Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
—hizmetçi kadın gitti gideli her taraf kir pas içinde kalmış” diye söylendi usulca. Evinin ikinci katında, merdiven başından sayıldığında üçüncü sıradaki odasında kalır diğerlerine pek uğramaz, ancak gerektiği durumlarda girerdi o odalara. Odasına girdi, kapıyı kapattı ve doğruca pencereye yöneldi. Dışarısı harikaydı; Mevsim artık yazdan sonbahara dönmüş farklı şehirlerden gelen tatilciler, yazlıklarından çekilmiş, cadde ve kumsallar ıssızlaşmıştı. Ama yine de bulunduğu yerden, rıhtımda el ele dolaşan genç sevgililer ya da artık sararmaya yüz tutmuş yapraklarını döken asırlık çınarların altında sıcacık çaylarını yudumlayan orta yaşlı insanların sohbet ettikleri görülebiliyordu. Sonbahar, üzerinde hüzünlü bir etki bırakırdı. Güneş'in batmaya yüz tuttuğu şu saatte ufku gözlemek amacıyla balkona çıkarak şezlonga oturdu. Şimdi artık bütün bir ufku görebiliyordu. Yorgun bakışlarını körfezin ufukta yitip giden derinliklerine yönelttiğinde, orada bir balıkçı teknesinin belli belirsiz siluetini ve küçük karaltılar halinde uçuşmakta olan martıları gördü. Güneş'in bakıra dönüştüğü bu gün bitiminde suya düşen ışınlar gittikçe daralan açılarla hemen şuracıkta sahilde tepe noktası yaparak sona eriyordu. Gizemli bir el adeta bütün maharetini göstererek yüzlerce çeşit şekil oluşturuyordu. Denizin yüzeyinde her dalganın kırılışında değişen açıların etkisiyle kâh alev renginde bakır tonlar hâkim oluyor yüzeye, kâh küçük meltem esintileriyle gittikçe kararmakta olan deniz mavisi sonlandırıyordu bakırın hâkimiyetini. Doğanın esrarlı güçleri sessiz bir renk serenomisi içinde kıyasıya bir mücadele veriyordu sanki. Madalyonun bir yüzünde, girdap etkisiyle insan ruhu, mutluluk ve hazzın derinliklerine çekilirken öte yandan monoton bir döngü içerisinde yaşamın o bildiğimiz yüzü. Hava serinlediği için içeri girdi. Şalını omuzlarına örttü. Kendisine sıcak bir kahve hazırlamayı düşündü ama bunun için alt kattaki mutfağa kadar inmesi gerekiyordu. Üşendi. Sonra kahvesini rıhtımdaki denize nazır çay bahçesinde içmek düşüncesi belirdi zihninde. “ hem bu arada tanımasam da birilerini görmüş olurum” diye mırıldandı sesi titreyerek. Giyinip kuşanması yirmi dakikayı bulmuştu. Oturmak için çay bahçesinin denize en yakın olan masalarından birini seçti. Esintinin deniz yüzeyinden taşıdığı serin havayı derin, derin soludu. Yan ve arka masalarda üçerli beşerli oturan tatilciler aralarında konuşuyor, aileleriyle gelen küçük çocuklar masaların arasında koşarak eğleniyor, yakalamaca oynuyorlardı. Hemen sağındaki masada oturan gençler aralarında yüksek sesle konuşuyor, biri sözü daha bitirmeden diğeri atılıyordu; — Dinleyin çocuklar! Dedi irice olanı. Bir hikâyede ben anlatacağım; Henüz on dört, on beş yaşlarında toy bir delikanlıyken bizim mahalleden daha önce tanıdığım, yaşça benden birkaç yaş büyük olan çocuklarla mezarlıkta buluşmuştuk. Çocuklar önce etrafı bir kolaçan etmişler, çevrede kendilerini görebilecek kimsenin bulunmadığını anladıklarında ; " Ali çıkar artık şu sigaraları meydana. Biraz telleyelim " demişlerdi. Ben saf, saf onlara bakarken, onlarda, Ali’nin uzattığı sigaraları yakmışlar, ciğerlerini çoktan dumanla doldurmuşlardı bile. İçlerinden şimdi hatırlamıyorum kimdi, biri ; "Ali lan! bi cigara da şu tüysüze vessene, keyf essin biraz." demişti. Bana verdikleri sigara meğer esrarmış sonradan öğrendim. O güne dek sigara dahi içmemiş olan ben, esrarlı sigaradan birkaç fırt çektikten sonra zum olmuştum. Sanki başım büyümüş, büyümüş iri bir kabağa dönüşmüştü. Ben oturduğum yerden kalkmaya çalıştıkça yere yuvarlanıyor, dengemi bir türlü bulamıyordum. O hergeleler de uzandıkları yerde benim bu durumuma katla katıla gülüyorlardı. Güç bela ayağa kalkmış, aslında bel hizasına kadar yükselen mezarlık duvarını koca bir dağ olarak görüyordum. O ara diğerleri, bulunduğumuz yere doğru yaklaşan bekçiyi görmüşler bir çırpıda mezarlık duvarından atlayarak kaçmışlardı. Bekçi beni yakalamış ağzına geleni söylüyordu. Ben de bu sırada, o çocukların bir anda o dağ gibi yükseklikten nasıl olup ta sıçradıklarını anlamaya çalışıyordum. İrice adam hikâyesini tamamladığında vücuduyla hafifçe öne doğru eğilmiş, gözlerini kapatarak kahkahalar atmaya başlamıştı. Bir yandan da başını sağa sola sallıyor, elleriyle kocaman göbeğini tutuyordu. Yanındakiler, gülme kriziyle sık, sık kesilerek anlatılan bu hikâyeden bir şey anlamasalar da arkadaşlarının komik görüntüsüne güldüler. Ayşe Hanım kendi kendine; —“Buraya gelmekle iyi ettim. Arada bir, insanların arasına karışmalıyım” dedi. İleride kendine daha yakın olan masada yaşlıca iki kadın oturuyordu. Onları bir süre dinledikten sonra aklında şunlar kaldı; “Fatma Hanım beş yıl önce trafik kazası geçirerek hayatını kaybeden kocasının ölümü üzerine Altınoluktaki evlerine yerleşmiş, artık yaz kış burada yaşamaya başlamıştı. Fatma Hanım’ın hiç çocuğu olmamış evlat hasretini komşularının çocuklarını severek, onlara ufak tefek hediyeler alarak gidermeye çalışıyordu. Gayet sıcakkanlı bir yaratılışa sahip olan Fatma Hanım, komşularınca da çok seviliyordu. Onun kendi çocuklarına gösterdiği yakın ilgi hoşlarına gider, bu nedenle onu aileden biri olarak kabul ederlerdi. Fatma Hanım ve eşi evliliklerinin ilk yıllarında çocuk sahibi olamayacaklarını öğrendikleri zaman gitmedikleri doktor, başvurmadıkları muskacı kalmamış fakat yinede sonuç alamamışlardı. Bunun üzerine çevrenin baskısıyla önce ayrılmayı düşünmüşler fakat bu arada birbirlerini ne denli sevdiklerini de iyice anlamışlardı. Aile büyüklerinin dargınlığına rağmen boşanmadılar. Üstelik yakın bir köyden, yoksul bir ailenin henüz iki yaşını yeni doldurmuş kız çocuğunu evlat edindiler. Canları gibi sevdikleri bu çocuğu itina ile büyütmüş, bir dediğini iki etmemişlerdi. Evliliklerini perçinleyen, mutluluklarını arttıran bu çocuğun gelişip büyümesi evin neşesini büsbütün arttırtmıştı. Ama bir gün çocuğun babası çıkagelmiş, düpe düz sessiz kalması karşılığında para istemişti onlardan. İstediği parayı alamayacak olursa çocuğa gerçeği açıklayacağını söylemeyi de ihmal etmemişti. Bunun üzerine karı koca, baş başa vermiş uzun tartışmalardan sonra durumu çocuğa kendileri açıklamışlardı. Zavallı çocuğun ana baba olarak benimsediği bu aileden ayrılışı çok hüzünlü oldu. Fatma Hanım günlerce kendini toparlayamadı. Aradan üç beş yıl geçmişti ki Fatma Hanım komşularından, o mendebur adamın az bir başlık parası karşılığında canının bir parçası haline gelmiş o zavallı çocuğu babası yaşında bir adama verdiğini öğrendi. Fatma Hanım yaşadığı onca acılardan sonra iyice yıpranmıştı. Şimdi altmış yaşında astım hastalığından muzdarip yaşlı bir kadın olmuştu. Altınoluk’un, Kaz Dağlarının denizle harmanlanan iklimi kendini iyi hissetmesine neden oluyordu. Üstelik yaz aylarının tatil boyunca süren kalabalık coşkusu, onun yaşama olan tutkusunu arttırıyordu. Bu nedenle burada yaşamaktan oldukça hoşnuttu. Komşularına sık, sık; “Güneşin sıcaklığını kemiklerimde hissediyor, adeta yeniden diriliyorum kızım.” derdi. Sıkıntılarını onlarla pek paylaşmaz, herkesin kendince çözülmesi gereken sorunları dururken bunlara birde kendilerininkini eklemeyi gereksiz bulurdu.” ( Devam edecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Aydın akdeniz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |