Şahin bakışlı, ahu gözlü, şirin davranışlı ve tatlı sözlü idi. -Fuzuli, Leyla ve Mecnun |
|
||||||||||
|
Kırklarının ortasında, kır saçları önlerden seyrelmiş, uzun ve duygusuz suratlı, alnı kırış kırış, burnu düz ve boyu ne uzun ne kısa... Göbeği, fermuarını kapatmadığı kaşe montundan dışarıya kendini salmış, kösele ayakkabılarının hafif sivri uçları yıpranmış ve boyası atmış. O esnada durakta otobüs bekleyen kalabalığın bayağı bir sakini, İstanbul'un hergünkü kaotik hareketliliğini sürdüren büyük makinenin minicik bir dişlisi... Yanındakinden ya da berisindekinden hiçbir farkı yok. İşe gitmenin veya eve dönmenin o yalama olmuş arzusuyla, gözleri otobüsün geleceği istikamete takılıp kalmış bıkkın ve uyuşuk ruhlu güruhun arasında, kendisine ait aykırı bir rengi olmamış -olamamış- durak sakinlerinin mat halleri kendisine de bulaşalı epeyi bir vakit olmuş boş bakışlı bir adam en fazla. Ara sıra saatine bakması, yanaklarını şişirerek kendi çapında oflayıp puflaması, ellerini pantolon ceplerine bir sokup bir çıkarması ya da anahtarlığını elinde sallayıp durması, zaten durak insanı olmanın belirtileri, daha havalı bir tabirle semptomları. Ama bu adam saatine çok sık bakıyor ve gözü otobüsün geleceği tarafla işi olmadığını ifade eder biçimde ters istikamette; diğer tarafa doğru ivedi bir tedbirsizlikle sürüklenen araçların aşındırdığı yolda, o asfalt zeminin tali yolla birleştiği noktadan pırtlamışçasına yükselip yolun üzerinde uzanan trafik ışığında. Kimse farkında mı? Hayır... Farkında olmalılar mı? Tabii ki hayır. Az sonra olacakların kimse farkında olacak mı peki? İşte bu belirsiz... Belli ki bu adamı, kalabalıktan ayıran muğlâk, bastırılmış bir hal var. Tıpkı bu kalabalığı oluşturmak için herhangi bir gayret göstermemiş ama zorunlu bir nirengi noktası gibi o durakta bekleşen diğer yorgun ve çilekeş âdemoğulları gibi. Ne var ki diğerlerini bir gaye etrafında toplamış otobüs bekleme halinden pek güzel ve sezdirmeden sıyrılmış adam, ne otobüsün görüneceği tepenin ardını süzüyor ne de saatine bakışında, o otobüsün geç gelme ihtimalinden doğan bir sıkıntı okunuyor. Herhalde vesvese edecek başka dertleri var. Durak kalabalıklaşıyor. Güneşin sislerin ardında kırılgan bir hale bürünmüş aydınlığı güçlenip yeni güne dair umutsuzluklarını ortaya serdikçe aynı havayı soluyan ağız ve burunlar çoğalıyor, yakılan sigaraların, sabah soğuğuna hediye edilmek adına ciğerlerden salınan üşümüş nefeslere karışan dumanları hafif hafif öksürtüyor. Adam yeniden saatine baktı ve kafasını refüjün diğer yanındaki üç şeritli yola çevirdi. İşi gücü sadece adamı gözlemek olan biri olsa, onun otobüs beklemediği fikrine kapılması işten bile değildi. Aslında bu yarı yarıya doğru bir tanı olurdu. Velev ki adamı gözüne kestirmiş ve aldığı bilcümle nefesi bile hayra yormadığı için her hareketinden anlam çıkaran biri olsaydınız, adamın sitem ve tatlı bir hiddetle, kimseye sezdirmeden başını iki yana salladığını ve azıcık aralanan ağzından; 'Ah İblis Ah!' gibi tuhaf, aynı zamanda anlaşılması zor bir cümlenin çıkıverdiğini gözlemlediğinizde ne tepki vereceğinizi bir düşünün. Buna rağmen duraktakiler için adamın varlığı ile yokluğu arasında ne bir fark ne de bir benzerlik söz konusu. Mahmur ve yanan gözlerle otobüs bekliyorlar. Sıcacık koynuyla onları saracak bir otobüs koltuğu ve sıkışık trafikte onları oyalayacak bulanık ama yangın yeri gibi rüyalar hayal ediyorlar. Adam şüphesiz bu durumdan memnun ve yapması gereken düzeltme için yoğunlaşma uğraşını baltalamayı akıllarına getirmeyen durak kardeşlerine minnettar. Refüjün karşı kıyısındaki üç şeritli yolun üzerindeki trafik ışığı kırmızı yanıyor. Adam içinden sayıp trafik ışığının sayacını gözlüyor. Hayır hayır, o muazzam düzenekle oynanmış. Emin olmak için, son bir kez içinden sayarken, parlak kırmızı bir renkle geriye sayan ekrana dikiliyor bakışları. Ardından yeniden o tatlı tatlı paylayan mırıldanma 'Ah İblis Ah!' Yolun karşı tarafında kırmızı ışıkta yeşil bir belediye otobüsü durdu. Adam pürdikkat... Alelâcayip bir vesvese okunuyor gözlerinde ve neye vesile olacağı muallâk bir heyecan. Otobüse, o büyük aracı adeta tekerleklerinden başlayarak yiyecekmiş gibi, handiyse oburca bakıyor. Sanki otobüsün yeşil yanınca geçmesini doyumsuz bir açlık içinde kıvranarak, sanki aç karnındaki sancıları bastırarak bekliyor. Ve bunların hepsi gözlerinden, yalnızca gözlerinden okunuyor. Ki eğer akıl edip de gözlerine bakan biri bulunursa. O da zaten bu sebeple böylesine rahat, insanlar için çarpık kaçacak hislerini saklama da bu denli ihtiyatsız. İçinden saymaya devam ediyor. Yeşil yandı ve otobüs karşı istikamette kendisine doğru yaklaşıyor. Adamın gözü saatteki saniye kolunda. Şimdi yeniden otobüsü süzüyor, onun ilerleyişini test eder gibi bir hali var. Yeniden saatine bakıyor ve kesin kararını verir vermez şıngır şıngır sallayıp durduğu anahtarlığı cebine sokup, elini saatinin üzerine götürüyor. Saati ayarlamak için kullanılan pimi dışarı doğru çeker çekmez , muazzam bir vakum sesi bütün trafiğe ve insanların detone homurtularına galebe çalıyor. Etraf şimdi sessiz... Adam bu manzaranın tadını her seferinde çıkarmaktan bıkmadığını kanıtlarcasına etrafını seyre dalıyor bir süre. Önce kafasını havaya doğru kaldırıp yüksek ve ince ağaçların aşağıya sarkmış upuzun ama cılız dallarını gözlüyor. Sabah rüzgarıyla meşk ederken faka bastırılmış gibi donup kalmışlar. Rüzgar da, kıvrıla sürüne dolandığı dalların arasında, kaldırımda kovaladığı gazete yapraklarının altında, sararıp solmuş ve artık kaldırımın malı olmuş bitap yaprakların içinde, dolana dolana tırmandığı binaların pencere camlarının yüzeyinde; araçların motor kaputuyla yüz yüze ve bulutların büyük, sürekli ve gri-beyaz kütlesinin pamuk etinde ve insanların saç telleri, tenleri ya da giysilerinin dokusunda yarattığı soğukta... O fasıla, o saniye nerede ve nasıl bulunması gerekiyorsa öylece donup kalmış rüzgar. İnsanlar da öyle; havaya kalkmış ama inerken buz tutmuş kollar, atılan adımı yarım kalmış ayaklar, ağızdan üflenirken kalakalmış sigara dumanları, kapanıp açılmamış göz kapakları, otobüsün geleceği tarafa beklentiyle çevrilmiş boyunlar ve kafalar... Uçuşan palto etekleri, savrulan saçlar, sallanan tespihler, anahtarlıklar... Bir lokma koparılırken ağızda mahsur kalmış sabah simitleri, avuçtan kayıp yere ulaşmaya heves etmiş bozuk paralar, ellerde oyuncak olmuş mp3 çalarların parlak lcd ekranları, oynak şarkıdaki gırtlak namesi, polifonik melodisi dikkat çeken titreşimi açık bırakılmış cep telefonları... Hareketsizlik zamanın bahtiyar vadisinde bir kuyu şimdi. Mekan o kuyuya atılmış bir kova. Ve belki de tüm alem, o kovada kendi küçük dalgaları içinde devinip duran koyu bir su. Herhalde böylesi şaşalı ve kudretli bir kuvveti bünyesinde barındıran adamın amacı da aynı nispette derin ve sonsuz olmalıydı. Bir fotoğraf karesi gibi hareketsiz maddelerin, canlıların ve tabiatın arasında tek başına, tek hareket eden olarak yolun karşısına yürüdü. Refüjü geçip, trafik ışığının altında, içindekilerle beraber tüm eylemi beklemeye alınmış otobüsün önünde durdu. Akbil basan öğrenci, şoföre laf yetiştiren adam, şoförün yüzünde kıvılcımlanan galeyan belirtileri ve otobüsün sağa manevra yapması yüzünden sola doğru yatmış yolcular... Kımıltısız insanlar dergahına benzeyen otobüse merakla baktı. Bu onun işiydi; pişmanlık, üzüntü, vicdan, pişmanlık... İnsancıl şeylerdi bunlar. Öyle bile olsa, neden sıkıntı duyuyordu? Cevabı çevresinde bir yerlerde olmalıydı ya, o fasıla adam otobüse bakmayı bırakıp otobüsün arkasında yalpa yaparken yola yapışıp kalmış gibi bekleyen kırmızı, spor bir arabaya takıldı. Siperden çıkmış delişmen bir asker gibi ileri atıldığı yerde kalmıştı. Adam elindeki saatin ayarlama pimini biraz oynattı ve yelkovan bir iki dakika ileriye oynadı. Aynı esnada, o şık hız aracı, herhalde iki üç metre ileriye doğru gelip otobüse doğru yanaştı. Arabanın burnu hafiften otobüse doğru dönük duruyordu. Adam bu sefer otobüsle arabanın etrafında dolanıp, bir uzman edasıyla gözlerini ikisinin üzerinde gezdirip bir şeyleri inceledi. Sonunda tatmin olduğu gözlerinden okunan adam başıyla kendi kendini onayladı. Az sonra olacakları hayal ederek kafasını otobüsten, karşıdaki durağa doğru çevirdi. Bakışları öyle bir dalmıştı ki, belki de hayal ettikleri olacaklardan daha gerçekçi ve dramatikti. Allah Allah... Neden hüzünleniyordu durduk yere? Bu düzen binlerce yıldır devinip duruyordu. O hain melek, o kibirli ve hasta ruhlu melek, fitne için en küçük hile hurdaya başvurduğundan beridir dünya dönmüyor muydu? Ve onlar, o melun meleğin bu pis emellerini -küçüklü büyüklü- bertaraf etmek için var edilmemişler miydi? Hayırsız varlık! Adem'i kandırdığı yetmemişti işte! Kıyamete kadar verilen mühlet onu ne büyük bir yanılgıya sürüklemişti. Büyük, kocaman planları tıkır tıkır işliyor gibiydi ki, böyle ufak tefek, deneysel, saldırısını alakasız mecralara yönelten oyunlar peşindeydi: Zamanla oynuyor, kaderin işleyişine darbe vurmaya yelteniyordu. Ve onlar yorulma damarları olmadan dolanıyorlardı alemi. Bozulanı düzeltiyorlardı. Şimdi de düzeltmeyi tamamlamış, zamanın bekletilmesini kesmeye hazırlanıyordu. Peki neden hüzünlüydü Yarabbi? Ona bahşettiklerin arasında insani duygular yoktu ki üzülsün. Görevini tamamlayacak olmanın verdiği yüce huşunun gönül rahatlığıyla, az evvel beklediği durağın karşı yakasında, tam da o durağı en iyi seyredebileceği bir noktada yerini aldı ve parmakları bileğindeki kol saatinin pimine gitti. Zor geliyordu bu sefer... Bunca can! Yazık değil miydi onlara? Hay Allah'ım Yarabbim! Neler oluyor bana? Neden vicdan sahibi bir fani gibi dertleniyorum. Neden görevimin ifası bu denli ızdırap yüklüyor bana. Zamanı yeniden başlatmak nasıl olur da bu derece imkansuz görünür. Haydi artık! Haydi Bismillah! Yanılmıştı... Zamanı yeniden başlattı ve ne hikmetse zamanı tam olarak durdurduğu yerde buldu kendini. Akıl almaz bir dehşetle kavrulan benliği, zincirlerinden boşalmış bir çarpışma, korna ve fren hengamesi her yanı doldururken çarpıldı. Yandan çarpan araba ile beraber refüjü aşıp karşı istikamete geçen otobüs, savrula savrula üstüne, önünde beklediği durağa doğru geliyordu. Az sonra, bir fani gibi ölecek olmanın kabına sığmayan çılgınlığıyla, dosdoğru kendisine ve durağa yönelmiş otobüse bakakaldı. Kulağına fısıldayan vakur ve uhrevi bir ses, son anlarını manasız bir kararsızlık içerisinde geçirmesine neden oldu. Bir faniydi ve hayal mi kurmuştu? Ölüm böyle mi gelirdi? "Ey insanoğlu! Hazır mısın?"
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Burak 'Finrod' Mollamehmetoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |