..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Bildiğim tek şey, ben bir Marksist değilim. -Karl Marx
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > İnceleme > Söyleşi > Seval Deniz Karahaliloğlu




19 Ocak 2007
Yazıyla, Resimle ve Fotoğrafla Geçen 60 Yıl: Fikret Otyam  
Fotoğraflar, söyleşiler, resimler, kitaplar ve 60 yıla sığan anılar.

Seval Deniz Karahaliloğlu


Türkiye’nin diğer yüzü, çorak topraklar, mevsimlik işçiler, diz boyu sefalet, yoksulluğun içinde yüreklere umut kıvılcımları düşüren kocaman gözlü çocuklar. Daha moda olmadan çekilen belgeseller, sahici insanların, sahici hikayelerini anlatan, sahici bir adamın Fikret Otyam’ın 60 yıllık serüveni yansıyor “Gözler ve Yüzler” sergisine. İçinden hüzün akan fincan gibi iri gözleriyle Anadolu kadınları, sevimli keçileri, beyaz Ankara kedileri, şahmeranları, halk destanları ile bize farklı bir dünyanın kapılarını aralayan yağlı boya tabloları ve hayvanların gözünden dünyaya bakan konuşan fotoğrafları ile ‘Gözler ve Yüzler’ sergisi izleyenleri yüreklerinden vurdu. İşte bu serginin en civcivli anında yakaladık Fikret Otyam’ı.


:DFHD:
Yazıyla, Resimle ve Fotoğrafla Geçen 60 Yıl: Fikret Otyam

Seval Deniz Karahaliloğlu

Türkiye’nin diğer yüzü, çorak topraklar, mevsimlik işçiler, diz boyu sefalet, yoksulluğun içinde yüreklere umut kıvılcımları düşüren kocaman gözlü çocuklar. Fotoğraflar, söyleşiler, resimler, kitaplar ve 60 yıla sığan anılar. Daha moda olmadan çekilen belgeseller, sahici insanların, sahici hikayelerini anlatan, sahici bir adamın Fikret Otyam’ın 60 yıllık serüveni yansıyor “Gözler ve Yüzler” sergisine.

İçinden hüzün akan fincan gibi iri gözleriyle Anadolu kadınları, sevimli keçileri, beyaz Ankara kedileri, şahmeranları, halk destanları ile bize farklı bir dünyanın kapılarını aralayan yağlı boya tabloları ve hayvanların gözünden dünyaya bakan konuşan fotoğrafları ile ‘Gözler ve Yüzler’ sergisi izleyenleri yüreklerinden vurdu. İşte bu serginin en civcivli anında yakaladık Fikret Otyam’ı. Onun deyimiyle ‘yarenliğimiz’ ilk olarak, serginin önündeki bankta hırsızlamasına çaldığımız 10 dakika ile başladı, daha sonra Fikret ve Filiz Otyam çiftinin kaldığı otelde devam etti. Şu sıralar 80’li yaşlarını süren delikanlı Fikret Otyam’la 70 yıllık yazın, resim, fotoğraf serüvenini konuştuk. Anılarına, fotoğraf makinesine ve kalemine takılan siyaset ve edebiyat dünyasına dair yarenlik ederken Türkiye’nin son 60 yıllık tarihinde de kısa bir bakış attık.

SDK - Ben söze, çocukluğunuzda çalıştığınız babanızın eczanesinde defterinize, not ettiğiniz köylülerin hikayeleri ile başlamak istiyorum. Sonra bu hikayeler, ‘Gece Postası Gazetesinde’ yayınlanmıştı. Aslında, günü birlik not defteri tutmak bir çocuğun aklına gelmez. Bu insanların hikayelerini yazma fikri nasıl oluştu?
Fikret Otyam – Benim babam emekli askerdi. Onlarca yılı Yemen’de geçirmiş. O müthiş bir günlükçüydü. Günlük tutma alışkanlığı herhalde ondan bana geçti. Eskiden ilaç firmalarının reklamlarını yaptığı takvimleri vardı. Beher öksürük şurupları, hapları gibi. Onlara yazardım. Boş zamanlarımda, eczanede reçete defterinin üzerine notlar alırdım. Mürekkebi de biz kendimiz yapardık. Eskiden eczanelerde ilaç verildiği zaman, doktorun adı soyadı, reçete numarası, yazdığı ilaçlar tarifnamesi yazılırdı. İş bittiği zaman, tarihi belirten mührü basardık. Orada, bu güzel defterler vardı. Ben de eczane anılarımı boş kaldıkça bu defterlere yazmaya başladım. Yıllar içinde bunlar çok güzel öykülere dönüştü. Yani, ben yazın hayatına öykücülükle başladım.

SDK – Yalnızca yazın değil aynı zamanda, ilk defa resim ile buluşmanızı da eczane sağladı değil mi?
Fikret Otyam – Nur içinde yatsın, eczaneyi boyamaya bir ressam geldi. Ben ilk defa tüp boyaları, çok sevdiğim ve ölene kadar dost olduğum Hasan Dörtel’in çantasında gördüm. Ben o zamanlar kutu yağlıboyalarla kontrplak üzerine resim yapıyordum. Bana o yarım tüplerden falan verdi. 250.gramlık ithal boyalardı. Ben de o boyalarla resim yapmaya başladım. Kutu yağlıboyasıyla ithal tüp boyasını karıştırarak resmimi geliştirdim. Akademiye girene kadar böyle çalıştım.

SDK – İlk fotoğraf çalışmanızı ise Nedim Ağabeyinize borçlusunuz sanırım.
Fikret Otyam – Nedim ağabeyim çok eski bir fotoğrafçıydı. Aksaray’da evimiz çok büyüktü. Aşağıda büyük bir ahır vardı. Zaman zaman orada sinema oynatırdık. Makinemiz vardı. Şarlolar falan. Nedim ağabeyim filmleri hazırlar, filmler yıkanır, kurutulur, basım haline gelirdi. Ondan bana, böyle bir fotoğrafçılık aşkı geçti. 70 kusur senedir de sürüyor.

SDK – Siz fotoğraf çekmeye çocuk yaşta başladınız değil mi? Hatta çocuk yaşta İsmet Paşa’nın bir fotoğrafını bile çekmiştiniz.
Fikret Otyam – Daha önce de söylediğim gibi babam emekli askerdi. Askerliğini Yemen’de İsmet Paşa’nın emrinde yapmış. Babam, dedem 11 yıl Yemen’de asker olarak bulunmuş. Dayım Yemen’de askermiş, orada dayımın kafasını kesmişler filan. İsmet Paşa, Yemen’e geldiğinde ishal olmuş, çadırında hasta yatıyor. İlaçlarını babam eczacı teğmen olarak hazırlıyor, iğnelerini de yapıyor. Babam, bize askerlik anılarını anlatırken İsmet Paşa Milli Şef, Cumhurbaşkanıydı. ‘Ben onun iğnelerini yapıyorum’ dedikçe ben de koca Cumhurbaşkanını babamı nereden tanıyacak deyip, babamın bize anlattıklarını uydurduğunu düşünüyordum. 24 Temmuz 1942’de İsmet Paşa, arabayla Adana’dan Ankara’ya gidiyor. Aksaray’da mola verecek. Öğlen yemeği kaymakamlık konağında yenecek. Bizim evimizde yemekler yapılıyor. Bizim evde su böreği çok güzel yapılırdı. Bir de Halk Evinin Faulklander, körüklü, 6 /9 çeken bir fotoğraf makinesi var. Babam aynı zamanda Halk Evi Başkanı, tam Cumhuriyet adamıydı. Babam ‘Bana bak, eğer makineye bir şey olursa kafanı kırarım, bu halkın malıdır, ona göre dikkatli ol’ dedi. Çok eski dışa doğru açılan alengirli bir makine. İsmet Paşa pencerenin önüne oturdu. Işık karşıdan geliyor. Yani, ters ışık alıyor. Fotoğrafı çektim. Bu sırada, ablam ve arkadaşları hizmet ediyor. Yemek yiyorlar. Su böreğine sıra geldi. Babam da biraz göbekli. Tam 110 kilo. ‘Paşam, biraz daha su böreğinden lütfetmez miydiniz?’ dedi. İsmet Paşa’da ‘Yiyeyim, yiyeyim de eczacı sana döneyim’ dedi. Hiç kulağımdan gitmez. Babam da ‘Ne yapalım Paşam. Sivil hayat böyle’ deyince, İsmet Paşa ‘Asker miydin, nerelerde bulundun?’ diye sordu. Babam ‘En son Yemen Sana’daydım’ dedi. İsmet Paşa hemen babama kumandanının kim olduğunu sordu. Derken babam ‘Ben, Mülazımevvel Vasıf İbrahim Kuruçeşme. ‘Sıtmadan ve diareden çadırda rahatsızlandığınız zaman ilaçlarınızı ben hazırlar içirir, iğnelerinizi ben yapardım’ dedi. İsmet Paşa ‘Yahu, tığ gibi bir delikanlıydın sen. Şu haline bak. Nereden nereye’ dedi ve başladı askerlik anılarından bahsetmeye. Mutfağın kapısında heyecandan işediğimi biliyorum. Babam gözümde beraat etmişti. Yani, yalan söylemiyormuş. Hakikaten, İsmet Paşa’yı tedavi etmiş.

SDK – Ama ileride, gazetecilik yaptığınız dönemde ne babanız, ne de siz bu gerçeği İsmet Paşa’ya söyleyerek en küçük bir istekte dahi bulunmadınız.
Fikret Otyam – Ona, Vasıf Bey’in oğlu olduğumu hiç söylemedim. Gazetecilik yaptığım dönemde, arada bir İsmet Paşa’ya takılırdım. ‘Paşam, Yemen’de diare, sıtma oldunuz. Bir mülazımevvel sizi tedavi etti, iğneleriniz yaptı’ derdim. İsmet Paşa ‘Askerliği beraber mi yaptık? Nereden biliyorsun bunları? Kim söyledi sana?’diye sorardı. Ben de ‘söylemem’ derdim. Hiç söylemedim. Herkes biliyordu bu hikayeyi. Sonra, bana iltimas geçtiğini düşünebilirlerdi. Ben de bunu katiyen istemezdim. Bir gün Paşa uzun süreli bir rahatsızlık geçirdi. Köşke davet ettiler bizi. Paşa şeker hastasıydı. Sordular. ‘Paşam, kaç yıllık şeker hastasısınız?’. Durdu. ‘Otyam’ın yaşı kadar’ dedi. Ben o tarihte 46 yaşındaydım.

SDK – Siz, tam bir cumhuriyet çocuğuydunuz. Köy Enstitüleri, Halk Evleri dönemini bizzat yaşamıştınız. Neden birer birer ortadan kaldırıldıklarını hiç Paşa’ya sordunuz mu?
Fikret Otyam - Bir gün İsmet İnönü’ye ‘Paşam, her şey iki dudağınızın arasındaydı. Neden toprak reformu yasasını çıkartmadınız? Köy Enstitülerinin kapanmasına neden mani olmadınız’ diye sordum. Bana, ‘Kim dedi her şeyin benim iki dudağımın arasında olduğunu. O zamanlar mecliste toprak ağaları vardı. Yapamazdım Otyam. Köy Enstitülerinin kapatılmasına mani olmaya gücüm yetmezdi’ dedi.

SDK – İsmet Paşa ile ilgili unutamadığınız başka anınız var mı?
Fikret Otyam – İsmet Paşa yine hasta. Kumandanlarından birisi ölmüş. Yine, köşke röportaja gittim. ‘Kusura bakma Otyam. Seni böyle karşılıyorum’ dedi. Üzerinde robdöşambırı var. Konuşmayı yaptık. Çıktım. Ertesi sabah, saat 8.30’da Mevhibe Hanım, telefonla beni aradı. ‘Paşa Hazretleri acele seni köşke bekliyor’ dedi. ‘Allah Allah, beni rüyasında mı gördü. Mevhibe Hanım. Ne istiyormuş’ dedim. Mevhibe Hanım ‘Yazıyı merak etmiş’ dedi. ‘Geliyorum’ dedim. Oradan İsmet Paşa bağırıyor. ‘Çabuk, gelsin!’ diye. Acele yazıyı daktiloda yazdım araya karbon kağıdı koydum. İki kopya yaptım. Köşke gittim. Daktilo şeridim iyi basmıyor. Karbon kağıdı olan daha iyi gösterdiği için İsmet Paşa’ya ikinci kopyayı verdim. Orhan Birgit’te yatağın kenarında oturuyor. Paşanın elinin kenarı, karbon kağıdından siyah oldu. İsmet Paşa bana ‘25 kuruş vereyim de git kendine bir daktilo şeridi al be adam’ dedi. Ne düzeltiyor biliyor musun? 1921 değil, 1923. Akşam, yaptığı yanlışları düşünmüş, o yanlışları düzeltebilmek için sabah erkenden beni köşke çağırıyor. Bir de baktım. İsmet İnönü diye zımbalı bir defter. Yazmış. Bir, Fikret Otyamla konuşulacak. İki, o tarih bu değil, bu. Üç, dört, beş sıralamış. Orhan Birgit’e ‘Orhan Abi yaa, şu defteri bana versene’ dedim. ‘Yaa. Olmaz. Paşa’nın defteri’ dedi. ‘Ulan benim için tarihi bir belge. Vallahi ben anlamam’ dedim. Bir öksürdüm ve o arada o sayfayı yırttım. Çantama attım. Benim için tarihi hazine. Bu belge son kitabımda var.

SDK – Bu kadar iyi geçinmenize rağmen, İsmet Paşa’yla hiç çeliştiğiniz anlar oldu mu?
Fikret Otyam – Gelelim, kuyudan adam çıkarmaya. Babamın bana vasiyeti var. İsmet Paşa’ya çatmayacaksın, bankadan borç para almayacaksın ve politikaya atılmayacaksın. Çok çekti Demokrat Parti İsmet Paşa’dan. ‘Baba, seninki kemiklerini sızlattı’ diye bir yazı yazdım. O gün, İsmet Paşa’nın mecliste konuşması var. Meclis’ten çıktı. Fötr şapkasını da giymiş. Bir yanında Bülent Ecevit, öteki yanında Ali İhsan Gür var. Elimi tuttu. ‘Otyam, nasıl buldun konuşmamı’ dedi. Ne diyeyim şimdi ben? Çok iyi buldum desem yalan. Tamamen boktan bir yazı yazmışım. Kötü buldum desem olmaz. Cevap vermeyince. Paşa kızdı. ‘Sana söylüyorum. Sağır mısın?’ dedi. Ben de Paşam, ‘Bu konudaki görüşlerimi bugün yazdım’ dedim. Bir durdu. Ecevit’e döndü. ‘Bülent, ne yazmış bu?’dedi. Bülent Ecevit ‘Efendim, bugün Cumhuriyet’i göremedim’ dedi. Ali İhsan’da basın işlerine bakıyor. ‘Ben de Cumhuriyet’i göremedim Paşam’ deyince, durdu. ‘Yahu, bugün bana Cumhuriyet gelmedi’ dedi. Nasıl elimi itti. ‘Demek iyi şeyler yazmamış’ dedi. Vurdu kapıyı gitti.

SDK – Size kızdığı zaman nasıl bir tepki verirdi?
Fikret Otyam – Kızdığı zaman, öpüyorum diye takma dişiyle kulak memesinin ucunu ısırırdı. Acıdan gözlerimden yaş gelirdi. Fotoğrafları bile var. Böyle komik bir adamdı. Hele bir şeye çok kızdığı zaman beni evine çağırırdı. Benim şekerden nefret ettiğimi çok iyi bilirdi. ‘Buna bir sütlü kahve getirin şekeri bol olsun’. Bir sütlü kahve gelirdi. Bardağın yarısından fazlası toz şeker. İçmenin imkanı yok. İlla içeceksin. Masanın üzerinde cevizli on parça lokum. Bunlar yenecek. ‘Paşam, izin verin arkadaşlara da götüreyim’ diyecek olsam. ‘Olmaz, sen bunları yiyeceksin, ben onlara gönderirim.’ derdi.

SDK – Gelelim ilk akademi yıllarınıza . Ve 1943 yılında, Güzel Sanatlar Akademisine girdiniz ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi oldunuz.
Fikret Otyam – Akademiye girdim ama daha evveliyatı var. Şimdi ismini vermeyeceğim çok saygın bir hocaydı. Fakat 20 gün benim resimlerime bakmadı. Bir gün hocam benim de resimlerime bakar mısınız? dedim. Birden bire 30-40 öğrenci içersinde sinirlendi. ‘Defol, çık dışarı, bana işimi mi öğretiyorsun’ diye bağırdı. O zaman Akademi yanmamış, bir saraydı. Dışarı çıktık ve ben de sinirlendim. Yerde halılar üç parmak kalınlığında serili, biz hocayla ikinci kattan birinci kata kadar merdivenlerden yuvarlandık. Baktım, yerde parlak rugan ayakkabılar. Akademinin Müdürü Burhan Toprak. Hoca bağırıyor, bu öğrenci akademiden kovulacak diye. Müdür Muavini ölen ağabeyimin Nevşehir’den ahbabıymış, bana sahip çıktı. Benim kovulmamı önlemiş, sonradan öğreniyorum. Bir hafta geçici ihraç ile cezalandırıldım. Zaten acemiler için iki öğretmen vardı. Diğer öğretmen de beni istemeyince ben hocasız kaldım. İbrahim Çallı ‘o hergeleyi bana gönderin’ demiş. Aynen bu tabirle. İki yıl, Çallı’nın öğrencisi oldum. Akademide, Bedri Rahmi diye bir hoca daha vardı. Aklım fikrim onda, onun öğrencilerindeydi. Zaten Bedri Rahmi Eyüpoğlu şair ağabeyimin arkadaşıydı, oradan tanıyordum. İbrahim Çallı’ya gittim. Hoca zaten olayı duymuş. Üzülerek, ondan izin istedim. Bana ‘siktir git ulan’ dedi. Bedri Hoca’ya gidip durumu anlattım. Bedri Rahmi ‘tamam izin vermiş’ dedi. Orta ve yüksek kısmı Bedri Rahmi’de bitirdim.

SDK – Sizin foto-röportajlarınız çok meşhur. Bu tarz nasıl ortaya çıktı?
Fikret Otyam – Ben gazetecilikte, yazı türü olarak röportajı yeğledim. İlk olarak, işe adliye polis muhabirliği ile başladım. Gazetenin bir foto muhabiri vardı. Her şeye koşuyor, sıra bana gelmiyordu. 1950 yılında Roma’ya gittiğimde, 6’ya 6, 12 poz çeken oyuncak bir kutu makine aldım. Altı yıl boyunca, en güzel fotoğraflarımı ben o makine ile çektim. Üzerine kendi yazılarımı yazdım. Sonra, bu gelişti. 1957 yılında tekrar dışarı gittim. Bu sefer daha güzel, kıymetli bir makine aldım. Fotoğrafçılık zaten çocukluğumdan beri vardı. Yani, anlayacağınız ‘kendim uçağımı, kendim yaptım’. Ne çekeceğimi kafamda biliyorum, can alıcı ne anlattığımı biliyorum ona göre de yazıyordum. Birkaç büyük röportajın fotoğraflarını Ara Güler çekti. Mesela, şimdi yeni bir baskı yapacak olan, Çukurova’daki Pamuk İşçilerini anlattığımız ‘Can Pazarı’ var. Daha sonra fotoğraflarımı eşim Filiz Otyam çekmeye başladı.

SDK - 60 yıllık öz yaşam öykünüzü anlattığınız ‘Dosttan Gelen Selamsın’ isimli kitapta, 60 yıl boyunca biriktirdiğiniz mektuplar var. Dile kolay, 60 yıl boyunca onca mektubu nasıl topladınız? Nasıl biriktirdiniz?
Fikret Otyam – Ben eskiciyim. Ben toplarım. Adam sana, Malazgirt kazasının bilmem ne köyünden bir mektup yazmış. Nasıl atarsın? Atılır mı o? Dosyama koyuyordum. Ve bu birikti. 2003 yılında, ‘Dosttan Gelen Selamsın’ diye yayınlandı. Mektupları tıpkı basım koydum, çoğunu özetlememe rağmen bir baktım ki, kitap 1500 sayfa oldu. Sonra, 800 sayfaya indirdim. Yazdığım kitapların en belgeseli ve 1943 ile 2003 yılları arasında Türkiye’nin bir dönem tarihine ışık tutan bir kitaptır. Bu kitap benim hayatımdır. Okuyucularım, Otyam’ı nasıl tanıyorlar, hepsinin adresi var, onların kaleminden bunu öğrenebilirsiniz. Bir de seçme yapmadım. 50’den fazla çok tanınan isim var. Falih Rıfkı Atay, Sait Faik Abasıyanık, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Melih Cevdet Anday ve Şevket Süreyya gibi isimlerin mektuplarını imzalarıyla birlikte yayınladım.

SDK – ‘Dosttan Gelen Selamsın’ isimli kitabın kapağında, yazar, şair, ressam, ‘GAP Aşığı’ deniyor. Neden, özellikle ‘GAP Aşığı’?
Fikret Otyam – 1953 yılında, Doğu Anadolu’ya gittim. Susuzluğunu gördüm. Ve kendimi oraya adadım. 1955 yılında, bölgeye o zamanın Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel geldi. Ben bazen Süleyman Demirel’e ‘Beyefendi, benim sizden iki yıl önceliğim var’ diye takılırım. Hakikaten, oradaki susuzluğun getirdiği acıları yaşadım, bunları yazdım. Yani, ağladığım günler oldu. Yanlarında gürül gürül su akarken, kadınların sekiz saatlik yoldan yürüyerek sırtlarında tulumla su getirdiklerini gördüm. Süleyman Demirel hakkımı hep teslim eder. GAP’ın babası Süleyman Demirel, üvey babası da benim. Yıllarımı verdim. İlkbahar, yaz, sonbahar, kış demeden oraya gittim, orada Atatürk Barajında suyun tutulduğunu gördüm. Atatürk Barajına girdim, yüzdüm, kürek çektim. Tekneye bindim. Sulanmış yerlerde, meyvelerini, sebzelerini yedim. Maalesef sonuç bizim umut ettiğimiz gibi olmadı. Büyük sermaye oraya gelip çöreklendi.

SDK – Buna ek olarak, ayrıca Urfa Aşığı olma konusu var.
Fikret Otyam – Evet, nasıl bir erkek ilk bakışta bir kadına aşık olursa, bir kadın bir erkeğe vurulursa ben de Urfa’ya öyle vuruldum ve bu sevdam hala devam ediyor.

SDK – Eczane faslına tekrar geri dönersek, benim fena halde kıskandığım şu meşhur eczane nöbetleri var. Liste o kadar güzel ki insanın Feneryolu Eczanesinde nöbetçi yazılası geliyor.
Fikret Otyam - Babam eczacıydı. Ben gün aşırı eczanede nöbete kalıyordum. O zamanlar, İstanbul’da bir gece Kızıltoprak Eczanesi, bir gece de Feneryolu Eczanesi nöbetçi. Babam yaşlı olduğu için ben nöbete kalıyordum. O dönem, gazeteciliğe başlamıştım. Sabahleyin erkenden gazeteye gider adliye, polis haberlerini yazardım. Dokuzda üniversiteye yoklamaya yetişirim. Öğlen 12.00’de çıkarım tekrar gazeteye giderim. Babam akşam altı buçuk yedide eczaneyi bana bırakır giderdi. İşte o zaman, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Veli Kanık, heykeltıraş Kuzgun Acar gibi yakın arkadaş çevresi eczanede bir araya gelirdik. Eczane tam bir tekkeye dönerdi. Sait Faik’in o sıralar içki içmesi yasaktı, ona ıhlamur yapardım, Orhan Veli’ye diğer arkadaşlara da tarifi bende olan özel içkiler yapar ikram ederdim.

SDK - Filiz Otyam ile birlikte açtığınız serginin adı ‘Yüzler ve Gözler’. Neden ‘yüzler ve gözler’ bu kadar önemli?
Fikret Otyam – Biz Filizle yıllardan beri birlikte ortak sergi açıyoruz. 1970’li yıllardan beri, işte el emeğimiz, göz nurumuz gibi halk deyimleriyle ilgili sergilerimiz oldu. Uzun zamandır, Güney ve Doğu Anadolu insanlarının yüzlerini yapıyorum. Çoğunlukla kadınlarımız, onların acılarını yıllardan beri gözlemliyorum. Bu sefer, Filiz de katıldı bu işe. Biz ikimiz de hayvan delisiyiz. Evde, bahçede bir yığın hayvanımız var. Filiz, onların yakın plan tele objektifle yüzlerini ve gözlerini çekti. Ben de Filiz’e gel bu serginin adı ‘Yüzler ve Gözler’ olsun dedim. Yani, gördüğünüz gibi bu sergi ortaya çıktı.

SDK – Sizin o içinden hüzün akan fincan gözlü kadınlarınız çok meşhur. Ama o gözlerdeki hüzün yok mu adeta insanı yerine mıhlıyor.
Fikret Otyam – Ben, bütün yüzlerdeki acıyı ve dehşeti olduğu gibi veririm. Benim resim anlayışım oydu. Pamukta çalışan kadınlar, pancarda çalışan kadınlar, buğday ve arpada çalışan kadınların yüzleri. Yorgun, hepsi acılar içinde. Çökmüş avurtlar, gözlerinin altı mor. Portrelerimde çoğunluk bunlar vardı. Bir Ankara sergimde, iç hastalıkları profesörü bir hanım dostum var, benden hep resim alır. Sergimize geldi. Hep çiçek getirir. Ben de, ‘Yaa hocam, bir şişe rakı getirsene, daha makbule geçer’ diye ona takılırım. Ondan sonra, bütün sergilerimize rakı şişesiyle geldi. Ve her sergiden muhakkak ufak ya da büyük bir portre alır. O gün sergiye geldiğinde almadı. Cumhuriyet Gazetesinde yazıyorum o zamanlar. Bana ‘Sen, bugün kendi gazeteni okudun mu?’ diye sordu. ‘Okudum’ dedim. O günkü Cumhuriyetin manşeti, ‘Bugün 19 Ölü’. Gençler vuruşmuş, 19 genç hayatını kaybetmiş. ‘Yaaa. Ben, bu gençlere onların acılarına yanarken, düşünebiliyor musun 19 genç can gitmiş, bir de para vereceğim, bu acı suratları alacağım, bu acıları duvarıma asacağım. Ne hakkın var buna’ dedi. Onun bu söyledikleri beni çok düşündürdü. Ve ben kadınlarımı güzelleştirdim. Ama o yüzdeki hüznü getirdim, gözlerine koydum. Hala o minval üzerinden devam ediyorum.

SDK – O kadınlar hala aynı kadınlar mı? Bunca yıl sonra, kadınlarda hiçbir değişim olmadı mı?
Fikret Otyam - Atatürk Barajının yapılmasıyla ve Harran’da tarlalara su gitmesiyle o kadınlara bir şeyler oldu. Eskiden adam karısının üstüne bir kuma getirir, bir karı, bir karı daha. Peygamberin buyruğuna uygun olarak, dört karı almak mubahtı. Maalesef, günümüzde karı tabiri orada hala var. Kadın ses çıkartmaz. Çilekeştir bizim kadınımız. Sabah erkenden kalkar, ateşi yakar, hamuru yoğurur, ekmeği yapar, hayvanları besler, çaydı, süttü, yoğurttu işte neyse kahvaltıyı hazırlar. Sonra, sabah erkenden tarlaya gider. Yanında çalışanı varsa onun azığını hazırlar, getirir. Akşam yorgun argın tarladan döner. Bulaşığını yıkar. Ve bir de kocasının keyfini yerine getirir. Ve ölü gibi yatar. Kitapta, yazında, resimde, fotoğrafta kadınları ön plana aldığım için onları çok iyi inceliyorum, dostluklar kuruyorum, güvenip benimle dertleşen kadınlar var. Bu kadınlar, suya kavuşunca ve gelir de artınca, hiçbir feminist hanımefendi, bayan yazar, aydın, entelektüelin, münevverin yazısını okumadan kendi kendilerine özgürlükleri üzerine düşünmeye başladılar. ‘Ve ben de tarlada çalışıyorum. Sen benim hakkımı ver, ne bok yersen ye. İster bir karı daha al.’ demeye başladılar. Hepsinde değil ama şimdi çoğunun elinde cep telefonu var. Tabii ki %99 böyle değil ama eski eziklikleri, eski çöküntüleri yok. ‘Benim hakkımı ver. Ben de çalışıyorum’ diyorlar. Zamanla onların da gözleri açıldı. Eşek gibi bütün gün durmaksınız çalışıyorlar. Sekiz saat öteden yürüyerek sırtında tulumla su getirir, o suyla aşını yapar, yıkar, su kalırsa yıkanabildiği kadar kendi de yıkanmaya çalışırlardı. Şimdi öyle değil. Su büyük mutluluk. Suyla gelen bir refaha kavuştular.

SDK – Su deyince ister istemez söz Atatürk Barajına geliyor.
Fikret Otyam - O Atatürk Barajında hasbel kader benim de bir katkım oldu. Bir aydın olarak, onların susuzluklarını içinde duymuş ve bizzat yaşamış bir insan olarak, oradaki baraja taktım ben. Daha baraj lafı yokken. Bu suya gem vurulacak, sizin susuzluğunuza son verilecek ve bu su sizi özgürlüğünüze kavuşturacak dedim. Süleyman Demirel ile açılışa gittik filan. Hatta ben, Güney Doğudan yeni gelmiştim. Demirel telefon etti. ‘Otyam, hazırlan gidiyoruz’ dedi. ‘Efendim, ben yeni geldim oradan, tünellerinden sadece tören için köylere ufaktan bir su akıtılacak’ deyince. Demirel ‘Sen, beğenmiyor musun bu yapılanı? Yeşil Irmak kadar su gelecek o tünellerden’ dedi. Hakikaten, Demirel’i kıramadım ve gittik. Tören alanına uzaktan baktım ve o suyun aktığını gördüm ve o su akarken benim de gözlerimden aşağıya yaşlar aktı. O kadar heyecanlandım ki. Ben, türkü hastasıyım. Halk türkülerinin hastasıyım. Dünyada ne kadar türkü söyleyen adam varsa, diyelim ki, İran’da, Irak’ta, Afganistan’da öz halk türkülerini duyayım, tanışmak ve o türküleri derlemek isterim. Tanışmadığım, bir İbrahim Tatlıses kaldı. Ben onun hayranıyım. Orada türkü söylüyor. Onun yanına gitmek istemedi canım. Suyun heyecanını yaşamak istiyorum. Şimdi o sular aktı. Oraya gidip geldikçe oradaki değişimi görüyorum. Bir konuda da onları uyardım ama beni dinlemediler. Asırlardır susuzluk çeken bu insanlar, birden suya kavuşunca verdiler suyu, verdiler suyu. Ben Orta Anadolu çocuğuyum. Orta Anadolu’daki o çölleşmeyi yaşayan bir insanım. Bol su, bol su. Ben onlara ‘Yaa kardeşler yapmayın, bu suya kavuştunuz ama bu kadar çok su, bu toprağı mahveder, tuzlandırır’ dedim ama dinletemedim. ‘Ne kadar çok sularsak, o kadar çok ürün alırız zannettiler’ toprağı tuzlandırdılar. Şimdi şimdi biraz toprağı yeşertmeye çalışıyorlar.

SDK – Sizin bu doğuya olan düşkünlüğünüz bazı çevrelerce hep yanlış değerlendirildi. Öyle değil mi?
Fikret Otyam – Yaz, yaz, yaz, bağır, bağır, bağır. İşte, sesin ne kadar duyuluyorsa. Acımdır benim. Çok bağırmama, çığırmam rağmen bazı şeylerin yapılmaması. Bak, bugün aldım gazeteyi yedi ölü şehit vermişiz. Yani, yıllar yılı bu doğu meselesini çok yazmama rağmen bir sonuç alamadım. Şimdi, benim polisteki, emniyetteki dosyamda, ‘Komünist, Aşırı Sosyalist ve Kürtçü’ yazıyor. Komünist demek yasak, aşırı sosyalist diye yazmışlar. Niye? 1953’de ilk defa, Güney Doğu Anadolu’ya gittiğimde o insanların acılarını gördüğümde, insanlık dışı işleri gördüğümde, kendimi onlara adadım. Kan davası, su baskını, deprem, töre cinayetleri, ne olursa olsun, sırtımda çanta ve fotoğraf makinesi, ayağımda çizmelerim hep onların yanında oldum.

SDK – Toplumda büyük ses getiren röportajlar dizisi de bu döneme rastlıyor değil mi? Sizin Ankara Radyosunda yayınlanan şu meşhur röportajlarınız vardı.
Fikret Otyam - Ve 1960 devriminden sonra ilk röportajı yapıyorum. Ankara Radyosundan
Bir teknisyen arkadaş ve türkücü Mustafa Geceyatmaz var. Bir yandan halkla röportajlar yapıyorum bir yandan da türküler derliyorum. Tren Diyarbakır istasyonundan kalkıyor. Eskiden trenlerde kampanalar vardı. Kampana öterken, tren kalktı. Yanımızda, akülü cereyanlı kocaman bir ses alma aracı vardı. Hiç unutmuyorum. Mücahit ‘aç ses aracını’ dedim. ‘Ey bu ülkeyi idare edenler, 20 gündür olanları duydunuz, kendi kulaklarınızla işittiniz. Bu Doğu Halkının üzerine kılıçla gideceksiniz ama sevgi kılıcıyla. Bakın eğer böyle olmazsa, bir gün bu parmak kopar, bayrağımızın şekli değişir, haritamızın şekli değişir. Benden uyarması. Sözüm sizedir’ dedim. Neyse geldik Anakara’ya. Ben, yaptığım röportajların montajımı bitirdim. O zamanlar, Radyo Program Müdürü Mahmut Tali Öngören. ‘Ulan Mahmut, oğlum bak bu askerler gider sonra bizim anamızı bilmem ne yaparlar, ben bir haber vereyim’ dedim. Açtım Milli Birlik Komitesine, durumu anlattım, böyle röportajlar var dedim. Yayınlansın dediler. Radyo Müdürü de Nusret Yarbay diye bir asker. ‘Efendim, bunu birisi dinlesin’ dedim. Sivil üç kişi geldi. İkisi emekli merkez valisi, birisi de general. Bunlar 20 tane kutu bantı görünce, biz bunları hepsini nasıl dinleyeceğiz dediler. Ben de ‘Efendim, son bantın 20 dakikasını dinleyin, yeter’ dedim. Son bantta yukarıda söylediğim gibi ‘benden sizi uyarması’ diye bitiyor. Dinlediler. ‘Ne var bunda, gayet doğru söylemişsin’ dediler. Onayladılar. Tutanak tuttular. Yayınladılar röportajları. Sonra, inanın üç yıl radyonun önünden geçirmediler. O lafları niye söyledim diye. Söylemek istediğim şu; eğer 1961’de ‘Ey bu ülkeyi idare edenler, aklınızı başınıza devşirin, yoksa bu parmak bir gün kopar, bayrağımızın, haritamızın şekli değişir’ dediğim için hakkımda soruşturma açacaklarına, 1961’den bu yana benim bağırdıklarımı, yazdıklarımı, söyleşilerimde, radyo konuşmalarımda, kitaplarımda söylediklerimi biraz olsun dinleselerdi, buna neden olan olaylara baksalardı, bugün bu şehitleri veriyor olmazdık. Acımdır, 30 bin insana patladı bu. Emniyet beni takip ediyor, devletin radyosunda bu lafları ettiğim için. Yandığım budur. İşte, benim böyle acılarım vardır. Bunların ressamıyım ben. En iyi bunları bilirim. En iyi bunları duyuyorum, yazılarımda, fotoğraflarımda, resimlerimde bunları yaşıyorum. İşte, gözler, yüzler ondan acıklı hale geliyor.

SDK – Aydın sorumluluğu ve duyarlılığı ile yaklaştığınız bu insanlarla aranızda özel bir bağ oluşuyor, öyle değil mi?
Fikret Otyam – Mesela, Güney Doğu’da sınırda sorgusuz yargısız yedi kişiyi öldürdüler. Kalktık, Filizle birlikte gittik. Sınır boyunda bir köye geldik. Kaçakçı Şahan. Rahmetli Bekir Yıldızın da böyle bir öyküsü var. Şahan’ı öldürmüşler. Cesedini getirmişler köye. Karısı o gün doğum yapmış. Bebeğin adını Şahan koydular. Yalancı, yapay bir ışık olduğu için ben fotoğrafta flaşı hiç sevmem. Ama içimden şeytan beni dürttü. Ziya diye Milliyet Gazetesinin bir muhabiri var. ‘Ulan Ziya, şu flaşı versene’ dedim. ‘Al ağabey’ dedi. Doğum evine ve aynı zamanda ölü evine girdik. Kapıdan içeri giriyorum ahır, yan tarafa dönüyorsun, orada yerde kadın yatıyor, kucağında bir çocuk. Fotoğrafı çekeceğim. Karanlık. Göz, gözü görmüyor. Flaşı çakıyorum. Yanmaz pezevenk. Eskiden sigara içiyordum. Hani, çikolata kağıtları var ya. Jelatini aldım, makinenin arasına sıkıştırdım. Üç kare çektim. Filiz’e dedim ki, ‘Filiz çakmağı al, kadının yanında dur. Net yap. Göremiyorum.’ Filiz çakmağı yaktı. Üç kare fotoğraf çektim. Birincisi olduğu gibi tavan çıkmış. Sonra lohusayı çektim. Bir de şuramda, (eliyle omuz başını işaret ediyor) yanda bir kadın gördüm. Siyah elbiseli sırtında bir çocuk. Döndüm bir de onu çektim. Hayatımın en güzel fotoğrafı. Acı fotoğraflarından birisi. Öldürülen kaçakçı Şahan’ın kız kardeşiymiş. Sırtında da çocuğuyla. Dışarı çıktık. Filiz hüngür hüngür ağlıyor. ‘Yaa, ne oldu, Filiz’ dedim. Bana dedi ki, ‘Ben New York’ta, Ali’yi doğurduğum zaman, hijyen nedeniyle bana Ali’yi üç gün vermediler, göstermediler. Bir de şuraya bak’ dedi. ‘Ahır, kokuyor, inekler, kuzular, keçiler ve yerde kadın yatıyor. Sen fotoğraf çekemiyorsun. Karanlık. Göremiyorsun. Net yapamıyorsun.’ Şimdi, bütün bunları yaşayan bir insanın olarak, tutup da çok keyifli yazılar yazmamı, röportajlar yapmamı kimse benden bekleyemez. Ne oldu? Bütün bunların bir kısmı, dönüşebildiği kadar kitaplara dönüştü. Altı yedi tane kadarı. Birkaç tanesi yabancı dile Bulgarcaya, Rusçaya filan çevrildi. Sonra, bunlar unutuldu gitti. Çünkü zamanla acılar değişiyor. Zamanla çok şey değişiyor.

SDK – Zamanla çok şey değişiyor dediniz. Mesela, geçmişten günümüze bu değişimi kısaca bir değerlendirebilir misiniz?
Fikret Otyam – Mesela, şimdi İzmir Fuar’ında geziyorum. Eski afişlere bakıyorum. ‘İzmir Panayırı’ diyor. Ya panayır, eskiden Aksaray’da kurulurdu. Hayvan panayırıydı. Panayırdan arzı ulusa, (uluslar arası anlamında) şimdi İzmir Enternasyonel Fuarı 75 yaşına basıyor. Ben, 1935’de İzmir Fuarındaki bazı reklamları hatırlıyorum. Mesela, sekiz lambalı Blankpurt Radyosu reklamları vardı. Şimdi aynı mı Türkiye? O İzmir Fuarına Blankpurt Radyosu geldi diye, halka müjdeyi afişlerle reklamlarla duyuran ülke, bugün televizyonu icat eden ülkelere televizyon satıyor. Televizyon satıyoruz Avrupa’ya. O yüzden Avrupa Birliği çıldırıyor. Bu Türkler başımıza nereden geldi diye. Teknolojiyi uygulayıp, biz televizyon satar olduk. Bu değişimi, o ‘Blankpurt Radyosunu’ bilmeyen anlayamaz. O radyo dönemini bilmeyen, Türkiye’nin yoksulluğunun derecesini anlayamaz. Ne yapalım, televizyon satıyorsak diyorlar. Aldık patentini yapıyoruz der. Ama kazın ayağı öyle değil. Hep böyle, arabayla İzmir Fuarındaki sergi yerimize giderken ağlamaklı oluyorum. En modern tarım araçları, yol makineleri. Gerçi bunların patenti yabancı ama yapanlar Türk. Bunlar, Türkiye’de yapılan ürünler. Bu değişim nasıl oldu? Türkiye bu noktaya nasıl geldi? Bilmiyorlar. Bunlar da pek anlatılmıyor. İşte ben de kitaplarımda bunları anlatmaya çalışıyorum.

SDK – Kitaplarımda bunları anlatıyorum dediniz. Mesela nelerden bahsediyorsunuz?
Fikret Otyam - Kaçakçılık, sel felaketini, o zülüm, kızamık salgını, o hastalıklar, kaçakçılıkta sınırda öldürülen insanlar. Bunları ben yıllar evvel yaşayarak yazmışım. Hep devletimi hükümetimi uyararaktan yazıyorum. ‘Bakın, burada bunlar oluyor’ diyorum. Sınırdaki Yüzbaşıya sordum. ‘Yaa, niye öldürüyorsun bu insanları?’ diye. ‘Yaa Fikret Ağabey, bana şu kadar, 125 kilometre yer verdiler. Buradan oraya, oradan buraya adam geçirmeyeceksin’ dediler. Ama bu ekonomik bir şey. Eğer adam Türkiye’de çay bulamıyorsa ve çay seviyorsa ticari olarak oraya geçecek. ‘Ona ticaret bakanı karışır. Ben vurum, öldürürüm’ dedi. Var bunlar kitaplarımda. Hadi, onun adam öldürmesini engelledim. Bir röportajımda yazdım. Sınır boyunda ne kadar asker varsa yeri değiştirildi. Bazen yazılar böyle etkili oluyor. Kimisini ciddiye alıyorlar, kimisini ciddiye almıyorlar. İşte bu arada ben 80 yaşını geride bıraktım. Kitaplarım reklamsız kendi kendine yeni baskılarını yapıyor, satıyor. Hatta, Cumhuriyet’in Kitap Ekinde bile, Fikret Otyam’ın yeni kitabı çıktı diye, yayınlanmıyor. Bu insanlar, benim kitabımın çıktığını nereden haber alırlar, nasıl alırlar bilemiyorum. Mesela, en çok emek verdiğim, çok severek yaptığım, rahmetli ressam Orhan Peker’in resimlediği, Ara Güler’in fotoğraflarını çektiği, benim röportajlarını yaptığım, Çukurova’daki Pamuk İşçilerini anlattığımız ‘Can Pazarı’ isimli kitap, bugünlerde yeni baskısını kendiliğinden yapıyor. Çukurova’daki Pamuk İşçileriyle konuşabilmek için 15 gün tıraş olmadım. Saç, sakal, tırnak kesmedim. Geldim Adana’ya, sabah sırtıma kullanılmış, o eski, pis elbiselerden aldım, giydim. Bizim Ara Güler o ırgatların arasında beni bulamadı. Fotoğrafımı çekecek beni bulamıyor. Kalabalığın arasından ‘Ulan, Ara buradayım’ da diyemiyorum. Şimdi, Güniz Yayınları bunca emekle ve samimiyetle yapılan kitabın üçüncü baskısını yapıyor. Kitap basılacak kitabın editörü Abdullah beni aradı. ‘Baba, sana bir şey danışacağım’ dedi. ‘Ne var’ dedim. ‘Bu kitabı, Orhan’ın anısına ithaf edelim mi?’ diye sordu. Orhan evladım, büyük Türk Ressamı, öldü. Onu çok severdim. ‘Yaaa benim aklıma gelmedi, utandım. Tabii ki ’ dedim. Bugün yarın ‘Can Pazarı’nın yeni baskısı, Ressam Orhan Peker’in anısına çıkacak. Mesela, senin bana imzalatmak için getirdiğin birinci hamur kağıda basılan ‘Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları’ görünce çok heyecanlandım. (İtiraf edeyim kitabı bulduğumda ben de az daha düşüp bayılıyordum. Fikret Otyam kitabı imzalarken, gözlerindeki ışık görülmeye değerdi. Onun da dediği gibi bu kitap, başına gelen talihsizlikler nedeniyle gerçekten de şu anda altın değerinde.) ‘Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları’ Aksoy yayıncılıktan çıkmıştı. Yayınevi ve banka kapandı. Kitapların yarısı satıldı, yarısı depoda kaldı. Orhan Kemal’in oğlu TMSF’ye başvurdu. ‘Babamın kitapları var. Bunlar, müzayedeye çıkartılsın. Ben bu kitaplar satın almak istiyorum’ dedi. Müsaade edilmedi. Kitaplar ya depoda çürüdü ya da kağıt olmak için Seka’ya gitti. Yazık oldu. Dün getirdin. O kitabı görünce çıldırdım. Nasıl buldun? Nereden buldun? Ben, sahaflarda eski kitaplarımı bulunca hiç gözünün yaşına bakmadan hemen alıyorum. 125 kuruşluk kitabımı ben 7.5 liraya aldığımı bilirim. O kitapları, selefon kağıtlarına sararak kütüphanemde saklıyorum.

SDK – Fincan gözlü hüzünlü kadınlardan bahsedince onlara yoldaşlık eden sevimli keçileri es geçmek olmaz diye düşünüyorum.
Fikret Otyam – Antalya Gedikbaşı’nda en yakın komşum Allah. Denize 130 metre, şehre 7 kilometre ötede Roma Selinus Kalesinin altında 500 metre kare bir yer aldık. Orada, mimarisini Altuğ çiftinin çizdiği projeyi, eşim Filiz Otyam’ın da yardımıyla yaşama geçirdik. Filiz iç mimardır. İlk işim, orayı ağaçlandırmak oldu. Çiçekler, ağaçlar filan. Selinus Kalesine her yıl, on, on beş keçi sürüsü gelir. İlkbahar’da gelir, sonbaharda giderler. Orada otlanırlar. Evin yakınından Deli Çay akar. Akşam suya inerler. Ben de bahçeyi sulamaya çıkarım. Hani, keçiler zararlı bilinir ya. Çaydan su içerken bir günden bir güne çiçeklerimi yediklerini görmedim. Ben bahçeyi sularken onlar bana bakar, ben onlara bakarım (gülmekten yerlere yatıyoruz,… kahkahalar) Bahçemde rengarenk çiçekler, değişik yapraklar var ama keçiler oralı olmaz çayın kenarından geçer giderler. O zaman anladım, bu keçilerin, zavallıların adı çıkmış. Bir gün bir tanesi öyle mahzun bakıyordu ki, dayanamadım resmini yapayım dedim. Bir kaç desen çizdim. Baktım, hakikaten çok grafik bir hayvan. Öyle kocaman keçiler yapıyorum. İkinci dünya savaşından kalma askeri bir cipim var. Bir gün çaydan geçip şehre ineceğim. Yolun ortasında keçi sürüsünün tam ortasında kaldım. Önüm, arkam, sağım, solum keçi. Korna çalıyorum. Oralı değiller. Mecburen orada durup keçi sürüsünün geçmesini bekliyorum. Onları izlerken birden fark ettim. Hayvanın sakalı çenesinde değil, çenesinin altında boğazına doğru. Ben resimlerde sakalı hayvanın çenesine oturtuyorum. Şehre gitmekten vazgeçtim. Gerisin geriye hemen eve döndüm. Bütün resimlerdeki sakalın yerini düzelttim. Keçiye zararlı derler. Siz hiç elinde çakmak orman yakan bir keçi gördünüz mü? Ya da elinde balta ağaç kesen bir keçi? Keçi sevgimi bilenler beni geçen yıl Ege Üniversitesi’nin düzenlediği bir sempozyuma davet ettiler. Orada keçiler üzerine bir konuşma yaptım ve yaptığım keçi resimlerinden oluşan bir sergi de açıldı. Beni baş çoban ilan edip bana küçük bir keçi ile özel dokunmuş bir kepenek hediye ettiler. Bugünlerde bana hediye ettikleri keçi doğuracak yani büyük baba oluyorum.

Resimler, fotoğraf, gazetecilik yılları, fincan gözlü kadınlar ve keçiler derken zamanımız doluyor. Delikanlı Fikret Otyam’ın bugünlerde yapacak çok işi var. En önemlisi, şu aralar Güniz Yayınlarından çıkacak olan ‘Can Pazarı’ kitabının yeni baskısı ile bir de yeni keçisi geliyor. Yeni keçiler, yeni resimler ve anlatacak yeni öyküler demek. Eh, bu da bize tadına doyulmaz ‘yarenlikler’ için yeni kapıları açacak, Fikret Otyamla yapılacak yeni röportajlar demektir. Ne diyelim, bundan iyisi can sağlığı.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın söyleşi kümesinde bulunan diğer yazıları...
Bir Varmış Hiç Yokmuş
"Beni Ben mi Delirttim?" : Ferhan Şensoy
Sineklidağ"ın Efsanesi : Keşanlı Ali"nin İbretlik Öyküsü
Tek Kişilik Oyunların Efsane İsmi : Müşfik Kenter
Yağmur Yağıyor, Seller Akıyor, Kral Übü Camdan Bakıyor
Rüzgara Bırakılan Şiirler: "İpek Yarası" ve Ahmet Günbaş
Caz Fotoğraflarına Aşık Bir Usta : Aykut Uslutekin
Mustafa Kemal'in Latif'i
Ruhi Su İle Birlikte 40 Yıl : Sıdıka Su
Dekor Tasarımcısı "Bezemeci" Değildir : Tayfun Çebi

Yazarın İnceleme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
'Kafkas Tebeşir Dairesi'nin Sebeb-i Hikmeti... ''
Ermişler Ya da Günahkarlar, İyilik Ya da Kötülüğün Dayanılmaz Lezzeti…
Uluslarararası İzmir Festivali 20. Yaşını Kutluyor.
Anton Çehov'dan Arthur Miller'a, Modern Zamanlarda Düşlerin
Ahmet Adnan Saygun"un Mirasını Taşıyan Onurlu Bir Sanatçı : Rengim Gökmen
Sahibinden Az Kullanılmış "İkinci El" Stratejiler
İlhan Berk"in Şiirleri ve Sait Faik"in Öykülerini Gravürde Eriten Adam: Fatih Mika
Efes'li Herostratus ve 'Hukukun Üstünlüğü İlkesi'
Tanrıların Takıları
Ruhi Su"nun İzinde : Köy Enstitüleri

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.