..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Unutulamayan Dönemler > Alaattin Topçu




14 Ekim 2008
"Rüzgâr Gibi Geçti"  
Yirminci Yüzyılın Kısa Tarihçesi

Alaattin Topçu


Her dönemin kendine özgü bir “trendi” vardır. Kimi dönemler insanlık adına önemli “yükseliş”lerin tanıklığını yaparken (örneğin Reform, Rönesans, Aydınlanma, Ekim Devrimi vb.), kimi dönemler de tam tersi bir pozisyon alarak “inişe” geçer. Yani “tarih” dediğimiz hikâye klasik giriş-gelişme-sonuç (serim-düğüm-çözüm) hattını zaman zaman terk eder, inişli çıkışlı vadilere, patikalara takılır! (“Tarih kuramı” bu yazının kapsamı dışında kalıyor!)


:AGHH:
“Rüzgâr Gibi Geçti!”













I
Her dönemin kendine özgü bir “trendi” vardır. Kimi dönemler insanlık adına önemli “yükseliş”lerin tanıklığını yaparken (örneğin Reform, Rönesans, Aydınlanma, Ekim Devrimi vb.), kimi dönemler de tam tersi bir pozisyon alarak “inişe” geçer. Yani “tarih” dediğimiz hikâye klasik giriş-gelişme-sonuç (serim-düğüm-çözüm) hattını zaman zaman terk eder, inişli çıkışlı vadilere, patikalara takılır! (“Tarih kuramı” bu yazının kapsamı dışında kalıyor!)
Bu meseleyi çözüme kavuşturamamış “eksik” siyasal bilinçler, tektip/tekdüze, at gözlükleriyle dünyayı algılamaya ve elbette açıklamaya çalışırlar. Ne var ki kendi gerçekliklerine bile yabancı düştüklerinin farkına varamazlar. Her yerde her zaman trajikomik filimlerde boy gösterirler, yine de onca çıplak gerçe(kli)ği görmemekte direnirler.
Fransızların ilginç ironilerinden biri, on dokuzuncu yüzyıl sonu ile yirminci yüzyıl başını “belle epeque” olarak yorumlamalarında yatar; “körlük” onlar için de önemli bir “kurtarıcı” demek ki!…
Unutmadan, bir eksikliği tamamlamalı: Dönemin “iyimserler cephesi”nde sadece burjuvazi yer almaz; ayrıca sosyalistlerin tüm ciddiyetleri ve haşmetleriyle onların peşlerinden “devrimleri” kovaladıkları bir “iyimserlik” de göz ardı edilmemelidir. Kısacası, sağlı-sollu “iyimserlikler” damgasını vurmuş gibidir yeryüzüne.
Nereye kadar? İkinci Dünya Savaşı’na kadar, desek… Aslında bu da bir paradokstur. Bir yanıyla “iyimserlikler” hegemonyasını ilan etmişken diğer yandan da Hitlerler-Mussoliniler sahnede görünürler; toplamı on yılı aşkın iki adet büyük savaş yaşanır, Hiroşima, Nagazaki atom bombası için laboratuvar olur; bu arada lokal savaşlar da geri kalmazlar!...
“Güzel Çağ” olarak algılanan bu döneme dair tüm “olumlu” öngörüler aslında daha işin başında teslim bayrağı çeker; “Güzel Çağ” podyumda endamını gösteremeden “çirkin çağ” dansa başlar! “Çirkin çağ”ın dansının ana teması “dünyayı her santimetrekaresine kadar paylaşmak” olarak özetlenebilir!
1945’lerin arkasından yine tuhaf bir otuz yıllık “ara dönem” sahneye konulur. Reel sosyalizmler ve dünyayı sarsan sol dalga, emperyalizmi bir miktar akıllandırmış (!) görünür. Liberalizm, böylece fiiliyatta “refah devleti” şiarıyla yeryüzüne kol kanat gerdiği izlenimi uyandırmaya çalışır. Ama bu arada Soğuk Savaş yürütülür. Dünyaya komünizm paranoyası şırınga edilir. Vietnam’da toplam on altı yılı bulan bir “çökertme” operasyonu düzenlenir vs. Ama nafile!…
O ara 1948’in bitişi Çin Devrimi’ni, 1958’in bitişi Küba Devrimi’ni,1968 ise “Avrupa’nın yaramaz çocukları”nı sahneye çıkarır. Doğal olarak bunca hengâme “emperyalist cephe”nin canını sıkmaya başlar. Bu özgürlük, demokrasi teraneleri hakikaten rahatsız edicidir; hatta zaman zaman korkutur bile; yüreklerini ağızlarına getirir!
Böylece 1970’ler, çok daha ağır bir dönemin çanlarını çalmaya başlar. Önce “refah devleti”nin can çekiştiği, daha doğrusu “insan doğasına aykırı” olduğu ilan edilir. İkinci Dünya Savaşı’nda yıkılan gezegeni imar etmek amacıyla hayata geçirilen ekonomik, sosyal, siyasal alandaki “görece canlılık/refah” ortamı küresel kapitalizme artık zevk vermez olur! Yeni heyecanlar, riskler, pazarlar için kollar sıvanır…
“Dönüşümün” köklü bir şekilde sağlanabilmesi açısından birtakım hileli yollar devreye sokulmalıdır. Gerektiğinde sert önlemler alınmalıdır. Thatcher (Demir Leydi), Aktör Reagan vd. sahnede boy göstermeye başlarlar. Siyasal muhafazakârlık ile ekonomik liberalizm arasındaki aşk müthiş bir ivme kazanır! Devleti ekonomik sahadan tamamen kırmızı kartla oyun dışı bırakma dönemidir. Tüm yasal/hukuki düzenlemeler küresel kapitalizmin dünyaya yerleşmesini sağlamak için hazırlanır… “Refah devleti kapitalizminin bir özelliği olan sermaye ile emek arasındaki güç ve etkinlik dengesi tamamen devre dışı bırakılır”; pazar ekonomisi yatağa boylu boyunca öyle bir serilir ki ulusal devletler küçük dillerini yutarlar!
Geri kal(dırıl)mış ya da geliş(tiril)mekte olan ülkelerde heyecan/adrenalin doruklardadır! Bunun için “apoletli abiler” görev başına gelirler/getirilirler. Amaç bellidir: Dünyanın “şımarık çocukları”nı şöyle sıra dayağından geçirmek; sendikaları, sol-sosyalist partileri, dernekleri, örgütleri,… paketleyip buzluğa kaldırmak ya da “kuklaya” dönüştürmek… 1970 ile 1980 arasındaki süreç bir hazırlık dönemi olarak tarihteki yerini sağlama alır.

II
Tekrar başa saralım. Bir başka pencereden sürece hızla şöyle bir göz atalım.
Döneme dair “iyimserlik” rüzgârları sanat-edebiyat cephesini de işgal eder. Örneğin “olumlu tipler/karakterler” özellikle öykülerde/romanlarda boy göstermeye başlarlar. Mücadele azimleri, dürüstlükleri, devrime inançları,… tek kelimeyle kusursuzdur. Her yeri “makine insanlar” işgal etmişlerdir sanki; asla duygular, içgüdüler, bencillikler, maddi beklentiler, aşk-seks-para,… bu karakterlerin kapısını çalmaz. Mümindirler. Bir cennet varsa, aslında onlara kapılarını sonuna kadar açmalıdır!
Yeraltı faaliyetini sürdüren toplumcu gerçekçilik, natüralizmden, eleştirel gerçekçilikten devraldığı görevi “sosyalist” sıfatıyla da sürdürür. Sanat-edebiyat siyasalın, militan mücadelenin bir kolu, bacağı, beyni haline gelir. Lenin’ler, Mao’lar, Kastro’lar; Ana’lar, Ve Çeliğe Su Verildi’ler, Demir Ökçe’ler, Durgun Akardı Don’lar; Kamo’lar, Che’ler, Deniz’ler; Gorki’ler, Mayakovski’ler, Neruda’lar, Nâzım’lar,… Dünyanın dört bir yanında mücadele şarkıları söylenir, şiirleri yazılır, tipleri/karakterleri yaratılır.
Bu dönemin en belirgin özelliği her şeyin, her kesin yerinin belli olmasıdır. Gözü kapalı nerede, neyi veya kimi bulacağını herkes bilir. Sağcısı sağcı, solcusu solcu, Marksisti Marksisttir. Kırk parçaya bölünseler de onları tanımak, mimlemek kolaydır!
Emin adımlarla hazırlanan seksenler bu gidişten elbette rahatsızlık duyacaktı. Böylece, imha politikası devreye sokuldu.
Darbe(ci)leri yan cebimize koyup işin “esas oğlan” kısmına şöyle bir göz atalım. 1974’te (Hayek) ve 1976’da (Friedman) Nobel Ekonomi Ödülü’nü alan iki ad dünyanın yeniekonomi haritasını belirlerler. Buna uygun sosyal, siyasal, kültürel atmosferi oluşturmak da elbette günümüzde “Medeniyetler Çatışması” ile ünlenen Hungtington’a düşer. Aradaki yılın boşa gitmemesi (!) için özellikle 1975 seçilir ve iki “davadaşıyla” bir rapor parlatırlar/patlatırlar! Samuel P. Hungtington, Michel Crozier ve Jojo Watanaki tarafından kaleme alınan bu raporun adı: “Demokrasilerin Yönetilemezliği”dir (Ungovernability of Democracies). “Rapora göre, krizin kaynağında ‘refah devleti’ uygulamaları bulunmaktadır; ‘çoğulcu demokrasi’ anlayışı, bir başka deyişle toplumdaki her kesimin ya da grubun siyasal iktidar kullanımını etkileyerek kendi çıkarına yönelik yeniden bölüşümcü politikalar takip etmesi kamusal harcamaların denetimsiz ve rasyonel olmayan bir biçimde büyümesine yol açmıştır.” Öyleyse ne yapılmalıdır? “Sözde” demokrasi ve özgürlükler bir güzel “ askıya alınmalı”dır. Bunun için de yöntem bellidir; paragrafın başındakiler dünyanın dört bir yanında faaliyete geçerler. Şili’de, Türkiye’de, El Salvador’da, Nikaragua’da… Katliamlar, kanlı operasyonlar… Dünya bir kez daha cadı kazanına dönüştürülür…
1980’li yıllar, belki Fukuyama’nın iddia ettiği gibi “tarihin sonu”nu getirmez; ama “refah devletinin sonu” hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık seçik ilan edilir. “Güle güle devlet baba! (Zaten onun ‘babalığı’ da her daim şaibeli olmuştur!) Elveda toplum mühendisliği!... Hoş geldin neoliberalizm! Merhaba yapısal uyum ve istikrar!...” Ötesi tamamen anlamını yitirir. Yani ucundan kıyısından gösterilen demokrasi ve özgürlük, o gün bugün bir daha kimsenin ulaşamayacağı bir yerde “sallandırılır”!
İşin tuhafı, bunca karmaşaya kafa yormakta zorlanan ve biraz da kendi içine gömülen sol öyle bir “iç savaş” oyununa getirilir ki… Olup biteni algılaması mümkün değildir. Hâlâ da öyle -galiba-!... Üstelik ciddi kabızlık yaşadıkları doğrultusunda emareler dolaşıyor ortalıkta! Biraz duygusal takılıp bizimkilerin hali pür melaliyle ilgili bir iki örnek aktaracağım. Mikromilliyetçiliklere göz kırpmak; türbana öpücük yollamak; vakıflara/tarikatlara eyvallah reveransları; Alevilerle eski ahbaplığı tazelemek; camilerde halkla buluşmak… Velakin Murathan Mungan’ın Yüksek Topuklar’ının tanıtım afişi türü siyaset yapmak, daha doğrusu “kurnaz tilki” edasıyla “okur avcılığı”na soyunmak… İşte size bir büyük MODA!... Podyumlarda Kürtlük, Türklük, Alevilik, Şeriatçılık, Türbancılık, Mikromilliyetçilik, Fettullahçılık ve diğerleri… “İyi ki” diyorum “bu fotoğrafta Marksizme yer vermiyorlar!” İşçi sınıfıyla zaten herhangi bir “dostluğumuz” kalmamıştır!
Bunca “dumura uğramışlık”tandır ki yeni dönemin sanatını-edebiyatını, kültürünü algılamakta da güçlük çekiliyor. Artık “iyimserlik” aramak aptallık, “olumlu tipler/karakterler” uzun bir tatile çıkmışlar! Varsa yoksa boğulmuş, bunalmış, ezik, boynu bükük,… bir garip “insancıklar” gezinir ortalıkta. Her an her yere çekilebilirler, yerleştirilebilirler… Bir evden diğerine taşınmaları için herhangi bir bağlayıcılıkları yoktur. Örneğin ne çevreyle bir dostluk kurmuşlardır ne binayla bir ilişki geliştirmişlerdir. Hepsi “yüreklerinin götürdüğü yere” gider, ama bu arada kendilerini de yollarda kaybeder olmuşlardır. Bir tür “modüler insan” tiplemeleri/karakterleri… Duyguları bile sökülmeye, dikilmeye, parçalanıp birleştirilmeye son derece müsaittir. İsyan etmeye hazır olduğu bir an, bir de bakmışsınız el ayak öpüyor, tıpkı Orhan Pamuk’un Kar’ındaki “Şair Ka” gibi! Bu arada “kalıcı” olan da sadece “dualar”dır; “uğruna ölünen türbanlar”dır! Ötesi faso fiso!...
Kısacası, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı cümbür cemaat mahalleye taşınırlar. Bir hayli kalabalıktırlar. Tabelada Enis Batur’un 1984 tarihli “Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk”ta yazdıkları:

“Oğuz Atay’ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği kanısındayım. Biri neredeyse ‘pozitivist’, temel inançlarından soyutlanması güç, ‘dayanıklı’ insan: ‘Topografya’ kitabını, belki de Mustafa İnan’ın yaşamöyküsünü yazan, 1960’ların başında bir fikir dergisi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa: Korkuyu beklerken tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan, geleceği elinden alınmış beyaz mantolu bir adam: Dipten sarsılmış, kırgın, hatta umutsuz biri: Günü geldiğinde yazdıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz.
Gerçekten de geleceğinin elinden alındığına inanabilir miyiz bugün?
Bizlerin korkusu, geçmişin de elimizden alınması olasılığından kaynaklanmıyor muydu?”

Kafka’nın Gregor’unda bir “tutarlılık” vardır: İsteği dışında, üstelik uykusunda “böceğe” dönüş(türül)müştür. Durumundan sonuna kadar şikâyetçidir; asla konumunu benimsemez. Bir an önce “normale” dönmek ve “işbaşı” yapmak ister. Ailesinin ona ihtiyacı vardır. Yani “sorumluluğunun” da bilincindedir. Oysa seksen sonrasının köşe başını tutmuş sanat-edebiyat komiserlerinin eserlerine bakınız, hiçbirinde Gregor kadar hayatla, işiyle, eviyle (ailesiyle),… “barışık” bir karakter/tip göremezsiniz. “Dönemin ruhu” beklendiği gibi her alana damgasını vurur. Tüm kültürel kodlar buna göre şekillenir: Postmodernizm en belirgin figür olarak sahnededir. Yememiz içmemiz, yatıp kalkmamız, düşünüp taşınmamız,… kısacası her şeyimizi belirleyen “kültürel kod” onun tekelindedir.
Sekseni baz alalım ve Türkiye özelinde bir “sanat-edebiyat raporu” hazırlayalım. Karşımıza çıkacak tabloya şöyle bir bakalım ve sorumuzu soralım: Bu süreci “muhalif” entelektüel ve toplumsal güçler bir “olanağa” dönüştürebilecekler mi, hem politika hem de sanat-edebiyat alanında; yoksa?...

ala.topcu@gmail.com




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Alaattin Topçu kimdir?

Yayıncı, yazar, editör, yayın yönetmeni. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilediğim ve etkilendiğim yazarlar gereğinden fazla; buraya sığmaz!


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Alaattin Topçu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.