"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Kötü insanları tanışmıştı bu beş yılda. Çıkarcı, iki yüzlü, kıskanç, münafık insanlardı bunlar. İyiler yok muydu? Vardı ama sayıları o kadar azdı ki. İşe başlamasıyla huzursuzluk, mutsuzluk, bunalım da başlamıştı Suat için. Müdürü kötü davranıyordu. Diğer mesai arkadaşlarıyla da arası pek iyi değildi. Yalnız kalmıştı dairede. İçe dönük kişiliği de etkendi bu yalnızlıkta. Maddi sorunu yoktu, maaşa bağlanmıştı ama bu mutlu olmasına yetmiyordu. Para mutluluk getirmiyordu ne yazık ki. Hem mahrum bir ortamda para neye yarardı ki? İşe başladıktan birkaç ay sonra askerliğini yapmak üzere ayrıldı kasabadan Suat. İki yıl sonra tekrar kürkçü dükkanına, kasabasına döndü. En çok annesi üzülüyordu Suat’a. Sık sık mektuplaşıyordu annesiyle. “Dayan oğlum, tayinini yapacağız , sabret, kendini üzme !”” diyordu oğluna mektuplarında. Tayini olmadı Suat’ın. Daha doğrusu tayinini yapacak “adamı” yoktu. Bunalımlı günler devam ediyordu. Akşamları içkiyle kendini avutuyordu, tek katlı toprak evde ve kimsesiz bir vaziyette. Şiiri çok seviyordu. Şiir kitapları, edebiyat dergileri getirtiyordu büyük şehirlerden posta ödemesi yoluyla. İntihar eden şairler ilgisini çekiyordu. Paul Celan, Mayakovski ,Sylvia Plath, İlhami Çiçek, Nilgün Marmara. İlhami Çiçeği beğeniyordu en çok. Yirmi dokuz yaşında bir bunalım sonucu genç yaşında ölüme atlayan şairin şiirlerini defalarca okuyordu. Şairin Satranç Dersleri şiirini çok seviyordu. Kendisi de satranca meraklıydı. “Uzun bir nehirdir satranç” diye başlıyordu şiir .”Evet ilk aşk gibi bir şeydir ilk açılış/ Artık dönüş yoktur/ Kuşku bağışlanmasa da/ Tedirginlik doğal sayılabilir/ Ancak/ Yürümenin dışında bütün eylemlerin adı/ Kaçış kaçış kaçıştır” dizelerini keyif alarak okuyordu. Tayini çıkmıyordu, yalnızdı, huzursuzdu. Ailesinin baskısıyla evlenmeye karar verdi. Eşi, memleketinden kopup bu mahrum kasabaya gelmeye çekiniyordu. Hiç tanımadığı insanlar, farklı bir kültür, aşırı sıcaklar vs.vs. Eşi lojmana çıkmamış düğün yapmamak ve en kısa zamanda Suat’ın tayinini memleketine yaptırmak şartlarıyla evliliğe evet demişti. Suat, işe başladıktan üç yıl sonra lojmana taşındı ve memleketinde düğününü yaptı. Daha sonra eşini ilçeye getirdi. Evlilik de Suat’ı mutlu etmeğe yetmemiş aksine eşinin de huzurunu bozmuştu. Tayinini yaptıramamıştı Suat. Bu nedenle sık sık tartışmalar başlamıştı eşiyle arasında. Evliliklerinden bir yıl sonra bir oğulları oldu çiftin. Eşinin annesi bebeği için yardımcı olmaya geldi birkaç hafta ilçeye. Daha sonra bebeğe memleketlerinde daha iyi bakılacağı kararına varıldı. Suat, eşini, kayınvaldesini ve “Altay” adını verdiği bebeğini bir ilkbahar günü memleketlerine yolcu etti. Günler çok daha zor geçiyordu Suat için. Yemekten içmekten kesilmişti. İçki ve şiir en yakın dostlarıydı. İlhami Çiçek’in dizeleri ona ilaç gibi geliyordu: “Irmaklardan alanlara taşındın/ Yalnızsın/ Bir tür ormansın kaf dağına senden geçiliyor/ Kucağında en yanık leylaklardan bir deste/ Gencecik aşk ağrıların/…Özlü ekmeğini doğanın/ Emekle yoğuran kadınlar gördün/ Ovaların uğuldayan sıcaklığında gelincik gibi/ Bir o yana bir bu yana/ Çapa sallayan/ Büyüdün güzle donanık anne/ İşte göçmüş omuzları babanın/ Almış başını gidiyor zulmün kervanı/ Yılmadın usanmadın aldanmadın/ Ellerin kalkan gibi yüreğinin üstünde/ Bir cinnete savaş açtın”. Tam da kendisini anlatıyordu Şair. Sanki kendisini görmüş de bu şiiri yazmıştı. Duyguların özdeşleşmesi buydu işte. Bir cinnete savaş açabilecek miydi? İşte orası belli değildi. Yaşı yirmi dokuzdu artık. Nilgün Marmara’nın, İlhami Çiçek’in öldüğü yaşlar. Yirmi dokuz yaşına bastıktan sonra kendisini daha kötü, daha çaresiz, daha yalnız hissediyordu. Hayatını, duygularını özdeşleştirdiği İlhami Çiçek’in sonu gibi mi olacaktı kendi sonu? Yirmi dokuz yaş sendromu muydu bu? Otuzuna varabilecek miydi? Cevaplayamadığı sorular beynini işgal ediyor bir türlü bırakmıyordu. Aklını işine veremiyordu artık. Hayallere dalıyor, dünyayla ilişkisini kesiyordu. Gözlerinin önüne bazen annesi, çoğu zaman da oğlu Altay görünüyordu. İkisini de çok özlemişti. Geceleri içkinin verdiği çakırkeyiflikle bir nebze rahatladığına inanıyordu. Sıcak bir sonbahar gecesi çift kasetçalarlı müzik setini sabah namazı vaktine ayarladı ve başını yastığa koydu. O zamanların(80’lerin ikinci yarısı) popüler müzik grubu Modern Talking’in hızlı ritimli pop parçasıyla gözlerinin açtı. Uyku tutmamıştı. Başı ağrıdan zonkluyordu. Arkasından sabah ezanı okundu yakındaki camiden. Kalktı dört rekat sabah namazını kıldı. Dairenin bitişiğindeki lojmanından çıktı, yürümeye başladı. İlçenin sınıra yakın mahallesine doğru yürümeye başladı. Asfalttan ayrılıp tozlu yollara saptı. Yol kenarındaki yeşillenmiş pis su kokusu burnunu rahatsız etti. Yüzünü buruşturup yürümeye devam etti. Tahtda (serin olsun diye ev dışına kurulan ayakları yüksek karyola) entarisiyle uyuyan bir genç gözüne ilişti. Adam, entarisi sıyrılmış , bacakları katlanmış vaziyette tatlı tatlı uyukluyordu. Bir kaç köpek de toprak bir evin duvarında kıvrılmış, uyuyorlardı.”- Ne tatlı uyuyorlar” diye iç geçirdi. İlçenin en yüksek binası olacak olan inşaatın önünde durdu, en üst kata doğru göz gezdirdi. Ağır, ağır merdivenleri çıkmaya başladı. En üst kat merdiveninin başında iri bir fareyle göz göze geldiler. Hoşlanmıyordu fareden. Durdu yerden bir taş aldı. Taşı atamadan fare gözden kayboldu. En üst kata varmıştı. Ufka doğru baktı. Gün yeni yeni ağarıyordu. Gözlerinin önünde uçsuz bucaksız ova duruyordu. Uzaktaki pamuk ekili tarlalar beyaza bürünmüştü. Arkasına döndü. Sınırdaki tel örgülere, tren yolu hattına, sınır karakoluna uzun uzun baktı. Tekrar geri döndü. Boşluğa doğru ağır ağır yaklaştı. Bir metre kadar kala doğru durdu. Yüzünü gökyüzüne çevirdi. Nilgün Marmara’nın dizeleri geldi aklına:”Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin/ Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi…/ Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,/ Kalıvermeliyim öylece kaskatı! Hayatının hamlesini yapacaktı birazdan. Uzun bir nefes aldı önce, sonra boşluğa biraz daha yaklaştı. Gözünün önünde annesi beliriverdi. Yere oturmuş bembeyaz saçlarını tarıyor, gülümsüyordu. Oğlu Altay babaannesinin dizlerine kafasını koymuş yeşil gözleriyle babasına bakıyordu. Boşluğa doğru başını uzattı ama kendisini tutan bir güç vardı sanki geriye doğru çeken. Kendini ileriye değil geriye doğru sertçe bırakıverdi. Gökyüzüne doğru bakakaldı. Kalktı, ağır ağır merdivenden indi. Bir cinnete savaş açacaktı, başka yol yoktu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © erhan bayraktutan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |