"Yumuşak olma ezilirsin, sert olma kırılırsın." -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
1. Tablet Deniz seviyesinin bile altındaki bu şehir yazan, çizen, üreten insanlarla olduğu kadar, çalan, çırpan, tüketen insanlarla da doluydu. Bense ölmekten başka yapacak hiçbir şey kalmadığından emindim. Ne var ki bu bilgi o kadar acıydı ki çiğneyip, sindirip, sıçamıyordum kendisini bir türlü. Adeta geviş getirir olmuştum kendi kendimi öldürmek düşüncesini. Ama elbette ki bir sebebi vardı bunun, yani benim intihar fikrine sıcak bakmakla birlikte, sıcak baktığım bu fikri hayata geçirmek hususunda yaşadığım felç hâlinin. Nedendir bilinmez, bu yıllardır böyle sürüp gidiyordu. Ben hep bir takım şeylerin fikirlerine sıcak bakıyor ve/fakat iş bu fikirleri hayata geçirmeye gelince söz konusu eylemle arama derecelerle ölçülemeyecek, soğuk kelimesinin tanımlamakta yetersiz kalacağı bir soğukluk koyuyordum. Bu muazzam soğukluk varlığımın o kadar derinlerine nüfuz edegelmişti ki, neredeyse kan damarlarımda donup akmaz olacak ve ben fikri hayata geçirmesem de fikir, yani intihar fikri kendi kendini hayatıma geçirip beni yavaş bir ölümün kölesi kılacaktı, ki nitekim kılmaktaydı da zaten işte. Peki ama neydi beni bu biçare hale düşüren? Parasızlık mı? Parasız olduğum doğruydu. O kadar ki, son üç gündür sadece patates yemiştim. Yalnızlık mı? Yalnız olduğum da doğruydu, zira insanlarla ilişkilerim maddi alışverişlerde gereken diyaloglardan öteye gitmiyordu. Tamamen yalnız ve bununla birlikte kendimden de bir o kadar uzaktım. Yani bizzat ben kendim bile dışımdaydım kendimin, kendimin ki bir hiçliğin dünyamıza yansımasıyla zuhur eden bir yanılsamadan başka bir şey değildi gelinen noktada. Amsterdam’ın havasından, suyundan, enleminden, boylamından olabilir miydi acaba bu melankolik ruh hali? Ne de olsa Van Gogh da bu diyarlarda kesmişti kulağını. Yeri gelmişken hemen belirteyim, dört metrekarelik odamı barındıran bu evin hemen yanındaki duvarda Van Gogh’un oto-portresinden dönme bir afiş var. Yarısını yırtmışlar, kimisi başına saç yapmış, kimisi gözüne gözlük takmış, Van Gogh öyle bakıyor kendi çizdiği oto-portreden, aklında iki soru: “Mezarımda bile huzur bulamayacak mıyım ben? Nedir benim çektiğim ressamlığım yüzünden bu insanlıktan?” Afişin sebebi ise geçtiğimiz haftanın Van Gogh haftası olması. Van Gogh haftaya damgasını vuramasa da portresini Amsterdam’ın duvarlarında görmek nedense terapötik bir etki yarattı bende. Kim bilir, belki de Van Gogh’un da buralarda yaşadığını bu sefer farklı bir biçimde anımsayarak ona duyduğum empati özdeşleşmeye dönüştü. Lâkin elbette ki bu özdeşleşme kulak kesme noktasına varmayacak bende, bilâkis Van Gogh bunu daha önce yapmış olduğu ve ben bunu ilk duyduğumda irkilmiş bulunduğum için her ne olursa olsun kulak kesmenin doğru olmayacağını biliyorum. Van Gogh kulak kesme eylemini hayata geçirerek akıl-içi ve akıl-dışı arasındaki sınırı çizmiş oluyor böylece. Tabii eğer bu ikisi zaten iç içedir diyorsanız durmayın, buyurun kesin kulaklarınızı ta en diplerinden siz de. 2. Tablet Burada havalar o kadar soğudu ki envai çeşit aktivitenin bulunduğu bu şehrin sokakları bile bomboş şimdi. Gelen turistlerse başlarını sokacak bir yer bulup yanlışlıkla çıktıkları bu tatilin hesabını soruyorlar kendilerine, thc kanlarını mesken tuttukça kendine. İşin ilginç yanı sokakların boşluğunun bende bir memnuniyet yaratıyor olması. Sanki kimse dışarıda olmayınca benim içeride olmamın herkes dışarıda olunduğu halde benim içeride olmamdan farkı varmış gibi. İnsanlar soğuk olduğu için çıkmıyor sokağa, bense insan olmadığı için çıkıyorum aynı sokağa. Aynı sokakta bir Çin restoranı, bir berber, bir coffeeshop, bir iletişim dükkânı, bir-iki pub, bir-iki biftek restoranı, bir burger-bar, bir elbise mağazası ve az önce de belirtildiği üzere Van Gogh’un oto-portresinin asılı olduğu bir duvar var. O duvarda başka posterler de var. Benimse yapacak pek bir şey kalmadığının kesinlik kazandığı noktada olduğum artık su götürmez bir gerçek halini almıştır. Gelinen nokta öyle bir noktadır ki bu noktanın ne ilerisine ne de gerisine gitmek mümkündür. İleriye ve geriye gitmenin imkânsız hale geldiği bir durum söz konusudur anlaşılan. Hareket etmek namümkündür evet, lâkin bu orada durmanın mümkün olduğu anlamına gelmemelidir, ki nitekim gelmemektedir de zaten. Orada durmak da, en az orayı terk etmek kadar imkânsızdır. Belli ki imkânsızlıklarla çevrilidir bu öznenin varlığı, o kadar ki neredeyse bunu söylemeye bile gerek yoktur, ama gerek olmadığı halde söylenmiştir bu. Biri bu meçhul öznenin durağanlığa hapsolduğunu dillendirmek ihtiyacı duymuş ve bu ihtiyacı karşılamak yönünde eyleme girişerek söz konusu bariz hakikati dil vasıtasıyla kitleye aktarmıştır. Eğer böyle bir oluşa herhangi bir varoluş biçimini temsil yetkisi vermeye ve söz konusu özneye varlık sıfatını yakıştırmaya cüret, ona bu sıfatı lâyık görmeye teşebbüs edecek bir kendinibilmez çıkmasaydı her şey çok farklı olabilirdi, olacaktı da zaten, ama olmadı. Peki neden? Zira ben işte o kendinibilmez olarak bir anda ortaya çıktım ve imkânsızlıklarla çevrili, şimdiki zamanla geniş zaman arasına hapsolmuş, ne geçmişe, ne geleceğe, ne ileriye, ne de geriye gidebilen bu biçare düşmüş öznenin kendini içinde bulduğu duruma yazıyla müdahale ettim. 3. Tablet Ölümün kol gezdiği bu sokaklarda yürürken aklımdan geçen korkunç düşünceleri kendimle bile paylaşmaktan acizim. Kim bilir başıma neler gelirdi kendimi içinde bulduğum bu dünyanın kendini anlamlı kılabilmek için dışladıklarını deşifre etseydim. Meselâ acaba yazmak bir kaçış mı, şeklinde bir soru sorsa ve bu soruyu, kişi kimden kaçabilir ki yazarak kendinden başka, diye bir diğer soruyla yanıtlasaydım... Kâğıda dökülenden önce, işte kişinin içinde bir şey var mı ki kişi yazmak suretiyle o şeyden kaçacak diye de ekleseydim... Tüm bunları yazmış olmamın yapsaydımlarımı anlamsız kıldığının bilinciyle iş başındayım şimdi. Çalıştığım yerde telefonlar çalışmıyor. Çok önemli bir görüşme yapması gerektiğini iddia eden sabırsız müşteriye bunun öyle çok da olağan dışı bir durum olmadığını, mevzunun bir önceki gece dünyadaki tüm televizyon ekranlarının bir anda bilinmeyen bir sebepten ötürü sonsuz bir beyazlık dışında hiçbir şey göstermemesiyle bir ilgisi olmadığını, telefonların bazen güm boyunca çalışmadığını, bırakın Tanrı’ya olan inancımızı yitirmeyi, O’na şükran çekmemiz gerektiğini, zira o bilinmez kuvvettin telefon mekanizmasına dokunmadığını söylüyorum. Ama o dinlemiyor, tutturuyor ille konuya el at ve bu sorunu çöz, diye. Bilemiyorum, diyorum ona, elimden neyin gelebileceğini bilemiyorum. Sistemi kapatıp tekrar açıyorum ama bir netice alınamıyor. Telefonlar çalışmıyor. Güne bu derece kötü bir başlangıcı sokaktan geçen bir delinin hiç tanımadığı insanlara bağıra bağıra anlamsız şeyler söylemesi izliyor, gülenler olduğu gibi tedirgin olanlar da oluyor. Herkesin bir şey olmaya çalıştığı dünyamızda bir hiç olmaya çalışan kişilerin varlığı göze çarpıyor, çarpılan göz kör olmasa da olanı olduğu gibi göremez hale geliyor. Görülenin belirlediği bir görene dönüşen özne işte böylece nesne oluyor. Nesneler öznelere, özneler nesnelere dönüşüyor. Sonra ekran mekanizması ortadan kalkıyor ve nesneleşmiş öznelerin eline tekrar özne olmak fırsatı geçiyor. Lâkin insanın bir nesne olarak herhangi bir eyleme veya söyleme girişmesi namümkün olduğu için yaşamla ölüm rolleri değişiyor. Ortaya çıkan kısır döngünün kırılması gerekiyor ve bunu yapmanın tek yolu ölümsüzlük düşüncesini hayata geçirmek olarak karşımızda duruyor. Bir ölümsüzün gözleriyle görülen ölümlüler dünyasının portresi ise ancak dünyadaki tüm ekranların beyaza bürünmesiyle ortaya çıkan trajikomik durumun ironik bir dil vasıtasıyla anlatılmasıyla çizilebiliyor. Belli ki insanın tekrar özne olabilmesi için ölümlülüğünü unutup bir ölümsüz haline gelmesi gerekmektedir. Yaşam ölüme, ölümse yaşama dönüştükten sonra ölümün tekrar ölüme ve yaşamın da tekrar yaşama dönüşüp dönüşemeyeceği meselesidir burada söz konusu olan. Eğer ölümün yaşama dönüşebilmek gibi bir kabiliyeti varsa bu yeniden doğuş mümkündür anlamına gelecektir. Ama yeniden doğan özne artık bir ölümlü değil, bir ölümsüz olacaktır, çünkü ancak bir ölümsüz yeniden doğabilir. Burada bahse konu edilen ölümlerin psişik ölümler, doğumların ise psişik doğumlar olduğunu ise bilmiyorum söylemeye gerek var mı, ama gene de söylüyorum işte, belki vardır diye. 4. Tablet Son üç gündür sadece kuru ekmek yemekteyim. Hatta üçüncü güne gelindiğinde, yani bugün, ekmekler küflenmiştir ve küflerini ayıklayıp yemişimdir. O derece nahoş bir durumdayım yani. Şikayetçi değilim fakat halimden. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözünü içime sindirip bünyemden dışlayalı çok oldu. İnsanları affetmeyi öğrendiğimden beridir sıhhatin manasına daha bir aşina oldum sanki. Şimdi benim içinde yaşadığım bu tarihi ev yansa, üç günlük otel parasına uçak bileti alıp Kıbrıs’a mı dönerim, yoksa ucuz bir barınak bulana kadar 32 € geceliği bir otele mi sığınırım? Konumuzla alâkası yazı bittiğinde anlaşılacak şu cümleler bu soruyu yanıtlamamızı kolaylaştırır niteliktedir: “İçinde yaşadığım tarihi ev derken” sanmayın ki dev bir ortaçağ şatosunda yaşıyorum, bilâkis burada son derece eski, sağı solu dökülen, ikinci dünya savaşından sonra tamir-tadilat yolunda el temasına pek maruz kalmamış, muslukları açılıp kapanmayan, soğuk-sıcak su ayarı bozuk, içinde farelerin ve envai çeşit haşaratın fink attığı, kim bilir, belki de eskiden fuhuş yuvası olarak kullanılan, Amsterdam’ın merkezindeki konumuyla haftanın yedi günü, yirmi dört saat hiç durmaksızın insan, hayvan, obje seslerinin yankılandığı daracık bir sokakta konumlanmış bu ucube yapıdan söz ediyorum, ki aslında Türkçe’de öyle bir kullanım hata olarak nitelendirilebilecek olsa da, “bu ucube yapıyı söz ediyor, sözden yapı, yapıdan söz yapıyorum,” vebugibi dense daha anlamlı olacaktır bence. Yaşadığım evin karikatürize edilmiş hali böyle bir şey işte. Küçük odamın zor açılıp kapanan, açılınca açık kalması için altına tahta konması gereken dev pencereleriyle cebelleşerek yatıyorum her akşam ve tabii cebelleşerek kalkıyorum her sabah bu evde ben. Sokaktansa gene göstericiler geçiyor. Bu daracık sokaklar kim bilir nelere sahne olmaktadır şu anda. Benimse takatim kalmadı başımı kaldırıp camdan dışarı bakmaya bile. Duyduklarımla yetinmeyi seçtim son günlerde. Aklımın bir kısmıyla idare ediyorum işte. O kadar sıklaştı ki son haftalarda bu gösteriler, dışarıdan gelen gürültü ve patırtının şiddeti bile şaşırtmaya yetmiyor beni. Herkes her gün bir şeyleri protesto ediyor ve her ne hikmetse hep şiddetle sonuçlanıyor bu protesto eylemleri. Ya göstericiler girmemeleri gereken sokaklara giriyor, ya da polis gereğinden agresif davranıp bir dizi yıkıcı eylemin tetiklenmesine sebebiyet veriyor. Sonra bir kovalamacadır başlıyor Amsterdam denilen bu esrarengiz lâbirentin dehlizlerinde. Son günlerde güneş de doğmaz oldu. Bir karanlıktır çöktü kentin üstüne. Evin içinde fareler fink atıyor, kimsenin kılını kıpırdatıp muhatap olacak hali yok ama, zira zaman geçmek bilmiyor, bunun zamanın geçişiyle bir alâkası varsa da bilinmiyor. Anların birbirlerine eklemlenmesi beni muazzam bir can sıkıntısıyla boğuşmanın yollarını aramaya ve eğer mümkünse bulmaya sevk ediyor. Zaman geçtikçe ben sürüklendiğim bu yollarda karşıma çıkan engelleri neşeyle karşılamayı öğreniyorum. Lâkin bunları öğrenebilmek için neler neler çekiyorum. Hiçbir olanaksızlığın beni elimdeki olanakları görüp değerlendirmekten men etmemesine azami özen gösteriyorum. Görmeye ve göstermeye neden bu denli meraklı olduğumu ise hiç bilmiyorum. Bu yolda ilerlerken başıma gelen felâketler sayesinde gerçek hayata biraz daha yaklaştığımı hissediyorum ama çok geçmeden bunun bir yanılsama olduğunu anlıyorum. Çünkü söz konusu yolda ilerleme eylemini yazarak gerçekleştirdiğim için ve yazı yazmak bilinmeyen gerçekleri çarpıtmak suretiyle bilinir kılma eylemine verilen ad olduğundan ötürü aslında yazdıkça gerçek denilen hiçlikten uzaklaştığımı fark ediyorum. Kendimi kendime anlatırken takındığım ironik tavır beni çevresine yabancılaşmış bana yabancılaştırıyor. Yani ben ironiyi kendimi aşmak yolunda kullanarak yabancılaşmaya yabancılaşıyorum. Tabii tüm bunları yapabilmek için benim çevresine yabancılaşmış bir kişi olduğumu önceden var saymam gerekiyor. Zira zaman hakikaten de geçmiyor. Biz geçtiğini sanıp bu sanrıya hakikat muamelesi yapıyoruz. Bunun nedenini bile bilmiyor, can sıkıntısını alt etmek için zamanın geçtiğine inanmak istiyoruz. Olmuyor, saatler çalışmıyor. Hayat durmuştur adeta, belki dünya bile durur, artık dönmez olurdur. Zira ölüm gerçekten de her zaman ve her yerdedir belli ki. 5. Tablet Hayatın zorluklarıyla mücadelede yeni bir döneme girilir. Öyle bir dönemdir ki bu Boris bile şaşıyordur bu dönemin hayatımızda sağladığı açılımlar karşısında. Boris ev arkadaşım. Kendisinin tımarhaneden yeni çıkmış ve sosyal hayat karşısında ne yapacağını bilemez bir hali var. Bu arada aramıza adını henüz bilmediğim bir bayan katıldı. Patron Boris’in odasının yanındaki odayı verdi kıza. Bu ikisi en üst katta, yani üç buçukuncu katta kapı komşuluğu yapıyor şimdi. Pek komşuluk denemez aslında buna, zira birbirlerini görmemek için sadece ötekinin evde olmadığı zamanlarda çıkıyorlar odalarından. Benim kapı komşumsa Fransa’da şimdi. Tatile gitti sevgilisiyle. Onun da adını bilmiyorum; tek bildiğim bütçesine ek gelir sağlamak için arada sırada, kaliteli müşteri bulduğu zaman işte, fahişelik yapması. Takdirle karşılıyorum kendisini. Sessiz ve derinden yürütüyor işini. Pencere fahişeliği yapmak yerine bir fabrikada iş bulmuş kendine. Ne idüğü belirsiz turistlerle yatıp kalkmamak için iş arkadaşlarına veriyor para karşılığında. Yalnızlar diyarı Amsterdam’da seks yapmak suretiyle cinsel ihtiyaç gidermek o kadar kolay ki sevgili okur, insan istese de sürekli bir sevgili sahibi olamıyor. Herkes hep yalnız ve/fakat herkes sürekli sevişiyor. Bu derece yaman bir çelişki ise sen de takdir edersin ki insanın akıl sağlığını derinden etkiliyor, kalpte çarpıntıya sebep oluyor. Olmuyor yani sevgili okur, Amsterdam’da ilişki yürümüyor. Belki de bu yüzden sürekli değişiyor deniz seviyesinin altındaki bu şehrin sakinleri. Gelen bir-iki seneden sonra varoşlara göç ediyor. Tabii burada varoş derken Hollanda’nın kırsal kesimini kastettiğimi akılda tutmakta fayda var. Zira Hollanda zaten büyük bir şehir gibi adeta. Yer yer köyleşiyor gerçi ama ortaçağdan kalma köyleri andıran yerleşim birimlerinden arabayla on dakika uzaklıkta irili ufaklı modern yapılar çıkabiliyor insanın karşısına. Ülke deniz seviyesinin altında olduğu için mimari çok gelişmiş, inanılmaz boyutlara ulaşmış hatta. O kadar ki denizin içine kasabalar kurulur, şehirlerdeki eski binaların çürüyen temelleri binaları yıkmadan yenilenebilir olmuş. Bizim evimiz ise son derece eski. Temellerin ne durumda olduğunu tam olarak kestiremiyorum tabii, ama binanın en geç beş yıl içerisinde temellere kadar inen bir tadilattan geçirilmesi gerektiği su götürmez bir gerçek formunda zuhur ediyor her gün, onu biliyorum. Buna rağmen bu binada yaşıyorum. Geleceğin getireceklerine sonuna kadar açığım anlamına mı geliyor bu? Yoksa kaderime boyun mu eğiyorum yıkılmaya yüz tutmuş bu binada yaşamakla? Ne internet var, ne de televizyon. Cep telefonu var ama onun da kontörü yok. Aramak istiyorum herkesi, arayamıyorum kimseyi... Herkes beni kötü sanıyor. İyi olduğum söylenemez tabii ama tüm kötülüğün kaynağı olmadığım da bir gerçek. Organizma biçim değiştirir ya hayatta kalabilmek için, ben de işte öyle biçim olmasa da zaman, mekân ve kişilik değiştirmek durumunda hissediyordum kendimi hayatta kalabilmek için. Boris’in banyo-tuvalet kapısını eşiğine çivilemesinin üzerinden iki gün geçti. İki gündür evdeki herkes şu veya bu şekilde ve/fakat kesinlikle ev dışında gideriyor dışkılama, yıkanma, arınma ve daha başka ihtiyaçlarını. Kapının eşiğe çivilenmesi hadisesi ise şöyle zuhur etmiş olsun meselâ: Boris’in sesini duydum. Deli gibi bağırıyordu. Sonra ariayı çalıştırdı ve olan oldu. Lâfı uzatmaya ise hiç gerek yok. Sersem Boris birine sinirlendi ve tuvalet kapısını eşiğe çiviledi işte. Olayın detaylarına girmek bilmiyorum gerekli mi? 6. Tablet Sokaktan sürekli deliler geçiyordu. Ya da belki de onlar normaldi ve ben kendimi haddinden fazla normal gördüğüm için onları deli sanıyordum ve bu da beni yarı-deli yapıyordu. Tıbbın kitabına göre her şey oldukça açık ve netti, lâkin biz şimdi ölüler kitabındaydık ve işler hiç de diriler kitabına atılmış bir dip-nottan başka bir şey olmayan tıbbın kitabına göre yürümüyordu buralarda. Ölülerin kendilerini ölüler kitabında olduklarına inandırması ve bu inançla diriler kitabına geçmesi, yani bir başka deyişle dirilmesi gerekirdi. Bu diriliş için gerekli ilk şart ise artık bir ölü olduğunu kabullenebilmekti. Ölüler ancak ölü olduklarını kabullenirlerse dirilmeye muktedir olabilirlerdi. Ölüler kitabında olsak da bazı kurallar dilin yaşama dair olması gereği diriler kitabının gramerine göreydi. Gramerden gramere ise fark vardı. Sentaksı paramparça edecek bir dil gerekiyordu bana kendimi içinde bulduğum bu anlamsız rutinden kurtulabilmek için. Artık kesinlikle birinci tekil şahısta ve geçmiş, gelecek ve şimdiki zamanlar arasında sürekli gidip gelen bir zamanda yazacaktım ne yazacaksaydım. Baudelaire ve Rimbaud okuyacak, Fernando Pessoa ve William Shakespeare’i yad edecektim edebi işlerle uğraştığım, sevdaya hasret gecelerde. Polis helikopterleriyse boş durmayacak, dönüp duracaktı şehrin üzerinde. Sanki kötü bir şey olması kaçınılmazmış ya da her an kötü olan her şey patlak verebilirmiş gibi bir hava estirilmiş olacaktı zannedersem böylelikle. İşin içindeki bit yeniklerini saymaktan bitap düştüğüm günler gelecekti sonra ve şunları kaleme alacaktım kendimi içinde bulduğum duruma son derece kayıtsız bir kudretle: Dünyada gidecek yer kalmamıştı. Yer olsa bile bende o yere gidecek enerji kalmamıştı. Tek yapabileceğim içinde bulunduğum zaman ve mekân neresiyse oradan kaçmak için yazılması gerekenleri yazmaktı. Bitmek bilmez bir kaçışa hapsolmuştum belli ki. Kendimi içinde bulduğum bu durumdan çıkabilmek içinse bizzat benim tarafımdan yaratılması gereken bir açılım gerekiyordu. Öyle bir açılım olacaktı ki bu, benim çevremle girdiğim tüm ilişkiler yavaş yavaş düzelme gösterecekti bu açılım sayesinde. Yaklaşık on yıldır kişinin çevresiyle ilişkileri üzerine düşünmekten başka hiçbir şey yapmadığımı daha yeni kavrıyordum. Kişinin iç-dünyasıyla dış-dünyası arasındaki karmaşık ilişkiye o kadar takmıştım ki kafayı, artık tam olarak ne üzerine düşündüğümü bile unutmuştum. Düşünce süreçlerim hep beyaz bir duvara çarpıp paramparça oluyordu. Her sabah uyandığımda ise düşünce parçalarının bir önceki gece savruldukları yerde olmadığını görüyordum. İşte bu yüzden de her gün yeniden başlamak durumunda buluyordum kendimi toplum bağlamında düşünmeye. Dilin dışında düşünemeyeceğimize kâni kılmıştım kendimi uzunca bir süre, ama nafile... Çok geçmeden dilin hiçliği adlandırıp düşünceyi yaratan bir şey olduğunu yeniden idrak edecektim. “Kıbrıs neden acaba insanı parçalar halinde yazmaya sevk ediyordu?” diye sormakta buldum sonra çareyi. Fragmanların ötesine geçip, daha doğrusu parçalanmanın öncesine dönüp, durmaksızın akan, aktıkça oluşan bir düşünceydi bence bize gereken. Kıbrıs’ın aldığım eğitimi anlamsızlaştırmasına izin vermeyecektim. Oradaki yaşamın sığlığı karşısında yenilmeyecek, insanlara yaşama bakış biçimlerinin kendi mezarlarını kazdığını gösterecektim. Peki ama neden? Onları kendi hâllerine bırakıp kendi işime bakamaz mıydım? Bakamazdım tabii. Nasıl bakacaktım ki kendi işime, işim insanlara kendi aleyhlerinde söylemler dillendirip eylemler eylemekte olduklarını göstermekken? Ama onlara, basitçe, bakınız, siz kendi mezarınızı kazmaktasınız, diyemezdim; demesine derdim belki ama bunun bırakın olumlu bir etkisi olmasını, bilâkis ters etki yapmasıydı kuvvetle muhtemel olan. Nitekim Samuel Beckett bu konuda dedi ki, “insanlara köpek olduklarını söyleyerek hiçbir yere varamazsınız, ama onlara köpek muamelesi yaparsanız peşinizden gelirler.” Beckett’in sözüne katılıyorum, ama belki bir farkla; benim kimseyi peşimden sürüklemek gibi bir niyetim yok. Benim maksadım insanlara yaptıklarını düşündükleri şeyin tam tersini yapmakta olduklarını göstermek. Çok naif gelebilir size bu düşünceler. Ne kadar da masumâne göstermeye çalışıyor kendini, diye düşünebilirsiniz meselâ. Ama hemen belirteyim, masumiyet devrinin çoktan geçtiğine inanmakla beraber, samimiyetin hâlâ daha son derece gerekli olduğunu düşünüyorum ve belki de işte bu yüzden kendimi ölümlüler arasında sıkışıp kalmış bir ölümsüz olarak görüyorum. 7. Tablet Bir ölümsüz olduğumu anlamam aşağılık kompleksimi aşma çabalarımın bir ürünüdür denebilir aslında, ki nitekim işte denmiştir de zaten. Ama hemen altını çizeyim, benim ölümsüzlüğüm Romantikler’in ölümsüzlük anlayışından tamamen farklı. Şöyle; ben yaşamın sonsuzlukla çevrelendiği inancına sahip olmaktan ziyade sonsuzluğun yaşam denilen ölüm süreci tarafından çevrelendiği kanaatindeyim. Konuya açıklık getirecek olursam ise diyebilirim ki benim için her insan kendi içinde sonsuz yaşam olanakları barındırmakla beraber, sosyal hayat dediğimiz hapishane bu olanakların önüne set çekip insanı düşünüp yapabilecekleri son derece kısıtlı bir varlığa dönüştürür. Yani toplum denilen yığın, insan denilen varlığa akıldan yoksun bir hayvan muamelesi yaparak onu ölümlü bir mahluka dönüştürür. Doğrusunu söylemek gerekirse bu kanıya varmak son derece zor oldu benim için. Çünkü 21. Yüzyıl’da yaşayan bir insanın çıkıp da ben ölümsüzüm diyebilmesi için aklını yitirmiş olması gerekirdi, ki nitekim ben de ancak aklımı yitirdikten sonra buldum kendimde bir ölümsüz olduğumu dile getirebilecek cesareti. Lâkin hemen belirteyim, benim yitirdiğim akıl bir ölümlünün aklıydı. Yani bir ölümsüzün aklıyla bakıldığında insanlığın sağ duyusu diye nitelendirebileceğimiz illetin mağduru olan bir mahlûkatın aklından başka bir akıl değildi benim yitirdiğim akıl, ki insan aklının nelere kadir olduğunu bilen okuyucularımın takdir edeceği üzere öyle bir aklın muhafazasından ziyade yitirilmesinde fayda vardır. Nitekim söz konusu akıl yitirilmiş ve bu yitirişin faydaları da çok geçmeden görülmüştür tarafımdan. İşte mevcut sosyal yapının perspektifinden bakılınca akıldan yoksun bir ölümlü olarak görülen, ama aslında toplumdışı bir ölümsüz olarak sürdürdüğüm yaşam, tüm engelleme girişimlerine rağmen böyle, yani bu yitirişle başladı. Mevcut düzen tarafından tahakküm altında tutulan insan hayatı o kadar çok olasılık barındırmaktadır ki bünyesinde, bu olasılıklar gayet rahatlıkla sonsuz olarak nitelendirilebilir. Sonsuzluk kavramı ise ezelden beridir düşünürlerin aklını kurcalamış bir sorundur. Pek çok düşünür sonsuzluk kavramını düşünülemez olarak nitelendirmiş ve tıpkı aşağılık kompleksiyle üstünlük kompleksi arasındaki derin ve karmaşık ilişki üzerine düşünmeyi kişisel sebeplerden ötürü bir tarafa bırakan psikanalistler gibi söz konusu düşünürler söz konusu kavramı hapsolduğu çağdışı düşüncelerden kurtarıp yeniden ele almak ve yeni bir anlamla donatmak yerine, doğrudan düşünmek eyleminin kendisini bir tarafa bırakmıştır. Belli ki sonsuzlukla karşı karşıya kalan beyin felç olma riskiyle karşı karşıya kalabilmektedir. Beyin felç olunca düşüncenin iflâs etmesininse kaçınılmaz olacağını ise bilmiyoruz bu raddeden sonra söylemeye gerek var mıdır, ama gene de söylüyoruz işte, belki vardır diye. 8. Tablet “Neyse o, yani tam da bir kurbandan başka bir şey, bir ölüm-için- varlıktan başka bir şey ve dolayısıyla ölümlü bir varlıktan başka bir şey. Bir ölümsüz! İnsanın başına gelebilecek en kötü durumlar, O kendini hayatın karmakarışık ve zorbaca akışı içinde ayrı bir yere koyabildiği sürece, onun böyle olduğunu, yani ölümsüz olduğunu gösterir. İnsanın herhangi bir veçhesini düşünmek için, bu ilkeden yola çıkmamız gerekir. İnsan hakları varsa da, bunlar kesinlikle hayatın ölüme karşı hakları ya da sefalete karşı hayatta kalmanın hakları değildir. Ölümsüz'ün kendi kendilerine dayanan haklarıdır ya da Sonsuz'un ıstırap ve ölüm denen olumsallığın üzerinde uygulanan haklarıdır. Sonuçta hepimizin ölecek olması, geride sadece tozun kalacak olması, İnsan'ın, koşulların onu maruz bırakabileceği hayvan-olma ayartısına karşı koyabilen biri olarak kendini olumladığı anda sahip olduğu ölümsüzlük kimliğini hiçbir surette değiştirmez.”(1) (1) Alain Badiou, Etik: Kötülük Kavrayışı Üzerine Bir Deneme, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Metis, 2004), 27-8 (c) Cengiz Erdem, Amsterdam, 2008.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Erdem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |