Bu kitap çok gerekli bir açığı dolduruyor. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
"Ah Kazım, ah Kazım" Karısı uyandırmaya korktu çekindi. Ters adamdı Durmuş ağa. Bu Kazım ismini çok duymuştu karısı. Arada sırada bu ismi hep sayıklardı. Karısı bu ismi hep merak etmişti. Düşünmüştü karısı: "Mutlaka bizim beyin asker arkadaşıdır." Yoksa köyde bir tek kambur Kazım vardı. Üstelik Durmuş ağanın en nefret ettiği adamdı Kazım. Rüyasında Beyoğlu sokaklarında dolaşıyordu. Her sene ürününü İstanbul'a satmaya götürür, aldığı paranın çoğunu da pavyonlarda yerdi. Alemci adamdı Durmuş ağa. Karı, kız, travesti peşinde çok para yemişti. Bir de en son tanıştığı ve şimdiye kadar ilişkisi hala devam eden Muallayı görüyordu rüyasında. Durmuş ağa gönül vermişti Mualla'ya. Şehir karısı bir başkaydı. Köy karısı gibi değildi ki. Karısının bilmediği bir şey vardı. Mualla'nın gerçek olan ismiydi Kazım. Müthiş bir travestiydi. Durmuş ağa hala sayıklıyordu: "Ah Kazım, ah ulan Kazım" Durmuş'un karısı sonunda bağırdı: "Bey kalk bey, felaket geldi başımıza, felaket geldi kalk." Durmuş yatağından bir anda çekirge gibi zıpladı. "Lan garı ne bağırıyon lan ne oldu, ne oldu?" "Bizim Cabbar Kara Hatice'nin Nazlı'yı vurmuş, felaket bey, felaket, duruma bir çare bul. Bu namussuzları bilirsin, Cabbarıma bir fenalık yapmasınlar. Çabuk kalk bey." Kısa boylu fıçı gibi bir adamdı Durmuş ağa. Vücudunun en güzel tarafı badem bıyıklarıydı. Badem bıyığı titremeye başladı: "Deme lan, Allah belanı versin Cabbar. Başımızı yakıcan, hayvan oğlu hayvan, itoğlu it seni.. Nirde lan Cabbar çabuk söyle" "Ahır da bey, korkuyor zavallı oğlan, deme, elleme sakın, olan olmuş artık bir çare bul bey, kurbanın olayım Cabbarıma bir şey olmasın." Durmuş ağa giyinmeden, üzerinde atlet, pijama olduğu halde samanlığa doğru koştu. Diğer iki oğlu bekliyordu. Haykırıyordu: "Lan Cafer, lan Haydar, nirde Cabbar." İki oğlu da önüne bakarken, iki işaret parmağı ahırın önündeki kapıyı göstermişti. Durmuş ağa hışımla girdi kapıdan. Öfkeyle Cabbar'a baktı. Cabbar elindeki çakıyla bir ağaç dalını yontuyordu. Yirmi beş yaşında olmasına rağmen on beş yaşında ki bir çocuğun zekasına sahipti Cabbar. Zeka geriliği vardı. İri yarı şişman biriydi. Tombul suratlı, kırmızı pembe yanaklı adeta bir yumurcak çocuk gibiydi. Yine haykırdı: "Lan ne yaptın, niye vurdun ha ineği, hayvan!" Cabbar sıkılmıştı, utanmıştı, yalan söylemek istiyor ama bunu bir türlü beceremiyordu. İki omuzunu oynattı: "Hiç buba, bizim marulu yiyordu ama." "Lan hayvan, marul yüzünden hayvan mı vurulurmuş, hayvan oğlu hayvan." "Ama buba bizim marulları yiyordu işte." Durmuş ağa ellerini havaya kaldırdı. Tanrıya yakarıyor gibiydi: "Ya sabır, ya sabır yarabbim" diyordu. Cabbara bir şey demenin faydası yoktu, bunu biliyordu. Kapıdan çıktığında bağırdı: "Lan Cafer, lan Haydar tüfeklerinizi alın, fişeğinizi alın. Cafer koş emmine haber ver. Nöbetler şimdi iki saat olacak. Nöbete ilk sen başla Haydar, çevreyi her tarafı gözle. Hükümet, jandarma ya da Adanalı Celal, yahut Kara Hatice sakın yanaşmasın. Amanın dikkatli olun. Ben giyinip geliyorum." Köyde bu konuşmalar olurken Adanalı Celal odun kesmek için gittiği ormanda bir ağaçla uğraşıyordu. Ağaç sanki demirdi. İki saattir ağacı yere yıkamamıştı. Orman bekçisi ise bir ağacın arkasında saklandığı halde Celal’in yasa dışı kesim çalışmasını korku içerisinde izliyordu. Adanalı Celal işini bitirdikten sonra çıkardığı kerestelere sununda arabasına yükledi. Boyu posuyla, adeta bu kerestelerle bütünleşmişti. İki metreye yakın boyu, iri yapısıyla dev bir adam sayılırdı. Köye doğru yaklaşırken bir huzursuzluk hissetti. Pala bıyıklarını çekerken, beygiri de acımasızca kamçılıyordu. Havada ki pis kokuyu almıştı. Yıllarca hapis yatanlarda, çoğunlukla bu içgüdü hep vardı. İçini bir heyecan dalgası kapladı. Köyün girişinde ki köpekler arabayı görünce sağa sola kaçtı. Adanalı Celal'i tanırlardı. O aynı zamanda acımasız bir köpek katiliydi. Kaçan köpeklerin çoğu buna şahit olmuştu. Kaç tane sahipsiz başıboş köpek yakaladıysa, karnına dinamiti bağlar, fitili ateşler, köpeği de salardı. Köpek kaçarken patlama sesi duyulurdu. Köpeğin parçalanan etleri etrafa dağılırdı. Daha sonra da Celal'in kahkaları duyulurdu. Çok zevk alırdı bu işten, adeta hobisiydi. "Allah allah yahu, ortalıkta kimse yok, lan ne oldu acaba deprem mi oldu. Olsa hissederdim." diye düşünürken, evin önüne geldi. İçeri girdiğinde ise bir iki komşu kadın, aceleyle evden koşar adım çıktı. "Lan ne oluyor, garı mı hastalandı acaba" diye düşündü. İçeri girdiğinde gözlerine inanamadı. Hatice yere çökmüş silahı temizliyordu. Dinamit sandığı da yerde açık vaziyetteydi. İki tabanca, bir çifte, bir mavzer sökülmüş olduğu halde yerde seriliydi. Şaşkınlıkla sordu: "Hatice ne oluyor len, ne yapıyon he, kafayımı yedin oğlum, sen de bakim" Kara Haticenin suratı da gözleri de her yeri kararmıştı: "Ulan habarın yok mu hayvan. Nazlımızı vurmuşlar. Durmuş domuzunun piçi Cabbar tarlasında kıymış Nazlıma. Tez çabuk silah kuşan, önce hangisinden başlayalım. Ben derim önce Durmuş gavatından başlasak eyi olur." Adanalı Celal'in başından kaynar sular, belki de kaynar yağlar dökülmüştü. Baygınlık geçirecekken birden sendeledi. Dizinin üstüne çöktü. Gözünden iki koca yaş damlası belirdi. Koca dev adam sanki bir çocuk gibi olmuştu. Acı çekerken mırıldanıyordu: "Nazlım, Nazlım" İki kelime güçlükle ağzından çıkabildi. Tıkandı, konuşamadı. Bağırmak istiyordu fakat bağıramıyordu. Çıldırmamak için kendisini zor tutuyordu. Nazlının doğduğu gün aklına geldi. Köyün hatta ilçenin belki de vilayetin en güzel, en alımlı danasıydı. Şimdiye kadar kimse böyle bir dana görmemişti. Sapsarı tüyleri, hele masmavi gözleri köyden köye nam salmıştı. Belki de inekler yeryüzüne geldiğinden beri ilk kez böyle bir inek gelmişti. Soylu, safkan bir hayvan ve inekti. Nazlı inek işte böyle biriydi. Adanalı Celal'in gözünden bu anılar bir film fragmanı gibi canlandı. Korkunç bir çığlık attı. Bağırdı. Ses adeta bütün köyde yankılandı. Birçok evin camları titredi. Bu esnada camide namazını kılan birçok insan sesin korkusundan olacak ki namazı yarım bırakıp camiden kaçtı. Muhtar Adanalı Celalin evine doğru giderken, köy meydanında durdu. Etrafına baktığında, ne bir insan, ne de hayvan görebildi. Ortada kimseler yoktu. Köy sanki yıllar önce terk edilmişti. Kirli sakalını karıştırırken bir eliyle de kasketini çıkartarak, yarım kel olan kafasını da kaşıdı. Düşünüyordu: "Herkes haberi almış, namussuzlar, hergele deyyuslar. Bu nasıl insanlık, kimse elini taşın altına sokmak istemiyor. Büyük ihtimaldir ki şimdi herkes ellerini karılarının bacak arasına koymuştur. Ulan ne bok yiyeyim ben şimdi. Ulan Adanalı, Durmuş'un piçleri. Başıma ne işler saldınız" "Muhtar emmi, muhtar emmi ben de seni arıyordum." Arkasını döndüğünde çobanı gördü. Çoban titreyerek, korku ile karışık gülümsüyordu: "Muhtar emmi jandarma seni çağırıyor. Kumandan seni istiyor, olay yerinde bekliyor. Şey yani Nazlı'nın başındalar." dedi. Muhtar çobana hırsla, kin ve nefretle baktı. Bir şey söylemek istedi en azından. Sağlam bir kaç küfür, arkasından da sağlam bir kaç tekme ve yumruk sallamayı istemişti. Ama bunu daha sonraya ertelemenin uygun olacağını düşündü. Hızla yürümeye başladılar. Koşar adım, yangından kaçarcasına bazen yürüyerek, bazen koşarak tarlaya geldiler. Jandarma uzman çavuşu ve iki er ineğin başında bekliyordu. Heyecanla uzman çavuşa seslendi: "Kumandan bey beni istetmişsiniz, ben köyün muhtarıyım." Uzman çavuş muhtara küçümseyerek baktıktan sonra çömeldi. Nazlının kafasını oynattı. Ağzında yarım kalan marulu çıkartmaya çalışırken çok ciddi bir ses tonuyla başını kaldırıp sordu: "Muhtar efendi bu ineğin sahibi Adanalı Celalmiş doğru mu?" Muhtar kasketi elinde olduğu halde ağlamaklı bir ses tonuyla cevap verdi: "Evet doğrudur kumandanım. " Uzman Çavuş işinde çok uzmanmış gibi davranıyordu. İneğin etrafında döndü. Havaya, gökyüzüne doğru baktı. İki eliyle palaskasını yukarı çekti. Cebinden güneş gözlüklerini çıkarıp taktı: "Bu ineği vuranda Durmuş'un yakınlarından biri, büyük ihtimalle oğullarından birisiymiş, sen ne diyorsun muhtar?" "Vallahi bilmiyorum ama onun tarlası olduğuna göre onlardır herhalde. Ben ne bir şey gördüm ne de duydum." Muhtar'ın ayakları titriyordu. Uzman çavuş bu kez muhtarın üstüne doğru yürüdü. İki jandarma eri de kıpırdandı. Komutanlarına doğru dikkatle bakarlarken, muhtar ile çobana da hiç iyi bir gözle bakmıyorlardı. Muhtarın önünde durdu komutan. Güneş gözlüklerini yeniden çıkartıp muhtara sert bir çift gözle baktı.: "Bana bak muhtar efendi, bana üç maymunu oynama, bozuşuruz anlaştık mı?" diye sordu. Bakışları bir general gibiydi. Muhtar ile çoban korkudan adeta altlarına kaçıracaktı. Muhtar yalvaran bir sesle konuşuyordu: "Vallahi kumandan bey ne maymunu, haberim bile yok, ben hayatımda maymun filan görmedim yeminle söylüyorum." Uzman çavuş bu cevap üzerine gülümsedi. Elini muhtarın omuzuna koyarak bir arkadaş gezintisi yapar gibi muhtarı ineğin başına götürdü: "Muhtar efendi maymun dediğim gerçek maymun değil. Görmedim, duymadım, bilmiyorum felsefesi yapma bize yardımcı ol. Ahmet Astsubay beni gönderdi. Muhtar sana yardımcı olur dedi." Sonra da Nazlı ineğin kafasına bir postal darbesi vurdu. Yerde otururken bıyıklarını çekiyordu durmadan. Karşısında kayınçosu Çerkez Fahrettin de bağdaş kurmuş oturuyordu. Bıyık çekme yarışması vardı sanki. Ortalarında ise Hatice bir sağa bir sola meraklı gözlerle bakıyordu. Ne yapılacak, ne yapılmayacak soruları beynini kurcalıyordu. Çerkez Fahrettinin boyu posu da aynı Celal gibiydi. O da eski hapishaneciydi. Hatice ise meraktan çatlamak, patlamak üzereydi: "Eeee nedir böyle iki saattir düşünüp durursunuz. Nazlının kanı yerde kurumak üzere, sizde çıt yok. Faro ne yapsak, susma da konuş artık." "Vallahi ben derim sakin olalım, sabır gösterelim. Üçümüz de yıllarca mapus yattık, akıllı davranmak gerek, devir eski devir değildir." Çerkez Fahrettin de Adanalı Celal de bir daha hapishaneye dönmek istemiyordu. İkisi de ofluyor, pufluyordu. Hissetti Hatice, kocası da abisi de korkuyordu. Hırsla bağırdı: "İkiniz de tavşan yürekli olmuşsunuz da habarım yok. Ne oldu koca Celal'e, koca Fahrettine he, yazıklar olsun. Anlaşıldı, bu işi ben temizleyeceğim. Çocuklara da siz analık yaparsınız. Size de anca bu yaraşır zaten. Nazlımın yanını yerde koymam ah, oh, of" diye inledi. Bu hareket tarzı konuşmaya Celal de Faro da kızmıştı.Adanalı Celal öfkelendi: "Lan garı azıtma gene düşünüyoruz, bir şeyler yapılacak elbette. Bir yolunu yordamını bulmaya çalışıyoruz" Kızkardeşine öfkeyle baktı Çerkez: "Hatçe sen anlaşılan altı sene yatmakla aklını başına almamışsın. Hadi vurdun Durmuş'u, vurdun Cabbar'ı diyelim ki yetmedi. Cafer'i de vurdun yetmedi Haydar'ı da vurdun. Sonra sonra ne olacak he? Nazlı geri mi gelecek, sonra hükümet madalya mı takacak. Söyle kız söyle." Çerkezin sonunda çerkez damarı patlamıştı: "Hakim soracak niye vurdun diye, ne diyecen. İneğimi vurdular onun için mi vurdum diyecen. Tövbe estağfurullah tövbe. Tövbe ki tövbe. Alacan müebbet hapis. Ondan sonra nah görürsün bir daha inek de tavuk da ot da.. Beton duvarlardan başka ne görecen lan!" diye haykırdı. Adanalı Celal Fahrettinin anlattıklarını dinliyor, ona fazlasıyla hak veriyordu. Aynısını o da düşünüyordu. Fakat insanlar ne der, köylü ne der, boyun bükmek olur muydu, herkes bir şey bekliyordu. Dedikodu olurdu, Celal etek giydi derlerdi. Karşılık vermek gerekirdi ama nasıl, nasıl. Bunları kendine soruyordu. Abisinin bu cevabına ve sorularına karşılık verdi Hatice: "Kim diyor ki hapse gireceğiz. Daha çıkarız, orada yaşarız, kimse bizi bulamaz he." "Ya sabır, o garı aklınlan neler de bilirsin sen. Senin dünyadan haberin var mı? Hangi devirdeyiz, İsmet Paşa mı var başımızda zannediyon. Candarma artık katırlan mı dolaşıyor zannediyon, helikopterleri var. İğnenin deliğine girsen bulmayacaklarını mı zannediyon. Gazeteler, televizyonlar basbas bağırıyor, yazıyor, Avrupa birliği diye. Ne oldu dedemiz Çerkez Ethem'e, İsmet Paşa onu toz etmedi mi? Onların yapamadığını biz üçümüz mü yapacağız. Hem de bir inek yüzünden. Tövbe ki tövbe, tövbe ki tövbe yahu."
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |