sağladı ve hayata bağladı. Çünkü arka arkaya gelen o hastalıklardan kurtarıcı ilaç henüz yoktu. Antibiyotik ve penisilin yoktu. Anıları toplayarak gittik. O zamanlar geleceğe umutla bakıyorduk. Demokrat Parti’nin de özgürlük getireceğine, sadece demokrasi getireceğini sanıyorduk. Yanıldığımızı anladık. Öyle bir şey olmadı. Her gün biraz daha zor günler geçirdik. Ve o günden buyana da cumhuriyetin nimetlerini aşındırıyoruz. Devletimizin niteliklerini sulandırıyoruz. 50 yıldır iktidara gelenlerin büyük bir çoğunluğu kendilerini Atatürk’ten daha akıllı, daha bilgili, daha yurtsever sanıyorlar, onun kurtuluş reçetesini bir kenara bırakıp kendilerine özgü bir takım reçeteler ileri sürdüler. Sonuç şu: Dünyanın en borçlu devletiyiz. Bir günlük borcumuzla bugün baraj yapılır. Biz onu halkımızın refahı için harcasak bu günlük ödediğimiz faizi, kim bilir nerelerde oluruz. Bunca talihsizliğe, kötü, eksik ve yanlış yönetime rağmen yinede dünyanın ilk yirmi devletinin arasında yer almak çok önemli bir şey. Bide bunu doğru kullansak nerelere uçacağımızı düşünün! Ama olmuyor. Bir şey bunları engelliyor. Sadece borçtan ibaret değil bizim sorunlarımız. Ekonomi olmuş sırça bir kümes. Bir taş atmaya gelmez... Hemen yıkılır gider. Belki de sessiz bir kriz yaşıyoruz. Otuz altı ay vade ile buzdolabı satılıyorsa, o işadamlarının ve esnafının ne halde olduğunu çok iyi anlamak lazım. Ekonomide problem çıkmasın diye yumuşak, dikkatli konuşmak çözüm değil. Biz hem Batıdan, hem ABD’den, hem çevremizden çok tehlikeli sinyaller alan bir Ülkeyiz.
Bizi yönetenlerin milli mücadele ve yakın tarihimizi çok iyi bilmesi gerekir, bunların oyununa düşmesi çünkü. Oyunlar aynı oyunlar çünkü. Renk değişiyor, yöntem değişiyor ama oyunun özü aynı oyun. O günleri iyi bilmeleri lazımdı. Halbuki bizi otuz yıldır yönetenler milli mücadeleyi, yakın tarihimizi, batının bizim için düşüncelerini, Sevr Antlaşması’nın nasıl bize biçildiğini... Batı emperyalizminin bize biçtiği kefen Sevr. Sevr’in tamamını okuyan ne kadar çok az insan var. Tabi ki bugün onun serpintilerini yaşamaktayız. Zihniyet aynı zihniyet, yaklaşım aynı yaklaşım, yöntem üç aşağı beş yukarı aynı yöntem... Peki o zaman o günleri bizim A’dan Z’ye didikleye didikleye çok iyi öğrenmemiz gerekmez mi?
Yooo... Önlerine konan bir takım sahte tarihlere göre inanıp konuşuyorlar. Kendi hayallerine göre, kendi maksatlarına göre değiştirip saptırıyorlar. Bir milletin çok yakın tarihine, devletin kuruluşu dönemine o kadar gayri ciddi yaklaşması tabii çok acı bir olay. Ben bize yakıştıramıyorum.

HO- Kökleriyle oynanan bir çiçeğin dirilip,canlanmasını,her zaman taze kalmasını beklemek gibi...

TÖ- Çok doğru söylüyorsun..Türkiye içinde tehlikeli biliyorum.Bilseler bir çok şeyin önemini daha iyi kavrarlar.Onlarla oynamazlar.Onları sulandırmaz,çarpıtmaz,törpülemezler.Öyle şeyler yapıyorlar ki bu Türkiye’yi bize emanet bırakan insanları incitiyoruz.

HO- Sayın Özakman, şimdi sizi biraz ilklerinize doğru götürmek istiyorum. Bizim dergimizle ilintili kısmı yaşamınızın.

TÖ- Zevkle..

HO- İlk oyun denemeniz, “Masum katiller” 1946 ‘da Halk Evi’nde oynandı. 1951’de “Pembe Evin Kaderi” adlı hikâyeleriniz Hisar Dergisi’nde yayınladığında, kısa zamanda tanınmanızı sağlamıştı. Yerel bir dergiyle sanata ne kadar hizmet etmiş oluruz? Edebiyata katkımız olur mu?

TÖ- Tabiii... Helal olsun... Tebrik ediyorum. Çok büyük bir iş yapıyorsunuz. Tek yapraklık bir sanat dergisi çıkartmanın bile çok büyük bir olay olduğuna inanıyorum. Size tekrar başarılar diliyorum. Emeğinizi de kutsuyorum.
Onu söyleyeyim bir kere. Elli küsur yıldır bu mesleğin içindeyim. Edebiyat âlemimiz, edebiyat dünyamız gittikçe sönüyor. Sanat dünyamızdan tiyatro ‘altın çağını’ yaşadı. Şimdi yaşamıyor. Sayı çoğalsa da altın çağ olmaktan çıkıyor. Çünkü mekanik bir hale geldi. Kaliteyi korumakta büyük sorunlarımız var. Ama tiyatromuz’ un kaderinde var bu iniş-çıkış. Şimdi duraklama dönemindeyiz. Tekrar çıkışa umut ederim ki geçer. Eskiden şiir kitapları peynir ekmek gibi okunurdu. Şiir günleri yapılırdı. Gençler stadyuma, futbol maçına koşar gibi şiir günlerine koşar, o şairlerin şiirlerini kendi ağzından dinlemek, onların elini sıkmak için yarışırlardı. Şiir oralardaydı. Şiir unutulmadı, ama çok az şiirden anlayan insanlar için, onların ilgi alanında kaldı. Yani canlılığını, hayati olma niteliğini yitirmiş gözüküyor. Onunda yeniden canlanması ne güzel olurdu. Bütün sanatların annesi şiir, onsuz olmaz!

HO- Maddi yoksunluklar ya da toplumun yaşam standartlarını belli bir noktada tutmak için verilen mücadele buradaki nedenlerin çivilenenleri mi?

TÖ- İkinci Dünya savaşı içerisinde ben lisede öğrenciydim. Kendi kuşağımı, sınıfımı anlatayım. Biz harçlığımızı üç kuruş, beş kuruş babalarımızın gücü kadar alıyorduk. Otobüse binmiyorduk, yayan yürüyorduk. Öğlen yemeği yemiyorduk, evden bir dilim ekmek götürüyorduk. Arttırdığımız parayla klasikleri okuyorduk. O zamanlar Hasan Ali Yücel’in klasiklerinin çıktığı dönem. İşte on iki buçuk kuruş-on beş kuruş, iki-üç günlük harçlıkla bu kitaplar alınabiliyordu. Atatürk lisesinde Ankara’da okurdum ben. Bizim okulumuzda herkes klasikleri alıp okurdu. Bunlar fakir insanlardı. Yoksul memurların çocuklarıydı. Şimdi demek ki yoksulluk kültüre ve kültürü paylaşmaya engel değil. O bir hava meselesi. Ruh meselesi. O havayı tekrar yakalayabilmemiz zor görünüyor ama bu okuldan, evden kaynaklanan bir şey... Evden böyle bir sanata, duyguya iten bir hava yoksa çocuk ne yapsın? Televizyona bir bakınız! En başarılı insanlar, model diye çocukların önüne sürülenler kimler? İleride çocukları mutlu edecek örnekler değil.

HO- Yoksulluk, yoksunluk kitapsızlığı doğurmuyor yani...

TÖ- Evet. Benim öğrencilerim Marlboro içiyor. Kitap almaya param yok diyemiyor. Önünde sigarası duruyor çünkü. Almak istiyorsa onu alır. Tam paket içeceğine yarım paket içer, dört gün sonrada bir kitabını alır. Üçü birleşir bir kitap alır. Bizim zamanımızda çözümlerde vardı. Paranız yok kitap alamıyorsanız, geceliği bir kuruşa kitap kiralanırdı kitap evinden. Ben mesela “Üç Silahşörler”in o kalın, eksiksiz çevirisini geceliği bir kuruştan üç günde okuyabilmiştim. İstedikten sonra mevzubahis değil. Şimdi çocuklarımız iyi okullarda, imkanlı okullarda, çevresi sanata müsait okullarda. O ortamlarda öğretmenler öncü oluyorlar ama bütün okullarımızda bu olmuyorsa, evlerimiz buna destek vermiyorsa, çocuğa falan romanı oku demişse “ya ne diye roman okutuyorsun “diye gelip öğretmenle kavga eden anneler, babalar varken olur mu öyle bir şey? Çocuğunu da kendi ruhsuzluğunun içinde tutmaya çalışıyor. Çocuk nasıl gelişsin zavallı?
Adıyaman da bir öğretmen var... Onun çocukları da benim çocuklarım sayılır. Onların nasıl geliştiğini görerek, ilgilerini görerek, bazen mektup yazıyorlar. Öğretmenden bilgi alıyorum. Bunun gibi binlerce öğretmen vardır. Olmaz mı? Bunlar Türkiye’yi ayakta ve geleceğini omuzlarında tutuyorlar. Bizim hocalardan başka sığınacağımız hiçbir güç yok.

HO- Okuma alışkanlığımızı tetikleyen haksız bir mekanizma da var işleyen. Kitap sektörünü tehdit eden en önemli unsur kuşkusuz kitap korsanları... Hiçbir fikri katkısı olmamasına rağmen basılı bir eseri sadece dizgi ve baskı maliyetine piyasaya sunan bu insanları önlemek için yasa çıkarılmasına rağmen halen Türkiye’nin dört bir yanında korsan kitaplar rafları süslemeyi, vatandaşa ulaşmayı sürdürüyor. Korsan kitabı gerçekten polisiye tedbirle önlemek mümkün mü? Size göre çözüm nedir?

TÖ- Çok güzel bir yasa çıktı. İnanın müthiş bir yasa. Ama uygulanmıyor. Hukukta yasa başkadır. Yasayı uygulamak başkadır. Yasa tek başına bir şey ifade etmez. Uygulaması yasadan daha önemlidir. Yasa harika. Uygulama sıfır. Polisiye tedbir gayet geçerlidir. Polis görevini yapabilirse, savcılık buna anlayış gösterirse, mahkeme acele kararını verirse. Bu yürümüyor. Bir sürü sebep anlatılıyor niye yürümediğine dair. Ama sanıyorum temelinde bu işin yeni ceza yasasının ve usul yasasının bazı eksikleri mi var? Savcılığı korkutan bir yanı mı var? Savcıları bu konuda ilgisiz bıraktıran bir yanı mı var? herkes başka bir şey söylüyor. Bir eksikliğimiz var. O güzelim yasa uygulanmadığı için göz göre göre her yerde korsan kitap satılıyor. Çocukların bir kısmı bana mail atıyor: ”Hocam kitabınızın korsanını aldım. Helal edin!” (gülüşmeler...) ne yapsın yani? O insanları ben suçlayamıyorum. Suçlu olan korsan. Korsanda kitap alanı suçlamak çok zor. Yoksulsa, kitabı okumak istiyorsa, başka çözümde bulamıyorsa, aklına ilk gelen o kolaylıktan yararlanmak oluyor. Başka çare yok.

HO- Bir gün kitaplarınız raflara ağırlık veriyor diye indirilse mi? Yoksa zihinlerden silinirse mi üzülürsünüz?

TÖ- Diğer kitaplarım için söylemiyorum ama “Şu Çılgın Türkler” sadece bir kitap değil. Bu başka bir şey anlatmak istiyor. Bir şey kazandırmak istiyor. Bırakılmış bir boşluğu doldurma hevesiyle yazıldı. Nitekim doldurduğunu da görüyorum. Okunmasını ve benimsenmesini çok önemsiyorum. Çok önemsiyorum.

HO- Sanat uğruna nelerden vazgeçtiniz? Ağaçlarınızı sirkelerken altından gerilen çadırın tutucuları kimler olsun istersiniz?

TÖ- Şimdi ben hayatla sanatı birlikte götürebildim. Yani rastlantı eseri değil. Çok programlı, bilinçli olduğum için değil. Bir yandan çok sevdiğim mesleklerde çalıştım. Boş zamanlarımı yazıya, çiziye ayırabildim. Ama böyle gezmek, tozmak, hayatı sahiden sonuna kadar yaşamak, o hayatın önümüzden akıp giden bazı imkânları vardı ki onlardan yararlanmak gibi şeylerden istifade edemedim. Etmediğim içinde hiçbir üzüntü duymadım. Oturup bir şey yazmayı en zevkli şey addettim. Gençliğimde de öyle addetmişimdir. Yaptığım şey iyi bir şey ise tabii uçuyordum, iyi bir şey olduğunu sanarak. İyi bir şey olup olmadığına sonra başkaları karar veriyordu aslında...

HO- Sanata ormanlar armağan ettiniz. Bir ağaç diktiğinizi söyleyemeyiz. Ama kemik iliğiniz değişecek olsa hangi sanat dalına geçiş yapardınız?


TÖ- Yok. Ben gene Tiyatro yapmak isterdim. Tiyatro Türk halkına çok yakın bir şey. İyisi yapılırsa, iyi oynanırsa, iyi sahnelenirse, halkın sorunları ona uygun bir tarzda ince işlenirse, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nun bazı özellikleri varsa ondan yararlanarak, bir Ulusal Tiyatromuz oluşturulursa ne kadar güzel olur! Yani ben tiyatro’ya çok hizmet ettim. Daha da etmek isterdim. Tiyatro sanatını, sanatların insanı en mutlu edeni görüyorum.

HO- Size yakın bir akım ve üslup yakalayan bir yazar ya da şair ismi verebilir misiniz?

TÖ- Şimdi yüzlerce öğrencim oldu. Onlar belli bir miktar etki altında kalmış olabilirler. Onlar zamanında kendi bağımsızlıklarını kazanmışlardır. O bakımdan bunların benim devamım olduğunu hiç kimse söyleyemez. Olması da hiç iyi olmazdı zaten. Onların bağımsız olması çok daha güzel bir şey. Ama bazı oyunları okuyorum, hep benim oyunlarımdan gölgeler, serpintiler görüyorum. O genç insanlarda bunların olması çok doğaldır. Bende kim bilir kimlerden aynı şekilde etkilenmişimdir oyunlarımı yazarken! Doğaldır. Şimdi bizim tiyatromuz yeni imza, yeni ruh, yeni ses istiyor. Buna mutlaka ihtiyacımız var. Bizim oyunlarımızı ikide bir ısıtıp ısıtıp oynamalarının gereği yok artık. Şimdi genç insanlara, genç seslere, genç duruşlara ihtiyaç var. Ama bu sabır işidir, azim işidir. Bizim genç yazarlarımızın büyük bölümünde bu azmi ve sabrı görmediğim için bazen kızıyorum.

HO- Peki yorulduğunuzda kollarınızı dinlendirmek ya da dilimizin makinesinin pedalından ayağınızı çekmek sizi korkutuyor mu?

TÖ- Hayır. Ben ondan başka bir şey bilmiyorum ki! Öyle bir korku hiç içime gelmedi.

HO- Siz daha çok somut, nesnel konuları ele aldınız, öyle gözüküyor. Yazarlık sizce görünenlerin mi? görünmeyenlerin mi kelimelerini soymaktır? Yazarlığın tanımı nedir?

TÖ- Ben böyle bir tanım yapamıyorum. Bilmiyorum. Konu yöntemini beraber getiriyor. Her konu için geçerli bir formül bulabileceğimi sanmıyorum. Yani konu; insan, o andaki dış şartlar, genel ortam hepsi bir yerde birleşiyor. Onun hepsini kucaklayacak değişmez bir formül bulanın ellerinden öperim. Ben bulamam.

HO- Aşka değinmeden geçmeyelim, sizde isterseniz? ”Korkma insancık korkma” ve ”Romantika” isimli eserlerinizde aşk çok açılı anlatım ve kurgu ile desteklenmiş... Aşkı sizce bir baba kızına armağan edebilir mi?

TÖ- Eder... (gülüşmeler...) Tek kelimeyle.

HO- Yeni bir kitap hazırlığınız var mı?

TÖ- “Çanakkale”. “Şu Çılgın Türkler” formatında, türünde, biçimde onu öyle yazacağım. Onu bitirdikten sonra Cumhuriyet dönemini yazmak istiyorum. Birde hep yıllardan beri geliştiğini sandığım, adı ”Gül Amber” olan bir roman yazmak istiyorum. Bir cariyenin anılarıyla “Lale Devrini” anlatmak istiyorum. “Lale Devri”nin de gerçeğini anlatmak istiyorum. O dış görüntüsün dışında başka bir şey var. Halkın bir ıska geçilişi var ki! O çok trajedik.

HO- Doğrular hep bir benlik, ben merkezi içinde tutuluyor. Anlatılanlar muallağa kitli kalmıyor mu?

TÖ- Tarihte birbirimizi eleştirerek, birbirimizi denetleyerek, tarihçilerin daha dürüst olmasını sağlamak için çalışarak, uyararak bunlar halledilebilir ama sanatta böyle bir şey yapılamaz tabi. Sanat özgürlük ortamı. Sanatçılarımız kendilerini iyi yetişebilirlerse, hangi çağı yazacaklarsa onun dürüst tanığı olmak zorunda kalacakları, kaldıkları, oldukları meslek kuralına uyarlarsa, halka da çok doğruları anlatmış olurlar. Sanatta bile bu doğru önemli bir şey. Bir çağı anlatıyorsunuz, bir dönemi anlatıyorsunuz, insan ilişkilerini anlatıyorsunuz. İki kişinin aşkını anlatsanız bile bu konuda bir zaman var, zaman dilimi var. Onu da doğru anlatmak lazım. Elbette masal, masal olmasa, yüzde yüz gerçekçi bir tarih de olmasa, sanatsal bir anlatımı vardır ki, okuyana bir ruh hazzı olsun. Ona bir şey kazandırsın.

HO- Peki tarafsız bir okuyucu için bunun ifşaatı zor mu?

TÖ- Anlar anlar... Ama biraz zaman alır. Kronolojiyi biliyorsunuz. Karakterleri biliyorsunuz. Kimin yazdığı uygun? Kiminki değil? Hemen çıkarırsınız ortalığa. Bende 20-25 günde bu öykü oluşabildi. Herkesin bu kadar uzun zamana ihtiyacı olmayabilir. Benden daha akıllı bir sürü insan var. Ama anılara baktırırken nasıl kendine yonttuğunu, olaylara nasıl yön vermek istediğini, kendi ideolojisine göre olayları nasıl yorumladığını görüyorsunuz, anlıyorsunuz. Artık elle tutulur halde. Gençlerimiz bu konuda uyanık dururlarsa kandırılmayı azaltırlar. Yani196O’lı yıllarda başladı sahte tarih Milli Mücadele hakkında. Atatürk’ü küçümsemek, Milli Mücadeleyi önemsiz hale getirmek için gülünç derece de sahte, yalnız yazarlarının adı doğru. Geri kalan her şey A’dan Z’ye yalan tarihler yayınlanıyor. Ama bizim halkımızın basılı eserlerin ciddi, doğru olduğunu sanmak gibi okuma alışkanlığı olmamaktan doğan bir zaafı var. O zaaftan yararlanıyorlar. Bunlarda onları doğru sanıyorlar.

HO- Günümüze, geleceğimize, tarihimize ve Türklüğümüze ışık tuttuğunuz için çok teşekkür ediyorum. Kıymetli zamanınızı “Bolu’da Sanat Sokağı” okuyucuları için harcadığınız için binaenaleyh teşekkürlerimi borç bilirim.

http://www.koroglu.tv/




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Kelebek [Şiir]
Yavrum [Öykü]
Dansöz [İnceleme]


Hülya Okur kimdir?

Lafını,sözünü bakışlarına nakşetmiş,mısrasını,dizesini kalemine nakletmiş,sazını sözünü sevgiyeişlemiş biriyim.

Etkilendiği Yazarlar:
Sebahattin Ali,İnci Aral,Yahya Kemal


yazardan son gelenler

yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Hülya Okur, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.