Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Uzun uzun iş kuyrukları, emekli kuyrukları, hastane kuyrukları, halk ekmeği kuyrukları... bunların yer aldığı bir semtte, sanıyorum ki; mutluluktan pek söz edildiği söylenilemez! Oysaki adil yaklaşırsak, bazen fakir semtler, çalışmış eller, yorgun vücutlar, yarı kapalı gözler belkide daha fazla mutludur, insanlar hayatlarını kötü yaşadıkları için olsa ki yüzlerinde bir asıklık görülür, sanki yeni açılmış hazır yemekler gibi bir ekşime vardır, bakarsanız aslında onlar sadece pencere arkasında bitik bir hayat yaşamazlar. Nereden mi biliyorum? Kendimden canım! Anlatacağımız bu öykü, kurgusal olabilir, yazarın kendi yarattığı bir dünya olabilir ama Tanrı yazara öyle bir hayat vermiş olsa ki yazarda yarattığı karaktere böyle bir hayat yüklemiş olsa gerek, yazarda kendi dünyasını, gerçek dünyayı yansıtacak şekilde ayarlamış olsa gerek. Abartı olabilir belki ama olsun, biz bir şeyler yazmak, sizde yaklaşık bir saatinizi geçirmek istiyorsunuz, o halde ne yazarsak yazalım buraya pek bir kısıtlama gereği ihtiyaç duyulmasa gerek. Perşembe ile vurduk mürekkebi öykümüzün başlığına, işte bir perşembe akşamı, perşembe perişan demişler bir yerde, kim demiş böyle bir efsane? Bilemem. Ama Orhan bey için perşembeleri pek bir önemlidir. Perşembe, her perşembe aynı yeşil vadinin altına gider, insanları izler işten çıkan, kuyruklara bakar hastaneden dışarı saçan, Orhan bey dertlenir, gözleri yaşlanır, elleri, son baharda solmuş yaprağın rüzgarla teması gibi hafif bir titreme alır ki, bunu çay bardağının içinde içten başlayıp etrafa yayılan dalgalar belli eder. Üç şeker atar, eski günleri hatırlatır bu ona, burada bir şey aramayın, bu Orhan beyin her perşembe yaptığı hacettir, bizi ilgilendiren Orhan beyin iç dünyası, hatıraları, fakirliği, neydi ne oldu bu adam? Biz bunu arıyoruz bu yazıda. Ben bir yerde susacağım mecburen, artık benlik bir iş kalmadı çünkü her şeyi size Orhan bey anlatacak, Orhan bey aslında size anlatacak ama size doğrudan anlatamayacağı için öykümüze birazdan katılacak olan Şevket üzerinden anlatacak her şeyi. ... Orhan bey yine gözlerini dikmiş iş çıkışına seyrediyordu, yorgun düşmüş saat yediyi gösteriyordu, kimi genç, kimi yaşlı, kimi ağır, kimi hızlı adımlarla iniyordu merdivenlerden insanlar. Hava soğuk, hüzün ve neşe birbirine karışmış birazda tarçın kokulu parfümler raks ediyordu havada. Heyecanlı insanların, gülüşmeleri duyuluyordu kulaklarda, ne bir korku vardı, ne bir titreme seslerinde, hüzün yoktu henüz işten çıkan insanların aralarındaki gençlerinde, yaşlılar zaten konuşmuyor, çantalarını, ceplerini yoklamış, her şey tam deyip bir günü daha geçirmenin verdiği huzur ile evlerine gidiyorlardı. Takvimlerden bir perşembe daha silinmişti nede olsa. Orhan bey, çayını almış yudumlarken, hafif esen rüzgarın kulağında mırıldadığı ezgiye vermişti kendini. Yorgun, genç ve çıplak bir kadının kemanından çıkan ses gibiydi adeta bu ezgi. İşten eve giden bir tek onlar değildi, batan güneşte adeta mesaisini aya bırakıyordu. İçeriye yirmi beşli yaşlarda, idealleri, hayalleri olduğu gözlerinden okunan bir genç girdi. Bir su istedi dolaptan, anlaşılan serinletmek istiyordu kendini. Bir yere girdiğinizde ister istemez etrafa bakarsınız, o da öyle yaptı. Etrafına baktığında, mutlu bir çift, tavla oynayan gençler, iki üç arkadaş topluluğu ve Orhan beyi gördü. Görmekle yetinmedi, gözlemledi, baktı, tanımaya çalıştı, anlamaya çalıştı, ancak gözleri en çok Orhan beyin üzerinde kaldı. Herkesi hızlı hızlı baktı, kafasını çevirirken görmüştü ancak Orhan beyde niye takılı kaldı? Suyu alıp parasını verir vermez, Orhan beyin yanına geldi, sandalyeyi kendine doğru çekip, “boş mu?” dedi; Orhan bey “hayır boş değil” diyerek tersledi, adam sinirlenip dışarı çıktı ve son! Hoo hooo, hayır öyle bir şey olmadı tabi! Eğer öyle bir şey olsaydı, biz nasıl öğrenebilirdik Orhan beyin yaşadıklarını? Kibar bir ses ile sorusunu yönelten genç adama, şefkatli bir gülümseme ile baş sallama eşlik etti. Cevabı alan genç adam oturdu yanına Orhan beyin. Elini uzatarak “merhaba ben Şevket” dedi. El sıkıştı Orhan bey ile. Bir müddet sessizlik yaşandı, normal bir sessizlikti bu. Birbirini hiç tanımayan iki adam, karşı karşıya oturuyor. Birbirlerinin yaşıtları değiller, ortak ne yönleri olabilir ki? Ama vardı ortak bir yönleri, aynı iş yerinde ter akıtmışlardı. Orhan bey emeklerini vermiş, ayrılmıştı oradan, genç adamsa yeni koymuştu başını o yola. Elbette değişen teknoloji ile yaptıkları işlerde değişmişti. Fabrika dedikleri yer, şirket adını almış, logosu markası değişmiş ama ismi aynı kalmış, mekanı aynı kalmıştı. Genç adam sordu, “burada mı çalışıyordunuz Orhan bey?”, Orhan bey “Evet Şevket bey, burada çalışıyordum.” genç adam gülümseyerek, “anlamıştım gözleriniz adeta duvara görüntü yansıtan bir makine gibi geçmişinizi ortaya koyuyor.” -devam edecek-
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Can, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |