Anlamak beğenmenin başlangıcıdır. -Spinoza |
|
||||||||||
|
Seval Deniz Karahaliloğlu "Cazcayı" konuşmak. Konuşmanın “cazcasını” icat etmek. Serin bir İzmir gecesinde, yıldızların altında "cazca" konuşan bir adam. Uzaktan bakıldığında ufak tefek. Trompetini üflemeye başladığında şişirdiği kocaman yanaklarıyla bir ilaha dönüşüyor. Ustalığın büyüsü üzerine inince o ufacık tefecik adam kocaman oluyor. Eskiyen nüfus kağıdına aldırmadan gönlü 20’li yaşlarını henüz sürdüğünden olsa gerek trompeti üfledikçe gençleşiyor. O gençleştikçe, onun üfürdüğü büyüden etkilenen biz faniler de peşinden cazca konuşulan bir dünyaya dalıyoruz. İzmir Kültür, Sanat ve Eğitim Vakfı İKSEV’in düzenlediği, 22. Uluslar arası İzmir Festival’i kapsamında, İzmir İKSEV Müzik Müzesi’nin bahçesinde “Maffy Falay Quintet” çalıyor. Trompette Muvaffak “Maffy” (Mafi diye okunuyor) Falay, tenor saksafonda Fredrik Lindborg, piyanoda Carl Fredrik Orrje, basda Kağan Yıldız ve davulda Ferit Odman. Sahneye çıkıyorlar kısa bir merhabadan sonra çalmaya başlıyorlar. Parça aralarında çaldıkları eser ve bestecisi hakkında kısa bilgiler veriyor, anımsadığı öyküleri paylaşıyor, zaman zaman dinleyicisiyle dertleşiyor. “Trompetçi Kenny Durham’dan “I’m gonna be happy” adlı parçayı çaldık. Onun bestesiydi. En çok sevdiğim arkadaşımdı. NewYork’da yaşıyordu, böbrek yetmezliğinden Kopenhag’da kaybettik” diyor ve yine çalmaya devam. Onunla çalan bütün sanatçılar ister istemez dünyanın tanıdığı adla Maffy’nin konuştuğu bütün dilleri öğreniyorlar. Çünkü İsveçli piyanist ve tenor saksafonla ısrarla Türkçe, Türk bas ve davulla ise İsveççe ya da İngilizce konuşuyor. Maffy bir yandan ruhunu trompete üflüyor, diğer yandan sevdiklerini müzikal bir dille yad ediyor. “Mesela Erdoğan Çaplı Türkiye’de yetişen en iyi müzisyendi. Karşıyaka’da aynı mahallede otururduk. Bizim eve gelir piyano çalardı. Konservatuara girdiğimde o son sınıftaydı. Ben de ilk sınıftaydım. Sonra beraber İstanbul’da çaldık. Bir süre sonra Erdoğan çaplı Amerika’ya gitti ve orada öldü. Bugün Türkiye’ye baktığımda, Erdoğan Çaplı ayarında müzisyen göremiyorum. Ben Türkiye’ye geldiğimde müzisyenlerle ilgileniyorum. Bu ikisini buldum. (Parmağı ile bası ve davulu işaret ediyor) O kadar az iyi müzisyen var ki. Diğerlerinin de öğrenmesi gerekecek ama biliyorsunuz caz kolay değil. Caz yapmak çok zor. Zamanla olacak iş.” Konuşma bitti. Üflemeye devam. O gece, o ne derse öyle oldu. Bize de paşa paşa oturup dinlemek düştü. Sahnede tonton bir orkestra şefi, sanki dershanedeymiş gibi davranan sevecen bir hoca, ölen müzisyen arkadaşlarının ruhunu şad eden iyi bir dost, ona sorarsanız sadece trompetçi Maffy. O gece sahnede çok sayıda Maffy vardı. Hepsini ayrı ayrı sevdik. Konseri idare etti. Aklına geleni anlattı. Gönlünce çaldı. Bizi de peşinden sürükledi. Biz de dünden razı, halimizden pek hoşnut, onun ardından cazca konuşulan saklı ülkeye gidiverdik. Ferahlık veren zerreler halinde içimizden akıp gitti. Ruhumuzdaki çeri çöpü temizledi. Çarpıklıkları düzeltti, bizi tertemiz etti. “My Conseption” Sony Clark’ın bir bestesi. En sevdiği arkadaşlarından biri. Müziğin saflaştırdığı çok özel bir hal gelmiş üzerine Yalan yok, maske yok, kibarlık edeceğim diye dişlerini göstererek gülmek, gülerken de ısırmak yok, olduğu gibi, içi dışı bir, tıpkı ilk doğduğumuzdaki halimiz. Ruh böylesine saflaşmasa, ruhunu nasıl trompete üfleyebilir insan? Henüz mülkiyet duygusu gelişmemiş çocuklardaki o sevecen tavırla paylaşıyor yüreğindeki müziği. Öylesine derinden etkilemesi belki bundandır. “Sony Clark, 31 yaşında öldü. Çok genç gitti. Yine ondan bir parça da “News for Lulu””. Gökten yıldızlar yağdı. Maffy’nin bütün arkadaşları hangi boyutta ya da hangi dünyadansa tek tek sahneye geldiler. Müzikten bir siluet halinde sahnedeki yerlerini aldılar. Maffy ne yaptı etti, onları notalarla sağalttı, sanki etten kandan bir aurayla sarmaladı, müziğin el verdiği ölçüde bu dünyada misafir etti. Kocaman yanaklı, şirin, tonton bir bebeği andıran koca bir adam Dizzy Gillespie’nin “kıymetlisi”. Başında ışıktan halesi, elinde trompetiyle o gece İKSEV Müzik Müzesi’nin bahçesinde cazın yarım yüzyılına tanıklık etmiş bir cazcı olarak, artık aramızda olmayan sevgili dostlarının eserlerini seslendirdi. Onları bu dünyada müzik yoluyla yeniden var etti. Grubun babası, gençlerin hocası, tonton Maffy’nin kendi kurallarını koyduğu dünyasına konuk olduk. İnceltilmiş beğeniler dediğimiz türden süslemelere sapmadan, ruhlar odasından gelirken cebine koyduğu bir parça “yeni doğan tazeliğini” orada unutmuş gibi çalıyor. Azar azar cebinden çıkardığı çocuk ruhların kahkahalarından kalan kırıntıları yavaş yavaş bize doğru üflüyor. Üzerimize bir temizlik hissi çöküyor, bir hafiflik hissi. Adını koyamadığımız bir iç huzuru. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin kirletemeyeceğinden emin olduğumuz özel bir paylaşım sunuyor bize. Muhtemelen Peter Pan’ın “var olmayan ülkesinden” aşırdığı “peri tozunu” da kullanıyor olabilir. Belki hafiflik hissi bundandır. Çalmaya kısa bir ara veriyor. “Anthony Carlos Jamim’den bir Samba” diyor. Üflemeye kaldığı yerden devam. Buca doğumlu, Karşıyaka’da büyümüş, Ankara’da okumuş, İstanbul’da çalmış ve şu anda İsveç’te yaşayan dünyanın sayılı cazcılarından Maffy Falay ile aynı müzikli ortamı paylaşmak demek cazın yarım yüzyılına tanıklık etmek demek. “Bir şeyleri unutuyor” izlenimi ve söylentilerini, tatlı bir çılgınlıkla geçiştiriyor. Bu çivisi çıkmış dünyada her şeyi unutmak mümkün ama müziği, cazı, trompeti asla. O da öyle yapıyor zaten. Cazca konuşuyor, caz yapıyor, cazca yaşıyor, sadece biz ölümlüler anlamıyoruz. O kadar. Acı insanı yumuşatıyor. İnce ayarları pek dikkate almıyoruz, maskeler önemini yitiriyor. O çok sevdiği arkadaşlarının eserlerini çalarken, artık bu dünyada cismen bulunmayanları bir müzik cümlesi kadar canlı kılmaya odaklanınca, insan davranış kodlarının sivri köşelerini törpüleyip yuvarlayıveriyor. Ama duyargaları açık. Açık havada dışardan gelen sesler de net olarak duyuluyor. Çevre apartmanlardan birinden gelen televizyonunun sesine kulak kabartarak soruyor. “Sinema mı var?” Aklı yıllar evvel İzmir Karşıyaka’nın meşhur açık hava sinemalarına gitmiş olmalı. Çevredeki apartmanların balkonlarında salkım saçak konseri bedavadan dinleyenler, yıllar öncesinin açık hava sinemalarını yine balkonlardan izleyenleri anımsatıyor olmalı. “Hank Mobley tenor saksafoncu. “I think of you” Bütün babalar öldüler. Sıra bana geldi galiba. (bahçede itiraz seslerine gülüyor) Korkmayın. Ben 90’larımı, 100 yaşımı bulacağım ve sahnede çalacağım. Şimdi Benny Golson’dan “Wisper not”” Üzerimizden küçük kalpler yükselirken gökyüzüne. Bırak kendini müziğin koynuna. Kalın notalarda bayıl, incelere sıra gelince zaten arşa uçmuş olursun. Her tonlama, her vurgu yüreğinde varlığından dahi haberdar olmadığın gizli telleri titreştirir. Mesela hemen eve gidince trompet öğrenebilirmişsin gibi gelir insana. Şu sahnedeki yakışıklı saksafoncu kadar iyi çalacağına bütün kalbinle inanırsın. Piyanonun başına otursan muazzam bir solo attırabilirsin. Davula gelince, zaten sen doğuştan davulcusun. Yüreğine yazılmış notaları şöyle bir silkelesen yeter. Mesela “dünyanın bütün sabahlarında” bas çalabilirsin. Doğuştan cazcı sanırsın kendini. Merak etme, Maffy inandırır seni. Tereddüttün varsa ikna eder. Sonra adam akıllı cazcı olur çıkarsın. Buna sen bile şaşarsın. Maffy güler. Bir bildiği vardır elbet. “Yine bir Sony Clark parçası. “Blues Blue” Bir parçadan diğerine koştururken her müzik cümlesinde avare kayıp ruhlar gibi dolandık. Her bir üfleyiş, her bir tını içimizi öyle yıkamış ki, zihnimizi boşaltıp, yüreğimizi doldurup çıktık. Parça bitiyor. Maffy saatine bakıyor. “Yaa bana sahnede bir buçuk saat kalırsın demişlerdi bak iki saattir çalıyoruz. Bu sefer de bu kadar olsun. Türkiye’ye her gelişimde çok az kalıp dönüyordum. Bu sefer çok kalacağım. Daha üç ay buradayım. Bu yaz Türkiye’de kalıp Türkçemi geliştireceğim. Biraz kendimi bulacağım, kendimi dinleyeceğim. Sonra arada konserler veririz. Eylül’de İstanbul’a gideceğim. Yine çalarız, gelir dinlersiniz. Son olarak, “Gipsy Blue”’yu çalarak bitirelim. Hadi iyi geceler” dedi ve Çingene Hüznü ile geceye son noktayı koydu. Bu gece rahat yok size. Caz notalarını tek tek üfleyeceğim ruhunuza. Ancak yeni bir konser paklar sizi. Tartışılmaz biçimde 20. yüzyılın en büyük caz ustalarından Muvaffak Falay cazdan bir tarih yazıyor. Ne mutlu orada olanlara. Konseri izleyenlere. Cazın efsanelerinden birine bir nota uzaklığında, bir trompet yakınlığında durdular. Eteklerimizde trompet tınıları, saçlarımızın uçlarına takılı kalmış caz cümleleri. Eve gelip üzerimizi başımızı silkeleyince hep aynı şey döküldü. Caz, caz, caz… Daha sonra “hepsi benim dostum” dediği cazın son elli yılına imzasını atmış büyük sanatçılardan bahsettik. Caz dünyasının bildiği ismiyle Maffy, gayet “ciddi” bir biçimde, isminin yanlış söylenmesinden fena halde rahatsız “Benim adımın başında Ahmet var. Hiç kimse bilmez ama adım Ahmet Muvaffak Falay ona göre” diye söze girdi. Biz de Maffy’nin önünde “başımız kıldan ince” peki dedik ve söyleşiye o meşhur karşılaşma hikayesi ile başladık. SDK – Sahi, Dizyy Gillespie’nin karşılaşmanız neredeyse artık bir efsane haline geldi. Ahmet Muvaffak Falay - 1956 senesinde Nisan ayıydı. Yanlış hatırlamıyorsam ayın 20’si ya da 24’ü olmalı. Dizzy Gillespie’yi Ankara Havalimanında karşılayacaktık. Hava alnındayız. Uçak indi, biz de orkestra olarak uçak pistindeyiz. Orkestra, uçağa 200 metreye uzakta filan. Her neyse, çalmaya başladık. Dizyy Gillespie geldi, önümde durdu. Aramızda 2 metre var yok. Amerika’da o sıralar meşhur olan parçalardan birini çalıyoruz. Dinledi, trompeti çalarken bana öyle bir bakıyordu ki, anlatamam. İşte o zaman beni çok beğendiğini, o bakışlarından anladım. Zaten parçanın son bitiriş notalarını çaldım ve Dizzy ile sarmaş dolaş olduk. Arkamızda, 30 kişilik bir kolejli öğrenci grubu vardı. Ellerinde “Hoş geldin Dizzy yazılı” pankartlar taşıyorlar. Yani, onu Ankara Havalimanında öyle bir karşılamıştık ki, sanırım Dizzy’i hayatı boyunca bir daha böyle karşılayan olmamıştır. SDK – Bildiğim kadarıyla siz klasik eğitimden geliyorsunuz. Ankara Devlet Konservatuarını bitirdiniz. Peki klasik müzikten caz müziğine geçişiniz nasıl oldu? Ahmet Muvaffak Falay – Ben esas ilk defa 45 kişilik İzmir Işık Bando’sunda çalmaya başladım. 1940’ların başında, daha 11-12 yaşlarındayım. Daha caz nedir filan bilmiyorum. Caz deyince aklıma davullar, ziller geliyor. Yani caz hakkında hiçbir fikrim yok. Bandoda klasikler, Türk Müziği parçaları ve buna benzer değişik şeyler çalıyoruz. Hatta, Mozart’tan eserler seslendiriyorduk. Çok kaliteli bir orkestraydı. Şefimiz Fuat Türkoğlu’ ydu. İstanbul Konservatuarından mezun klarnet sanatçısı çok kıymetli bir müzisyendi. Orada neler çalmıyorduk ki, programımızda bütün klasik bestecilerin eserleri vardı. Ben konservatuara girmeden önce nerdeyse her şeyi o bandoda öğrendim. Yani konservatuara girerken çok güçlü bir müzik temelim vardı. Fuat Türkoğlu, bana bandoda bir parça hazırlattı, o parçayla konservatuara girdim. Hatta, biliyorum diye beni bir sınıf atlatarak başlattılar konservatuara. Daha sonra, ikinci sınıftaydım.17 -18 yaşındayım. Senfoni orkestrasında çello çalan Kaya Ökten ağabeyimiz vardı. Senfoni Orkestrası ile konservatuarın kapıları birbirine çok yakındı. Kaya ağabey, bir gün bana, “Muffy, yarın bana saat öğleden sonra üç gibi gel sana caz dinleteceğim” dedi. Ben de, “tamam Kaya ağabey, yarın gelirim” dedim ama beni sardı bir heyecan. Caz mı? nedir bu diyorum kendi kendime. Ertesi gün gittim, Kaya ağabey şöyle eski kurmalı bir gramafon çıkardı ve taş bir plak koydu. Kafamı neredeyse gramafonun çukurunun içine soktum. Bir dinlemeye başladım ki aklım başımdan gitti. “Bu nedir? Ağabey bir daha çalar mısın?” dedim. Bir daha dinledim. Bunlar kim dedim. Charlie Parker ve Dizzy Gillespie’nin beraber çaldıkları “be bop” demez mi? Ben ilk defa, caz müziğini caz tarihinin en büyük iki dehasından dinledim ve o andan itibaren mahvoldum. Çok hızlı bir parçaydı. Ne kadar serbest ve ne kadar hızlı bir müzik dedim kendi kendime ve benim için her şey caz müziği oldu. Artık, Ankara’da o dönem bulabildiğim bütün caz plaklarını toplamaya başladım. Caz müzisyeni kimler varsa onları dinlemeye gidiyordum. O sıralar 18 yaşındaydım, konservatuarı bitirene kadar öldüm bittim, çünkü bana hapishane gibi gelmeye başlamıştı. Konservatuarı bitirdim. Bana İzmir’e konservatuara trompet hocası olarak göndereceklerdi. O sıralar, Almanya’dan teklif geldi. Hemen Almanya’ya kaçtım oradan da bütün dünyayı dolaştım. Amerika, Avrupa, Rusya derken dünyanın hemen her yerinde caz çaldım. SDK - Neden caz müziği sizi bu kadar çok çekti? Ahmet Muvaffak Falay – Bir kere caz müziğinin özel bir dili var. Temeli armoniye dayanır. Cazın bütün tadını o armoni zenginliği verir. Armoni bilmiyorsan, caz müziğinde hiçbir şey yapamazsın. Ben neden kaçtım? 25 yaşında çıktım gittim. Cazı yerinde öğrenmek istedim. Büyük babalar ile çaldım. Neredeyse 50 yıldır çalıyorum. Sadece çok sevmek yetmez. Çalışacaksın. Yedek Subaylığımı İskenderun’da yaptım. Okulu bitirmişim filan. 45 derece sıcaklıkta, kan ter içinde günün beş saati trompet çaldığımı biliyorum. Dizzy Gillespie benim çalışımı beğendi ama o çalışı yapmak için de çok çalışmak lazım. SDK – Müzikal yaklaşımınıza uygun olarak hangi sanatçıların tarzı size daha sıcak geliyor? Ahmet Muvaffak Falay – Tabii ki Charlie Parker’ın çalışı. Klasik Caz Müziğinin en büyük dehası tartışmamız olarak Charlie Parker’dır. Ben Charlie Parker’ı ilk kez Dizyy Gillespie’ye sordum. Bana dedi ki, “Charlie Parker’dan önce, Amerika’da herkes caz müziği çalıyordu. Dixieland, eskiler, yeniler filan. O geldi, müziği bir mimar gibi toparladı, tıpkı bina yaparmış gibi caz müziğini yeniden inşa etti ve yerine oturttu”. Hakikaten, herkes o dönem, Charlie Parker’ın müziğini taklit etmeye çalışıyordu. O ne yaparsa, diğer müzisyenler de onun yaptığının aynısını yapmaya çalışıyorlardı. Yani, onun gibi müzik yapabilmek için çabalıyorlardı ama kolay mı, adam deha, taklit edilemez. Sonra Tabii ki Dizzy Gillespie var. Ama bunlar cazın babaları yani. SDK – Bir de ‘Sevda’ deneyimizi var sizin değil mi? Ahmet Muvaffak Falay - Aman bana o “Sevda”’yı sorma. O “Sevda meselesi” yüzünden ben Stockholm’de takıldım kaldım. O sıralar, davet almıştım. Amerika’ya gidecektim. Olmadı. Sevda meselesi ortaya çıktı. Hayatımın en büyük hatasıdır. Türkiye’den gelen bazı arkadaşlarla, “Sevda Grubunu” kurduk. Benim Amerikalı cazcı arkadaşların 9/8’lik aksak ölçü bir hoşlarına gitti. Bayıldılar. Aman bunları çalalım filan dediler. Türk müziği motifleri onlara yabancı olduğu için de çok ilginç geldi. Sonra, yapılan müzik İsveçlilerin çok hoşuna gitti filan. SDK – Müzikal geçmişinizde en mutlu olduğunuz dönem hangisi? Ahmet Muvaffak Falay - “Kenny Clarke, Francy Boland Big Band”’de Köln’de çaldığımız dönem. Orada çok iyi müzisyenlerle beraber çalıyorduk. Hepsi çaldıkları alanda, en iyiler. Öyle bir orkestraydı ki 1968 yılında, “Downbeat” dergisi beş yıldız verdi ve o yılın en iyi orkestrası seçti. Kimler yok ki? Benny Bailey, Zoot Sims, Derek Humphy, Ake Persson, Karl Drevo, İdris Suleyman, Keg Johnson, Billy Mitchell, Jonny Griffin, Ronny Scott, Sahip Shihap ve şu an aklıma gelmeyen diğer isimler. Onlarla 1963 ve 69 yılları arasında çaldım. Konser vermek bir yana, bu isimlerle beraber çalmak bile büyük keyifti. Bu orkestrayla birlikte, Nasuhi Ertekün’ün sahibi olduğu Atlantic Plaktan bir albüm çıkardık. Albümün kapağında, Amerikan, İsveç, İngiliz ve Türk bayrağı vardı. Bir gün Köln’de cafede oturuyorum. Bir telefon, Amerika’dan Nasuhi Ertekün arıyor. “Buyur, ağabey” dedim. “Sana çok teşekkür ederim” dedi. “Neden?” dedim. “İlk defa hazırladığım bir albümde bana, Türk Bayrağı kullanma şansı verdiğin için dedi”. Şaşırdım. Benim bayraktan filan haberim yok. Tabii çok sevindim çok gurur duydum. Bir sonraki albümü çıkardık. Türkiye Cumhuriyeti pulları gibi pullar bastılar. Pulun içine de resmimi koydular. Çok esprili oldu. SDK – Kendi müzik anlayışınızı nasıl tanımlıyorsunuz? Ahmet Muvaffak Falay – Biz Charlie Parker, Dizzy Gillespie, Thelionus Monk gibi en büyük cazcıların yazdığı kompozisyonları, eserleri çalıyoruz. Bu müziğin içinde armoniyi bozmadan ve müziğin orijinal ruhuna sadık kalarak kendi yorumumuzu da koyuyoruz. Yorum deyince, kafadan atmıyoruz. O bestecilerin çizdiği sınırlar içinde o müziği bozmadan, caz müziğinin dilini kullanıyoruz. Bir de bestenin ruhunu kavramak var. Besteci orada ne demek istemiş anlayamazsan, iş bitti demektir, imkanı yok caz müziğini beceremezsin. Dizzy Gillespie, Maffy için boşuna o ünlü sözü söylememiş. Yani, şu caz tarihine geçen “Türkiye’de öylesine ‘muhteşem’ bir trompetçi keşfettim ki, en az Miles Davis kadar iyi çalıyor” deyişinden bahsediyoruz. Ahmet Muvaffak Falay bu deyişin her kelimesini fazlasıyla hak etti ve Gillespie’nin kalbini çaldığı gibi bizim kalbimizi de çaldı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |