Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Birşeye başlamak; bir resme, bir kitaba ya da bir yalnızlığa.. Bir ödeve, bir hikayeye, bir sessizliğe, bir güne ve geleceğe ya da sadece bir geceye başlamak.. Bir sen olma, bir şen olma haline başlamak.. Çok değil, az bir zaman oldu sayılır hayat başlayalı bir çoğumuz için.. Hatta vücut yaşının son demlerinde olanlar için bile, bir sonraki yeni hayat her an yeniden başlamak üzere.. Doğduk. Dakika bir gol bir, susturmaya çalıştılar: “ sus ve uslu bir çocuk ol! bak o zaman daha çok sevecekler seni.. ” . çocuk dinler ve susturur kendini. Sessizce.. Dakika iki, gol sayısı henüz acıtmadı, sakinleştirmeye çalıştılar: “ ağlama sakın güçsüzler ağlar, sen hep gülecek ve mutlu olacaksın! “. Çocuk dinler ve susturur kendini. Sakince.. Dakika üç, bu gol sayılarını saymak artık çok güç: “ herkesle iyi geçin, ödevlerini yap ki başarılı olup ülkene yararlı bir avukat ol, hekim ol, mühendis ol, şirket çalışanı masa başı insanı ol! Ne olursan olma, yeter ki önemli bir iş adami, iş kadını ol! “. Çocuk durur, dinler, yapar ama içinden geçen sesler bedenini ele geçirmek üzeredir ve bu gürültülü rahatsız edici bir şeklinde dışarıya doğru püskürmeye hazırdır.. Sertçe.. Dakika dört, beş, sekiz.. Bum! Çok şey ümid edildi, çok şey vaadedildi hayatlarımıza dair.. En çokta istendi.. Çok şey istendi geleceklerimizden biz henüz onları görmekte güçlük çekerken.. Çok suskunluk yalnızlıktan, gizemli kalmaktan ve dışlanmışlıktan başka birşey getirmedi.. Ezilme, hor görülme, uzağa itilme ve akabinde gelen öfke, nefret ve siyah isyanlar.. Evet, güzel yanları da çoktu belki.. Yalnızlıktan çok monolog doğru satırlara, çok kelime doğdu karanlığın içine nüfus eden bedenlere, kendine doğru konuşacağı.. Dışarısının gözü korktu bu durumdan ve kaçtı temas etmekten, içerideki göz çok şeyi görebilirken.. Çok şeyler üretti yalnız beyinler kendine ve geçmişliklere doğru.. Hayata dair bir çok gerçeği herkezden önce farketti, yakaladı, yakalandı, yaralandı, üretti ve kıstırıldı belki de köşeye bu yüzden.. Ama kimse daha çok sevilmedi belki de bu yüzden.. Ya da belki de sevildi bazıları, azınlıkta bunlar o yüzden bilmiyorum.. Bir gerçek ki sadece, bu ruhlar hep kanla beslendi, acıyla beslendi her yeni güne. Ve susmak bazılarımızdan çok şey alıp götürdü.. Oysa kimse bu şekilde uslu kalmadı.. Kimse bu şekilde masum kalmadı, kalamadı.. Ağlayamamak hep sınırlar koydu duygularımıza, hep ket vurdu farklı gibi duran ama aslında doğal olan isteklerimize. Saklamak zorunda bırakıldık bir çok şeyi.. En çokta düşündüklerimizi, mutsuzluklarımızı, ifade etmeye korktuklarımızı.. Oysa nasılda normaldi herşey insanoğlu dedikleri şeyde. Nasılda güzeldi o içgüdüler nefes almaya fırsatları olunca.. Başkaları için doğru olan şeyler bizim için de doğru olmak zorunda bırakılmasa, daha güzel olmaz mıydı oysa hayat dediğimiz bir kerelik bilinçüstü doğrultusu? Mutluluğun sadece dışarıya karşı oynanması gereken bir oyun olmadığını anlatsalardı oysa bize, daha güzel olmaz mıydı o zaman herkes kendi doğrularıyla? Suçlu tek bir kişi değil elbet; birçok geçmiş, bir çok öğretilmiş çaresizlik, zorunluluk var bütün bunları tetikleyen.. Büyüklerimizin “ne kadar mutsuz olsan da derinlerinde, bunu kabullenme ve dışarıya karşı hep mutlu gibi görün” felsefesi itekledi birçoklarını çok daha büyük bir mutsuzluk olan bu yanılgının doğurduğu hayatlara.. Daha acısı, kimliksiz kaldı bir çoğu bu gel gitler arasında. Kendi gibi olamadı çoğu zaman.. Kendi gibi yaşayamadı, gülemedi, yürüyemedi belki.. Sırf kabul görmek için herkez gibi giyindi, herkezin gittiği yerlere gitti, aslında çok hoşuna gitmese de herkez gibi davrandı belki.. “olsun” diyerek hayata, sıkıştığı bir çok parantez imi verdi.. İsyan bayrağı çekilmeli oysa arada hayata! Nasıl bağımsızlığını ifade ediyorsa bir ülke bayrağını özgürce dalgalandırınca kendi sularında, öyle şahlandırılmalı bir bireye ait yaşam düşüncesi kendi sınırsızlığında! ” Ben buyum, ben böyle anlamlıyım ve mutluyum! Karışmasın bana kimsenin bulanık suyu! ” Hep birileriyle iyi geçinilmesi gerektiği öğretildi bize. “ Karşı çıkarsan yok olursun! “. Hep birileriyle uzlaşılması, uzlaşılamıyorsa bile öyle görünülmesi gerektiği, uzak düşüncelerin bile gerektiğinde onaylanması gerektiği öğretildiği bize Çok küçük yaşta. istemsiz ve bilinçsizce.. Dayatıldı mecburiyet olarak adlandırılan yaptırım fikirler. El bebek gül bebek büyüttüğümüz onca kendi doğrularımızın, onca kendi çıkış kapılarımızın, gün geldi içine ettiler bir anda! Biz bu günleri görmek için büyümedik.. Bu günlere şahit tutulmak için yaşatılmadık onca bireysel sıkıntının, ona kimlik bunalımının içinde. Kimse sormadı aslında gerçekten bize, ileride neler yapmak istiyorsun diye. Hiç bir kimse masa başında saatleri sayarak uyuşmak, sevmediği işleri yaparak mutsuz olmak, günün sonunda stresten kavrularak eve dönüp televizyon başında uyuklamak ve ertesi gün yeniden saat 8’de iş başı yaparak insanlığını unutmak istemedi.. Hiç bir kimse tatilleri “hayatta kalabilmek için camı kırınız” seçeneği olarak görmek istemez oysa.. Kimse hayatının bir sonraki kıyısında nerede yüzeceğini kestirememek, hangi sularda boğuşurken can alacağını bilememek istemez.. “ mutsuz olsan da sus! yeter ki toplum tarafından onaylanan bir işin ve aile hayatın olsun, gerisi çok ta önemli değil ” diyerek tohumlanan bir yaşamda; tekdüze ve niteliksiz, zevksiz hayatlara bilerek itildik. Bilerek yerleştirildik tektip hayatlara ve ardından sürüklenen inkarı ve intiharı bol gelen konuşmalara.. Yapay zaman geçiştirmelerle sürüklenerek, içimizi boşaltmaya çalıştıklarına tanık olarak, nasıl da kayıp gitmemize izin verildi zamanda.. Nasılda tetiklendi bir sonraki güne adımlar, ama aslında gizliden gizliye içimizde beslediğimiz intikam olgusuyla.. Oysa.. ertesi gün yeni bir hayata başlama düşüncesi artık klişe bir sendrom olmaktan çıkmalı bu bünyelerde. Ertesi günler tazelenilecek yeni yaşam alanları, şükredilecek oksijenler, gülümsetecek diğer kişiler, ve gelişecek, büyümesine olanak verilecek ruhlar olmalı. Ruhlar büyümeli, büyümeli ki bir sonraki yaşam alanlarına daha kolay zıplayabilsinler. Bir de ağlasa herkez salya sümük keşke ağlasa ve kussa o anlara dair ne var ne yoksa.. Kanadıkça yaraları, kanadıkça gözleri zehrin aktığını bilseler.. Kanatlansa böylece bedenler, özgürleşse ve yeni bir güne gülümseyerek başlasa.. Ortaokulda o en gıcık olduklarımızın bizimle dalga geçtikleri “dört göz” sıfatı, gerçek olsa şimdi keşke ve herkez açıp gözünü dört göz olsa birden. Görse hayatın o ancak birkaç kez kapıyı çalan yüzünü. Hayatın istendikçe birçok kez gülümseten yüzünü. Ama sadece istedikçe.. Sadece kendine inandıkça.. İstedikten sonra yapılamayacak hiçbir şey yok. O halde hatırlayalım! Çünkü hayat gerçek anlamda sadece bir kez hatırlanıyor..
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © melis balcılar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |