..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Sevgi sabırlı ve yürektendir, sevgi kıskanç ve övüngen değildir. -İncil
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Toplum ve Birey > Seval Deniz Karahaliloğlu




24 Mart 2011
Şiddet Çağında, , "Şiddet Seviciliğine" Bir Güzelleme : "Barut Fıçısı"  
Dibine kadar bencil bu dünyada, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” felsefesini ciğerlerimize çeke çeke yaşarken, seni katletmişler. Bize ne?

Seval Deniz Karahaliloğlu


“Sigaran var mı?” Dünyanın götünde diyaloglar böyle başlar. Düzme ve düzülme mantığı üzerine kurulmuş bir underground filminin kareleri gibi gündelik hayatın içinde akıp gider. Paslı bir görüntü. Çürümüş bir toplumun paslı tenekeleri gibi duran insan figürleri. Kan, şiddet, kahkaha, müzik, iç içe geçmiş burada. Şiddet kanlı ama olsun “sevimli”, kanlı ama olsun çok “estetik”, kanlı ama olsun çok “şiirsel”, kanlı ama olsun çok “müzikal”, kanlı ama olsun çok “renkli”. “Ama bu dünyada şiddet çok kanlı diyorsanız….” Size de hiç yaranılmıyor!


:BFDA:
Şiddet Çağında, “Şiddet Seviciliğine” Bir Güzelleme : “Barut Fıçısı”

Seval Deniz Karahaliloğlu

“Belalı bir dünyada yaşıyoruz.
İnsanlar öldürüyor birbirini durmadan.
Burası, “benim çöplüğüm” diyor herkes.
Bu saçmalıkta bile yok ateşkes.
Başınıza gelmedikten sonra size ne ki?”

Hakikaten bize ne? Dibine kadar bencil bu dünyada, “bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” felsefesini ciğerlerimize çeke çeke yaşarken, seni katletmişler. Bize ne? Hem bunu kişiselleştirme. Biz işimizi yapıyoruz. Paramızı alırız, keyfimize bakarız. Tamam mı? Tamam!

Duuuuuyduk, duymadık demeyin. Kanlı, canlı, bıçaklı, bol katliamlı bir “Balkan Kabare” bu. Keseriz, biçeriz, çalarız, söyleriz, kan havuzlarımızda göbek atar, oynarız. Biz “Balkan Kabareyiz”. Hayddddeee yandan göbekler, göbecikler, yandan yandan, oh, oh, oh, ooooohhh….

Yaşadığımız bu şiddet çağında, “şiddet seviciliğine” bir güzelleme bu. Gırtlağımıza kadar kana ve ölüme batmışken, ruhumuza tutulan acımasız bir ayna. Kan içersinde katılırcasına bize gülen, bol yaldızlı, çok pırıltılı, dibine kadar parlatılmış bir dünyanın kalıntıları. Seçimlerimiz ve önceliklerimizle ince ince dalgasını geçiyor. Sırıtırken, ölümüne rahatsız ediyor. Kendimize bakmaktan, aynayı ruhumuza tutmaktan korkuyoruz. Şiddetten değil, kandan, ölümden hiç değil. Zaten alışmışız, alıştırılmışız şiddete. Hayatımızın olmazsa olmazı. Ruhlarımızın gıdası olmuş şiddet. Sözümüz, beslendiği kaynaktan korkan ruhlara. Kendi ruhumuzu, özümüzü görmekten duyduğumuz korku, bize uygulanan şiddetin çok ötesinde. İnsan kanı ve bu kan üzerinden kazanılan paradan, kapı komşumuza duyduğumuz ölümcül öfkeye kadar adım adım nasıl insanlıktan çıktığımızın hikayesi anlatılıyor Balkan Kabare’de.

“Sayın Baylar, Bayanlar “Balkan Kabarenin” başlamasına 15 dakika vardır”. (Ses başlangıçta barut gibi patlıyor cümlenin sonuna doğru tereyağı gibi yumuşayarak yatak odası tonlarına ulaşıyor. Ardından garip bir “aaaaaaah” sesi, artık ne anlarsanız) Goran Bregovic’in Balkan Müziği renkleri var bu tınıda.

İzmir Devlet Tiyatrosu, Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesinde oynayan “Barut Fıçısı”nı yönetmen Gürol Tonbul sahneye koyuyor. Oyunda başrolleri, Turgay Tanülkü, İbrahim Raci Öksüz, Fatih Kahraman, Tamer Yılmaz, Neşe Zindan, Hande Kılıç, Serdar Kamalıoğlu, Özkan Gezgin, Ahmet Dizdaroğlu, Hakan Dönmez, Aytaç Özgür, Soner Akçay, Serhat Parıl ve Deniz Özgökbel’in paylaşıyorlar. Çok katmanlı ve derinlikli oyunda çok sayıda sanatçının emeği var.

Başarılı bir ekip çalışması olarak dikkat çeken oyun hassas dengeler üzerine kurulu. Aslında diğer oyunlardan farklı olarak “Barut Fıçısı” daha tiyatro binasına adımınızı atar atmaz başlıyor. Sizi en beklenmedik anda hazırlıksız yakalıyor. Fuayede vuruyor sizi. Gafil avlanıyorsunuz. Salona adım atmadan önce farkında olmadan oyunun atmosferine girmiş oluyorsunuz. Mesela pandomim sanatçısı.

Bir pandomimci oyun öncesi fuayede, sonra da oyun boyunca sahnenin çeşitli yerlerinde bir yükselti üzerinde sessiz bir heykel gibi dikilerek dikkatinizi çekiyor. Zihinlerde sayısız soru işareti bırakıyor. O adamın orada ne işi var? Ne yapmaya çalışıyor? Derdi ne? Oyunun akışı içinde mesela bir garson olarak göreceğiniz başka bir piero daha var. Hareketsiz olan pieronun aksine bu hareketli. Bir figüran gibi sessiz biçimde hizmet ediyor. Bar sahnesinde, bir garson olarak karşımıza çıkıyor. Ne kadar “hakaret edilirse” edilsin, insanı sinir eden bir tevekkülle boyun eğen bir aziz sakinliği içinde davranıyor.

Pandomim sanatçısı oyunun akışı içinde, sahnenin çeşitli bölgelerini dolaşarak oyunu çözmemiz için ip uçları sunuyorlar seyircilere. Bakan ama gören gözlere çok şey anlatan simgesel hikayeler, satır arası okumalarla oyunun analizini yapıyor.

Akıllarda soru işaretleri, düşüncelere, hayallere dalarken, fuayede hüzünlü bir piero çıkıyor karşımıza. Sessiz ve donuk bir tavırla, kırmızılı siyahlı bir yükselti üzerinde ayakta duruyor. Beyaza boyalı yüzünün sağında kırmızı bir kalp var. Başında kırmızı kasketi, üzerinde siyah çizgili beyaz bir gömlek. Ve toplumun şimdilerde kaybettiği vicdanını anımsatan “kırmızı yakalı bir hakim cübbesi”. Cesur piero. Sen bu ülkede “hakim cübbesi” giymenin ne kadar “tehlikeli” bir şey olduğunu bilmiyor musun? Kimse söylemedi mi? Yazık sana. Bir elinde beyaz, diğer elinde kırmızı eldiven. Yüzünde bilgece bir gülümsemeyle bekliyor. Kimi? Godo’yu mu? Boşuna bekleme. Godo gelmeyecek. Eğer şiddeti bitirecek bir “kurtarıcı” bekliyorsan, hiç bekleme. Durumun Godo’dan daha umutsuz demek. Kafalarda ve yüreklerde soru işaretleri uçuşuyor. Bu adam kimi bekliyor? Belki sadece bir pandomim sanatçısı. Sessiz, soran ama bekleyen bir toplumun çok renkli profili.

Birden paranın çanağa düşerken çıkarttığı soğuk metalik ses duyulur. Sessiz piero aniden hayat buluyor. Hatta gülümsüyor. Üzerinde durduğu yükseltiden eğilmiş parayı atan seyircinin elini sıkıyor. Kapitalist piero seni. Para seni de bozmuş. Sonra, aynı sessiz bekleyişe geri dönüyor. Kapitalist çağın hüzünlü pierosu. Elinizi sıkması için çanağa para atmanız gerekiyor.

Sonra kırmızıya boyalı, her tarafından çekmeceler fışkıran bir dolap. Açık çekmecelerden kağıtlar taşıyor. Kağıtlara dokunmamaya özen göstererek okuyorum. “Bir lokantada çalışan şef yardımcısını satırla doğradı.” Bir diğeri. “Aile meclisinin kararıyla Kader ağabeyi tarafından boğuldu”. Ve bir başkası. “ Kocasından boşanmak isteyen kadın, sokak ortasında kocası tarafından vurularak öldürüldü”. Nedir bu şimdi? Bir tür şaka mı? Pandora’nın kutusu mu? Bütün dünyaya saçılan kin, nefret, şiddet, kan ve ölüm belgeleri. Kan kusan bir dünyanın işlediği günahların itirafları. Günlük gazete, dergi kupürleri, internet haber sitelerinden alınan günlük haberler. Eski değil. Bugünün haberleri. Çıldırmış ve batmakta olan bir dünyadan yollanan S.O.S. işaretleri gibi duruyorlar. İnsanın içi daralıyor, nefes alamaz hale geliyor. Bütün dünya çıldırmış olmalı.

Nihayet muhteşem bir “anonsla” oyun başlıyor. Aynı piero ama bu sefer sahnenin kenarında yine bir yükseltinin üzerinde duruyor. Çevresini saran azizlere özgü bir “dinginlik halesi” içinde öyle heykel gibi kıpırdamadan duruyor. Dinginlik ha? Hem de şiddet yüklü bir oyunda. Bu, tezatların yaşandığı bir oyun. Belki de bu tezatlar “dengede” tutuyor bu oyunu. Olamaz mı? Şiddetle beslenen insanların arasında dolanan “sessiz azizlerin” varlığı, başka bir dünyadan gelen sözsüz mesajlar ya da bir çeşit “uyarılar” gibi çıkıyor karşımıza.

Sonra, yarı loş bir ışıkta birden bir sis bulutu kaplıyor sahneyi. Kadın ve erkek oyuncular birbirine çok yakın ama birbirinden çok uzakta. Birbirlerine hiç bakmadan “ruhsuz robotlar” gibi duruyorlar. Korku yüklü bir bilim kurgu öyküsünün başlangıç sahnesi gibiler. Bir siren sesi, bir çarpma. Bir trafik kazası. “Susurluk Olayını” hatırlamayın hemen? Ruhsuz bedenler tek tek düşüyorlar. Acaba onlar gerçekten var mıydı? Yoksa sadece bir yanılsama mı? Sanki bedenlerini çoktan yitirmiş hayaletler gibiler.

Sahne aydınlanır. Cinsel şiddete boğulmuş, şiddeti hayatın doğal bir parçası haline getirmiş bir çağda, bir otobüs durağındayız. Yolcular sessizlik içinde otobüsün kalkmasını bekliyorlar. Biri hariç. Çok öfkeli bir adam. Küfürlü bir tonda otobüsün ne zaman kalkacağını sorar. Herkesin birbirinden korkar bir hali var. Bu toplumda kimse birbirine güvenmez mi? Hiç kimse adama cevap vermek istemez. Belli ki bulaşmak istemiyorlar. Bu sessizlik, adamı “çıldırtır”. İnsanların bu sinmişliği, sindirilmişliği onu “çileden çıkarır”. Adamı bir “barut fıçısına” çevirir. Otobüsün zamanında kalkmaması bir adamın terör estirmesi için yeterli bir neden oluşturabilir. İlk önce yaşlı bir kadına saldırır sonra durakta bekleyen diğer insanlara sarar. İnsanları döver, hakaret eder, zorla paralarını alır. Tipik bir soygun sahnesi gibi görünüyor ama hiç de öyle değil. Çünkü adam kendi cebindeki paraları da çıkararak ortaya koyar. Hem de “ortaya en çok parayı ben koyuyorum anasını satayım” diyerek. Sonra paraları eşit olarak oradaki insanlara paylaştırır. Şimdi buraya dikkat. Topluma, sisteme küfrederek kendi payını da “havalara savurur”. Sorun para değildir. Eğer bu bir soygun değilse, nedir? Bu adamın derdi ne? Ne istiyor? Duraktakiler bu soruyu hiç düşündüler mi?
Peki, siz düşündünüz mü?

Oyundaki karakterler, öykülerin akışı sırasında yaşadıkları olaylardan dolayı veya kendilerini çevreleyen şartların zorlamasıyla birer birer “Barut Fıçısına” dönüşürler. Belki de bunu yaşama biçimi haline getirmişlerdir. Serseri mayınlar gibi sahnede dolanırken birbirleriyle temas ettikleri anlarda patlamaları kaçınılmazdır. Her patlama, her şiddet gösterisi ortamdaki gerilimi yükseltirken, oyunun iç ritmini de hızlandırır.

“Kendi kendinize kutular yapmışsınız, orada oturuyorsunuz”

Birbirine güvensiz, tedirgin insanlar, şiddet yüklü, tekinsiz mekanlarda tesadüfen karşılaşanlar. Öfkeli, şiddete eğilimli, tehlikeli, tekinsiz adamlar. Arada ezilenler, kaçmaya çalışan sıradan masum insanlar. Evlerinin güvenliğine sığınmaya çalışanlar. Kutucuklarından çıktıklarında, tedirginler. Dışarıda, her an her şey olabilir. Sokaklar güvenli değil. Mesela bir gece vakti, yolculuğa hazırlanırken, gidilecek yere hiç varamamak da var. Bu gırtlağınıza dayanan bir bıçak olabilir. Sistemin masum kurbanları. Mesela bir garda, trenin kalkmasını beklerken. Yanınızdaki banka oturan biri. Pekala sizi boğazlayabilir. O kadar da mesele yapmayın canım. Size denk gelmiş işte! Altı üstü, sıradan bir şiddet! Şiddete “kurban edilen” bir toplumda sıradan bir vaka.

“Sistem böyle,
Ağlama hiç ağlama
Soru sorma, hiç soru sorma
Her şey apaçık ortada, sistem böyle, sistem böyle…”

Şiddet, bıçak, taciz, dayak, soygun, gündelik hayatın sıradan olayları. Neredeyse bir “gereklilik hali”. Hastalıklı bir toplumun, hastalıklı gerekçesi. İyi de neden? Şiddet neden bu kadar içinize işlemiş?


Her şey kırmızı siyah, bütün kostümler, bütün dekorlar. Akan kanın kırmızısı, şiddetin karanlık simsiyah yüzünde boğulur. Burada kırmızı bencil aşkların, öldüren tutkuların, şiddete varan hırsın rengidir. Yani çok tanıdık. Dostluk, arkadaşlık, dürüstlük birbirine güven simsiyah bir karanlık içinde kaybolur gider. Bunlar, artık hayattan “kırmızı- siyah tablolardır”.

Canlı “Balkan Kabare” orkestrasından, şöyle insanın içini fıkır fıkır kaynatan bir parça. Neredeyse kalkıp göbek atacağız. Hatta bazıları etrafa belli etmeden, oturduğu yerden tempo bile tutuyor. Her şey aniden değişir. Kırmızı kostümler içindeki solist başını çevirdiğinde, birden kafasının arkasına takılı beyaz maskeyi görürüz. Şarkı, şıkır şıkır bir tempo içinde devam ederken maskelerimiz de dört bir yana gülücükler saçar. Hangisi daha gerçek? Gülen yüzlerimiz mi? Yoksa kafamızın ardındaki maskeler mi? Hangisi daha aşina?

“Anlatır her öykü şiddet dolu yaşamı
Çok zor, çok zor her şeyi hemen kabul etmesi
İyi bir hayatımız var,
Güzel bir hayatımız var,
Ne kadar belirsiz, belirsiz her şey”

“Gerçek sadakat hiçbir zaman mümkün değildir”

Bir barda gece. Masalarda oturanlar, içki içenler. Bir kuklacı “aşk, arkadaşlık, sadakat ve güven” üzerine bir öykü anlatıyor. Kuklalar öykünün başrolünde. Arkadaşlık ve güven kavramının ters yüz edildiği bölümde, bir kukla sevdiğine “seni arkadaşım kadar çok sevmiyorum” der ve yüreği parçalanarak aşık olduğu kadına arkasını dönerek gider. Bunun adı arkadaş için yapılan “fedakarlıktır”. Yapılması gereken yapılmıştır. Arkadaşlık, sevgi, dostluk, güven kavramlarının sözcükten öte “gerçekten bir şeyler ifade ettiği” bir çağda gereken “fedakarlığı” yapmıştır. “Ruh yüceliği”. Son kullanma tarihi geçmiş bir kavram daha. Kuklalar, artık tamamen unutulmuş, tedavülden kalkmış kavramların yaşandığı dönemlere ilişkin figürleri canlandırırlar. “Olması gerekeni” gözlerini kırpmadan yaparlar. Eski siyah beyaz filmlerin kahramanları gibi davranırlar. Şiddet çağında ancak alay vesilesi olacak bir duyarlılığa sahiptirler.

Gösteri alaylı kahkahalarla biter. İki çok yakın arkadaş içmeye devam ederler. Geçmişten, eski hatıralardan dem vururlar. Bir de kuklaların anlamsız “güven” ve “sadakat” duygusundan. “Biliyor musun, gerçek sadakat hiçbir zaman mümkün değildir. Mesela ben senin savaşa giderken bana emanet ettiğin nişanlınla yattım ” Kan gövdeyi götürecek zannediyorsunuz, öyle değil mi? Henüz değil. Çünkü şimdi günah çıkarma zamanı. Ötekinin de aşağı kalır yanı yoktur. “Arkadaşının karısıyla yatmıştır”. Biri diğerinin “çok sevdiği köpeğini öldürmüştür”. Karşılıklı itiraflar an gelir “sidik yarışına” döner. Filmin koptuğu an “onu senin oğlun zannediyorsun değil mi?” diye başlayan cümledir. Gerçekten, artık “sadakat” tedavülden kalkmış bir kavramdır.

Oyunun bir yerinde “kırmızı bir tabanca” dikkati çeker. Kırık dökük dejenere olmuş bir toplum. Herkesin elinde bir bıçak, bir levye var. Yoksa kafaya geçirilecek bir şişe bulunur elbet. Şiddet, işkence, hırsızlık, gasp, soygun, taciz, tecavüz gündelik sıradan olaylar. “Şiddet Sirkine” dönüşmüş bir toplumda gayet normal bir hayat tarzı. Şaşırma. Yaralarını seven Hint Fakirleri gibi “şiddeti seven”, giderek “şiddeti estetize eden” bir toplumda “kırmızı tabancalar” vazgeçilmez aksesuarlara dönüşür. Bir prestij, bir övünme meselesi.

“Sigaran var mı?” Dünyanın götünde diyaloglar böyle başlar. Düzme ve düzülme mantığı üzerine kurulmuş bir underground filminin kareleri gibi gündelik hayatın içinde akıp gider. Paslı bir görüntü. Çürümüş bir toplumun paslı tenekeleri gibi duran insan figürleri. Kan, şiddet, kahkaha, müzik, iç içe geçmiş burada. Şiddet kanlı ama olsun “sevimli”, kanlı ama olsun çok “estetik”, kanlı ama olsun çok “şiirsel”, kanlı ama olsun çok “müzikal”, kanlı ama olsun çok “renkli”. “Ama bu dünyada şiddet çok kanlı diyorsanız….” Size de hiç yaranılmıyor!

Şiddeti bir “sanat” haline getiremiyorsanız, suç sizde. Bakın, “Balkan Kabareye”. Ustura, levye, “kırmızı tabanca”, çekiç, ip her şey var. Kullanmasını bilene. Kullanmasını bileceksin kardeşim! Bilmiyorsan öğreneceksin! Bilmemek ayıp değil. Öğrenmemek ayıp. Goran Bregovic’in müzikleri eşliğinde kesmeyi, öldürmeyi, dövmeyi, ırza geçmeyi, soymayı bileceksin. Çünkü burası “dünyanın götü”!

“Sistem anamızı belliyor ama çok şükür afiyetteyiz, sağlığımız yerinde anasını satıyım”

Dimitri feci dayak yemiş. Eski polis şefi. Boyunlukla oturuyor. Ağrıdan sızıdan yerinde duramıyor. Konuşurken sesi hırıltılı. Çünkü, ciğerleri iflas etmiş. Düzgün nefes alamıyor, öksürük krizleri içinde boğuluyor. Vücudunda kırılmadık kemik kalmamış. Aylarca hastanede yatmış. Kemikleri hala ağrıyor ama sık sık söylediği gibi “çok şükür afiyette, sağlığı yerinde”. Levye ve dokuz kiloluk çekiçle dövülmüş. Niyeyse? “Birilerinin canını sıkmış” herhalde. Kendini dövenleri görmemiş. Mesela bu Angelo olabilir mi? Hani aynı masada birlikte içki içtikleri adam. Angelo ile bir trafik kazasında kesişmiş yolları ama Dimitri Angelo’yu hatırlamıyor. Angelo da hasarlı. Onun da Dimitri’den aşağı kalır yanı yok. Dert yanıyor Dimitri’ye “Bir şikayet dilekçesi yazdım, kimse ilgilenmedi. Polis Devleti. Her şeye siz karar veriyorsunuz, öyle değil mi? Siz, her şeyin üzerini örtersiniz, değil mi? Otorite sizsiniz, değil mi? Kodduğumun sistemi. Ben kimim ki? Neden ihtiyar? Şu halimize bak sokak köpekleri gibiyiz. Neden ha? Neden?”

“Paraların üzerinde kuluçkaya yatmışım
Dünya umurumda değil
İstersen her yer yakındır,
Kendi kaderini kendin yazacaksın,
Kazandım, kaybettim,
Yok Balkanlar “Barut Fıçısıymış”
Yok özgürlük savaşı varmış,
Yok be,
İşim olmaz!”

Mane çok sarhoş ve nedenini bir türlü çıkaramadığı biçimde çok mutsuz. Başının üzerinde içki bardağı ile dans eder. Güçlü ve parası olanların kazandığı, güçsüz ve masum insanların ezildiği bir toplumda alabildiğine sarhoş, alabildiğine paralı ve alabildiğine mutsuzdur. Mane “Ben güçlüyüm, kanun benim” anlayışının tipik bir temsilcisidir. Parayla her şeyi satın alabileceğini zanneder, kanunları bile. Sözde sevdiği kadın Evdokya’yı terk edip Amerika’ya kaçmış, çok para kazanmış, güvenilmez bir serseridir. Kadın delisi, yalancı, dolandırıcı, ayyaş, kumarbaz, bencil, Evdokya’yı aldatmış, üzmüş, kötü bir adamdır. Şimdi çok parası var ama mutsuz. Evdokya’yı geri istiyor. Kazandığı paralarla onun gözünü boyayacak, aklını çelecek. Acaba? Evdokya’nın cevabı çok basittir. “Sen yalnızca kendini seversin. Sen, sevme özürlüsün”

Aynı anda, sahnenin köşesinde “Özgürlük Anıtı” gibi duran pandomim sanatçısını görürüz. Üzerinde üç renk büyük kumaş vardır. Mavi, Beyaz ve Kırmızı. Her söylenen cümle ve ifade ettiği anlamla birlikte örtüler de tek tek pandomim sanatçısının üzerinden düşer. Anlamlarla birlikte onlar da kaybedilir.

Evdokya “Bana giderken ne bıraktın biliyor musun? Bir bilet. Gülmeyi unuttum ben.”
Mavi kumaş düşer. Bilete bakar Şikeztvar. Umudun ülkesi. Her şeyin çok güzel olduğu yer. “Umudunu yitirmiştir”. Beyaz kumaş düşer. Evdokya gider. Mane gökteki ayı öldürür. Kırmızı kumaş düşer. Mane, “aşkı öldürmüştür”. Sevgi ölmüştür.

“Parayla döner dünya
Dünya döner parayla,
Tekme vur parasızlığa
Para, para, para
Eğer çok paran varsa
Ve eğer aşkın seni terk ediyorsa
Takma kafana ilaçtır her şeye para”

Başrol oyuncularını sayarken hatırı sayılır bir oyuncuyu unuttuk. Bütün öykü boyunca elden ele devredilen “yeşil elma”. Sahneler arasında geçişler yapan bir baş rol oyuncusu. Hayatımızın baskın karakteri, ele geçirilemeyen, hiç kimsenin ısıramadığı, Ademi cennetten kovduran “yeşil elma”. Oyun boyunca yeşil elmaya baktığınızda, elmanın ardındakini göreceksiniz, elinde tutup ona sahip olamayanların öykülerinde, “satır aralarını okumayı” bileceksiniz. Çünkü “hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir”.

“Dünyadan haberiniz yok,
Acayip oldu dünya
Başkalarının başına gelen şeylere
Bana ne, bize ne, deme
İster Balkan, ister Amerika,
Şiddetin yeri yok asla,
Kopan kafalar, sıkılan kurşunlar,
Sizin ülkenizde de yok mu, yoksa?”

“Sıkılan kurşunlar” demişken, insan kanıyla beslenen silah tüccarlarının Balkanlarla olan ilişkisini dile getiren bir anekdotu hatırlamamak olmaz. “Savaş Tanrısı”, Andrew Nicol’un yazıp yönettiği ve başrollerini Nicolas Cage ve Jared Leto’nun paylaştıkları bir film. Bir silah kaçakçısının gözünden, kaçak silah ticaretini anlatır. Filmin bir yerinde Nicolas Cage Afrika’ya satmaya çalıştığı silahlar elinde kalınca sinirlenir ve şöyle der. “Barış mı?! Ne demek barış oldu? Savaşacaklardı, söz vermişlerdi. Ne yapacağım ben bu silahlarla şimdi? Bunlarda hiç namus yok mu? Bak, Balkanlara. Adamlar sözlerinde duruyor. “Savaşacağız” dediler mi, savaşıyorlar!” Aynı filmden unutulmaz bir sahne daha. İşinden (!) eve gelen Yuri Orlov, uyuyan küçük oğlunun yanı başında oynadığı “oyuncak silahı” bulur. Eline bir mendil alarak, oyuncak silahı “mendille tutar” ve “çöp tenekesine atar”. Neden? Gerçek hayatta son derece gelişmiş ölümcül silahları, katliam yapılması için gözünü kırpmadan satan adam evine geldiğinde çocuğunun “oyuncak tabancasından” neden bu kadar “iğrenir”? Öyle ki oyuncak (üstelik gerçek de değil) tabancayı ancak bir “mendille tutarak” çöp tenekesine atabilir. Neden?

Yazar Dejan Dukovsky, “Barut Fıçısı”nda silah tüccarlarının şekillendirdiği bir dünyada ayakta kalmaya çalışan insanları anlatır. Onların ürettiği silahların yönettiği bir dünyada yaşamaya çalışan insanların hayatlarından kara tablolar çizer bize. Bu tablolarla ne yapacağımız ise bize kalmış bir konu. Yazar bu konuya karışmıyor. Sadece gerçeğe işaret ediyor. Bu kara tabloyu değiştirebilir miyiz? İstersek ama “gerçekten” istersek?
İstiyor muyuz?

Dejan Dukovski yazdığı ve Bilge Emin ve Yıldıray Şahinler’in dilimize kazandırdığı,
“Barut Fıçısı” usta yönetmen Gürol Tonbul’un gözünden sahneye aktarılmış. Oyunun metnini sadece “akıl” değil “gönül gözüyle” de görebilen Gürol Tonbul, incelikli bir dil yakalamayı başarıyor. Oyunu basit bir tiyatro oyunu olmaktan çok canlı bir organizma gibi algılayan Tonbul “Barut Fıçısını” tiyatro sahnesinden yaşadığımız gerçekliğe indirgiyor.

Dekor tasarımını Tayfun Çebi’nin yaptığı “Barut Fıçısı”’nın kırmızlı siyahlı kostümleri Yıldız İpeklioğlu’na ait. Tayfun Çebi, karanlık bir dünyada sıkışıp kalmış, her gün görünmez parmaklıklar arasında debelenen çaresiz insanların yaşadığı atmosferi iyi yakalamış. Fantastik korku filmlerini anımsatan şiddet dünyasında kostümler ancak kırmızı ve siyah olabilirdi. Şiddetin ortak paydası, kanın ve ölümün rengi. Yıldız İpeklioğlu basit sade bir yaklaşımla kostüm, dekor birlikteliğini iyi dengeliyor.

Oyunun, ışık tasarımı Yüksel Aymaz’a ait. Karanlık gece atmosferi içinde geçen oyunda, gerilim anları, gölgeler, yarı loş ışıkta kaybolan geçmişin hayaletleri, bir araba kazasının sisli anıları ancak iyi bir ışık tasarımıyla anlatılabilirdi.

Oyunun karanlık atmosferine inat, insanın içini kıpır kıpır kaynatan müziklerin uyarlaması ise usta müzisyen Cem İdiz’e ait. Cem İdiz, Balkan ruhunu, o coğrafyada yaşayan insanların dünyayı ve hayatı algılayış biçimlerini iyi özümsemiş. Ve bunu müziğin ruhuna yansıtmayı başarmış.

Oyunda çok sayıda sanatçının ve değişik meslek dallarında çalışan insanın emeği geçiyor. Bunlardan biri de psikolog Levent Mete. Gerilim ve şiddet yüklü oyunda insanı sürekli geren bir atmosferde, oyunu belli bir çizgide tutmak çok zor. İşte bu noktada deneyimli psikolog Levent Mete’nin önerileri devreye giriyor. “Barut Fıçısı” çok hareketli, iç ritmi hiç düşmeyen, duygusal dalgalanmaların insanların hareketlerine yansıdığı, anlık tepkilerin dinamik olarak görüldüğü bir oyun. İç ritmi böylesine yüksek bir oyunda, hareketli yapıyı koreograf Sevinç Renkver, yaptığı koreografi ile dengede tutuyor.

Tablo güzelliğindeki pandomimler. Şiddet dünyasında kısa soluklanmalar. Bir an için solunan taze hava gibiler. Pandomimler “Barut Fıçısı” gibi çok zor ve çok katmanlı bir oyuna derinlik kazandırırken, estetik bir güzellik de katıyor. “Şiddet” ve “estetik” güzellik. Bu iki kelimeyi aynı cümlede kullanmak bile çok zor. Üstelik bir oyunda yan yana getirmek ise çok riskli. Pandomim sanatçısı Kemal Aygen bu riski göze almış..Zarif ve yumuşak bir sanat dili ama bıçak kadar keskin bir ifade. İnsanın içine işleyen sessiz bir bekleyişle harmanlamış pandomim sanatını iyi kullanıyor.

Başrollerini Turgay Tanülkü, İbrahim Raci Öksüz, Fatih Kahraman, Tamer Yılmaz, Neşe Zindan, Hande Kılıç, Serdar Kamalıoğlu, Özkan Gezgin, Ahmet Dizdaroğlu, Hakan Dönmez, Aytaç Özgür, Soner Akçay, Serhat Parıl ve Deniz Özgökbel’in paylaştığı oyunda, bütün sanatçılar baş rol oyuncusu.
Çünkü oyun boyunca, bir sırat köprüsünde yürüyorlar. Karşı kıyıya sağ salim ulaşabilmek için “kıldan ince, kılıçtan keskin” bir ipin ucunda ağır ağır gitmek gerekiyor. Aşağıda ise şiddetten köpüren bir cehennem var. Dört bir yanda soyguncular, katiller, hırsızlar, kaçakçılar ve insanın ruhunu karartacak her türlü korku unsuru mevcut. İşte böylesine hassas bir ortamda, oyuncuların her hareketi ve aralarındaki her paslaşma ancak bir senfoni orkestrasının uyumuyla sürdürülebilir. Yönetmen Gürol Tonbul, bu şiddetle çevrelenmiş senfoni orkestrasını çok ince yönlendirmelerle yönetiyor. Oyuncu kadrosundaki her oyuncu gerçekten elinden geleni yapıyor ve rollerini gönülden oynuyorlar. Her bir oyuncunun sahne üzerinde gösterdikleri ustalık için tek tek örnekleme yapmaya kalkarsak sanırım başlı başına bir yazı yazmak gerekecek. Ekip olarak, başarıyı yakalamak az şey mi?

Ve Balkan Kabare’nin olmazsa olmazı “Balkan Müziği”. Balkan Orkestrası’nın üyeleri Özlem Tortop Akkaya, Bilge Kuzu, Ahmet Öztürk ve Gökhan Par oyun boyunca izleyicilere bir müzik ziyafeti çekiyorlar. Bu korku ile örülü dünyayı büyük bir başarıyla seslendirdikleri ezgilerle “çekilir” kılıyorlar. Böylesine muhteşem, insanın içini kıpırdatan müzikler olmasa insan böylesine bir dünyaya nasıl dayanır? Özellikle orkestranın assolisti Evrim Özkaynak billur gibi duru ve pürüzsüz sesi ile dinleyenleri alıp götürüyor. Özellikle, iki perde arasında söylediği dört şarkıyla mini bir konser bile veriyor. Oyunun akışı arasında canlı orkestra eşliğinde dinlediğimiz şarkılar oyunun o dayanılmaz sert yapısını kırarak biraz olsun yumuşatıyor. Bunda orkestranın ve Evrim Özkaynak’ın payı büyük.

İyi de, bu kadar muhteşem müzikler besteleyen insanlar böylesine vahşi bir şiddeti nasıl yaratırlar? O güzelim müzikleri besteleyen o insanlar bu korkunç katliamları nasıl yapıyorlar? İnsanın içini umutla dolduran ezgiler, bu vahşetin yaşandığı coğrafyadan çıkmıyor mu? Bu ikilemi nasıl çözeceğiz?

Oyunda kuklalara “ruhunu” Deniz Özgökbel veriyor. Kuklalar, oyunda “kötü çağın iyi adamları” gibiler. Yani, “kaybettiğimiz vicdanımızın” dile gelmiş suretleri. Kuklaları tasarlayan ve oynatan Deniz Özgökbel, şiddet toplumunda hem “kurban” hem de “suçlu” durumunda olan bireylerin daha saydam ve daha duru kalmış suretlerini sahneye yansıtıyor. İpleri çekince, oynayan kukla bebekler sanki yeni doğmuş gibi temiz, yeni doğmuş kadar saf dururlar. Öte yandan, sanki bir yerlerden iplerimiz çekiliyormuşçasına kendimizi “rahatsız hissettirirler”. Yanımda oturan arkadaşımla birbirimize bakıyoruz. Yüzümüzde aynı ifade. Birileri iplerimizi mi çekti?

Oyunun yönetmeni Gürol Tonbul ile tam da günümüzü, içinde yaşadığımız şu çağı kelimesi kelimesine “ders notu” gibi anlatan “Barut Fıçısı” oyununu konuştuk.

SDK - Birinci perdede, adam soygun yapacak diye beklerken umulmadık biçimde parayı diğer insanlar arasında “paylaştırıyor”. Neden “paylaştırmak” gibi son derece garip bir şey yapıyor? Bu adamın derdi ne?
Gürol Tonbul – Bu adam Arnavutluk kökenli bir kişi ve en alt tabakadan, ezilen bir tür roman kimliğinde olan bir kişidir. Biz orada cfare diyoruz. Bu Arnavut kökenli azınlıkların kullandığı “ne, ne demek istiyorsun” anlamında bir tavırdır. Metinde yoktur ama metin Yugoslavya’nın o etnik kökenlerindeki bütün o kimlikleri kapsar. Yoksul olan kesim, sosyalist Yugoslavya’ya en çok bağlı olan kesimdir. Oyunda bu insanlara bir gönderme var. Onun derdi para değildir. Onun derdi tıpkı beşinci tabloda “hapishane tablosundaki” gibi “saygı ve sevgi” görmektir. Bu durum, bazı aklı evvellerin “ekonomik durum iyileşince, şiddet biter” savına yapılan bir göndermedir. Birinci tablo böyle başlıyor. İkinci perdede paraları olanları görüyoruz. Paranın şiddeti engelleyemeyeceği gerçeği Amerika’dan bellidir. Amerika’da para var. O zaman, Amerika gibi ekonomileri güçlü ülkelerin dünyaya refah ve barış getirmesi lazım değil mi? Halbuki, Amerika dünyaya ne getiriyor? Şiddet getiriyor. Yani, “para şiddeti engellemez”. Adamın parayı etrafa dağıtmasında, Tito dönemindeki sosyalist Yugoslavya’ya bir gönderme vardır. Adamın parayı oradaki insanlarla paylaşmasında, “ortak kazanç, ortak bölüşüm” kavramına bir gönderme var. Burada şiddetin neden doğduğunu da anlatmak istiyoruz. “Eşit paylaşımlar bittiği andan itibaren şiddet başlar”. A kişisinin cebinde 1 Milyon T.L. varsa ve benim cebimde 1 Kuruş varsa bu A kişisinin yaratacağı şiddetin önüne geçmez. Tam tersine, A kişisi “parasıyla herkesi satın alabileceği” için çok daha büyük boyutta bir şiddeti doğurur. İşte bu, “Vahşi Kapitalizm” dediğimiz şey oluyor. Biz burada, seyircinin neden adam paraları alıp gitmedi de “paylaştırdı” diye düşünmesini ve araştırmasını istiyoruz. Oyunun dramatik yapısı sosyalizmin bitmesi ile başlıyor. Biz bunu Dejan Dukovsky’nin metninden yola çıkarak anlatıyoruz.

SDK – Oyun boyunca ortalıkta dolaşan ama ısırılma konusunda kimselere yar olmayan şu meşhur “yeşil elma” meselesine geri dönmek istiyorum. Burada o elma bana “yoksulduk ama ağzımızın bir tadı vardı” deyişini anımsatıyor.
Gürol Tonbul – “Yoksulduk ama ağzımızın bir tadı vardı”. Elmayı ağız tadıyla yiyebiliyorduk. Akşam adam ekmeğini evine götürdüğünde, yoksul sofrasında bir şeyler yediği zaman “hamdolsun olsun, bu gün de doyduk” deyip mutlu olabiliyordu. Çünkü “huzurlu uyuyordu”. Bugün görünüşte her şeyimiz var, ama aslında hiçbir şeyimiz yok ve müthiş bir kan gölünün ortasındayız. Üstelik herkes “kendi kredi kartlarıyla” zincirlenmiş, “tutsak” edilmiş vaziyette.

SDK - Oyun bana bu noktada “yoksunluk ve yoksulluk” arasındaki farkı anımsatıyor ve bir kez daha düşündürüyor. Maddi zenginlik açısından, “yoksunluk” nasıl değerlendirilebilir? Huzurlu olmak ve bireyin kendini tamamıyla bağımsız hissetmesi açısından bakınca da “yoksulluk” nasıl değerlendirilebilir?
Gürol Tonbul - Bir ülkenin varsıllığını gerçek demokrasi ilkeleri belirler. Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik. Yani işsizlik, yoksulluk ve eşitsizlikle mücadele. Bunlar varsa, herkes için “sosyal adalet” söz konusudur. Bireylerin bu varsıllık için mücadele etmesi gerekiyor. Oyun iki bölüm üstüne kurulu. İlk bölümde, tamamen parasızlar ve sevgi görmeyen, sevgisizliği yaşama biçimi haline getirenler var. Göz ardı ettiğimiz, görmezden geldiğimiz bu kişiler yoksul ve sevgiden, ilgiden yoksun kişiler. Tek istekleri var. “Biraz saygı ve sevgi görmek” İkinci bölümde ise, varsıllar var. Paraları var, paraların üstüne kuluçkaya yatmışlar ama mutlu değiller. İkinci bölüm paranın bir mutluluk aracı olmadığını anlatır. Oyunun kurgusunda, oyunun ikinci bölümünde, şiddet karşısında, paranın gücünün ne kadar küçüldüğü anlatılır. Varsıl insanlar da “yoksuldur” ve onların da istediği “biraz sevgi, biraz saygı” dır ve “komşusuyla kıç kıça oturmak, dertleşmektir. “ Bu açıdan baktığımızda oyun kişileri her şeyden “yoksundur”. Toplum içindeki şiddet onları yok saymış, “yoksul ve yoksun” bırakmıştır. “Ötekileştirme” de bu değil mi zaten. “Sen benim için yoksun, sen benim için bittin” derken, şiddetin ilk basamağına adım atmış olmuyor muyuz? “Barut Fıçısı” -her açıdan –“yoksunluk” ve “yoksulluğun” her köşeye sindiği bir oyundur. Hüzünlü bir caz parçasıdır. Her oyun kişisinin solosu ve toplum içindeki sesidir duyduğumuz.. Caz müziği de, şiddete uğrayanların, “yoksulluk” ve “yoksunlukla” mücadele edişlerinin sesi değil mi zaten?

SDK – “Yeşil elmaya” geri dönersek, 11 bölümden oluşan oyunda, bir öyküden diğerine aktarılıyor. Burada “yeşil elma” sanki bir oyun kişisi gibi görülüyor ve üstelik hiç kimse tarafından bir türlü ısırılamıyor. Neden?
Gürol Tonbul - Felsefi olarak düşündüğümüzde, bir insanın ufacık bir hatası yüzünden tüm hayatını mahvetmesinin aslında en kötü durumlardan birisi olduğunu anlatır elma. Oyunda, başka insanların yaşamını da yapılan yanlış bir eylem yok etmekte. Bu kısır bir döngü aslında. İlk çağlardan bu yana insanlar yanlış yaptıkları eylemlerden ötürü kendilerinin ve diğerlerinin güzel yaşantısını mahvetmiyor mu? İnsan, kendi yaptığı hatalar yüzünden zor ve kötü bir yaşama da sürükleniyor. Elma ilk günahı simgeler aynı zamanda. Oyundaki kişilerin “elmayı ısıramamaları” bunlara bir gönderme. Oyunda insanlar, günaha giren ya da güzel yaşantıları yok eden “günah keçileri” olarak gösterildi. Yorumda en çok dikkat ettiğim konu buydu. Bu bir sistem sorunu. İnsanları şiddete alıştıran, o yaşama biçimini körükleyen politikacılar ya da kapitalist sistemin kötü niyetli tacirleriydi. Elma ile buna dikkat çekmek istedim. Şiddetin bireysel bir günah olduğunu düşünmüyorum. Eğer öyle olsaydı, suçluları yakaladığımız zaman şiddet sona ererdi. Oysa, sistem yeni cellatları yaratmak üzere kuruludur. İkincisi ise, çok yalın bir nedene dayanıyor. “Haz veren bir meyveyi bile ağız tadıyla yiyememek”. Onun için oyunun sonunda, elma seyirciye kan “kırmızısı” olarak gidiyor. Yani, “kan” kaplanmış bir biçimde..

SDK – Oyun sırasında, Amerika bölümünde, “Amerikan Özgürlük Anıtı” gibi duran palyaçonun üzerindeki kırmızı, beyaz ve mavi kumaşlar sırasıyla tek tek kayıp düşüyor ve her seferinde palyaçonun olayla doğru orantılı olarak pozunu değiştirdiğini görüyoruz. Palyaçonun bu duygusal tavrının ve üç rengin bir anlamı var mı? Burada kaybedilen üç renk kaybedilen hangi değerlere karşılık geliyor?
Gürol Tonbul - Edgar Morin’e göre, 1789 Devrimi’nin üçlü noktası "özgürlük, eşitlik, kardeşlik" kavramlarını bir araya getirmeden demokrasiden söz etmek mümkün değil. Oyunda kullanılan – aslında eski Yugoslavya bayrağında da yer alan – renkler bu olguları simgeliyor. Oyunun var olduğu topraklarda demokrasiden söz edemiyoruz ve demokrasinin olmadığı yerde de ayrılma, parçalanma kaçınılmaz oluyor. Çünkü, bu üç olgunun yaşayabilmesi için “demokrasiye gereksinim” var. “Demokrasi aydınlıktır, gün ışığıdır”. Oysa, bizim oyunumuzda bütün olaylar gece yarısı geçiyor. Akşamın koyu gölgesi çoktan düşmüş, geceden sabaha ise çok var. Yani, “Barut Fıçısı” tam bir yol ayrımı öyküsüdür. Yol ağzında bekleyenler ya aydınlığa demokrasiye yürüyecek ya da karanlıkta kalıp, susacaklar ve bekleyeceklerdir. Karanlık yok oluştur ve bu yol ayrımı şu anda ülkemizde de yaşanıyor. Aydınlığa varmak için çaba ve cesaret istiyor. Suskunluk karanlıktır. Onun için de oyunda bir yere gitmek isteyenlerin çabası Beyaz ülke- özgürlükler ülkesi Şikeztvar ile özdeşleşmiştir. İşin en ilginç yanı bu üç kavramın birbirinin tamamlayıcısı ve aynı zamanda zıddı olması. Özdemir İnce’nin dediği gibi, “Tek başına özgürlük, eşitliği ve hatta kardeşliği öldürür. Zorlama ile gerçekleşen eşitlik, kardeşliği gerçekleştiremez ise özgürlüğü yok eder. Kardeşliğe gelince, özgürlüğü düzenlemek ve eşitsizliği azaltmak zorundadır. Kardeşlik, insanın kendisiyle genel (kamusal) çıkar arasında ilişkiden ortaya çıkan bir değerdir. Yurtseverlikle, iyi yurttaşlıkla ilgili bir erdem. Yurttaşlık düşüncesinin yok olduğu yerde, insanların kendilerini başkalarından sorumlu ve başkalarıyla dayanışma halinde hissetmedikleri yerde, kardeşlik yiter gider.” Kısacası, oyunda yok olan , dağılan üç değerin şiddeti doğurduğu savı egemendir. Bir araya gelmesi ise, bir ütopya. Dejan Dukovski’nin metninden yola çıkarak bu ütopyanın altını çizmek istedim. Çünkü, demokrasi söz konusu ise bunlardan birini öne çıkartıp öteki ikisini göz ardı edemeyiz İkisini ayırıp birini yok sayamayız. Parçalanmanın gerekçesini renk ya da bayrak olgusunda göstermenin bu oyuna çok yakıştığını düşünüyorum

SDK - Biraz da canlı orkestra üzerine konuşalım. Canlı orkestra ve solisti Evrim Özkaynak çok profesyonel çalışan sanatçılar. Özellikle solistleri Evrim ve söyledikleri Boşnak şarkıları üzerine ne söylenebilir?
Gürol Tonbul - Oyunun içinde Balkan ezgileri ile bezeli Balkan kabare müzikleri var. Düşündüren, iğneleyen, dürten ve rahatsız eden… Ama aynı zamanda çok keyifli ezgiler. Oyunun arasında kullanılan balkan melodileri ise bugünün ezgilerinden oluşuyor. Aslında tümü ağıt ya da acılı bir durumu anlatıyor. Uğruna kanlı savaşların yapıldığı, anlamsız ayrılıkların, zoraki göçlerin altını çiziyor. Ortak acıların, ayrılıkların, aşkların müziği.
Farklı bir biçemi var Balkan müziğinin. Mesela oyun arası ezgileri hareketli , kıpır kıpır… Seyircimiz eğleniyor ve eminim ki, “ Ne kadar eğlenceli bir olaydan söz ediyor” diye düşünüyor. Oysa, parçalar savaş anında ölen bir kız çocuğunu, ayrılıkları anlatıyor.
Sözün özü, Balkan insanının her zaman gülen yüzü, her şeye rağmen ayakta kalışı,
içinde tuttuğu yeşil umutları, neşesi çok karamsar bir durumda bile kendini belli ediyor. Oyuna çok yakıştı. Çünkü oyun karamsar, şiddeti gösteren bir oyun. Tablo sonları ve oyun arası ise, şiddetin şiiri, devam eden hayatımızın gülen yüzü diyebilirim.

SDK - Orkestra ile birlikte şarkıları seslendiren Evrim oyunun bir yerinde başının arkasında görünen bir "beyaz maske" takıyor. Evrim’in başını çevirdiğinde gördüğümüz o "beyaz maske" için ne söylenebilir?
Gürol Tonbul - Bu tamamen yorumla ilgili bir seçim. Tıpkı üç ilke temelinde olduğu gibi, oyuna bir kabare ortamında bir kabare (sanat ortamından) bir hayattan baktım. Sanat olasılıklar dahilinde gelişen, geliştirdiğimiz düşsel bir ortam aslında, aynı zamanda gerçekten daha gerçek. Kabare ortamı da öyle. Gerçeğe hem yakın hem bir o kadar da uzak. Onun için maske düş ortamını, insan yüzü gerçeği simgeliyor. Belki de tam tersi…Seyirciyi uzak açılı bir görüşte tutmak istiyorum. Oyunun sonundaki şarkı sözlerinde olduğu gibi şakı sözlerini de şu fikirden yola çıkarak oluşturdum. “Bütün anlatılan gerçeğin bir bölümü, belki anlatılan her şey gerçek değildir.” Seyirciyi de yol ayrımında tutmayı seviyorum. Çünkü, bugün yaşadıkları toprakta da, bence, yol ayrımındalar. “Karar vermenin en kötü kararsızlıktan” daha iyi olduğu gerçeğinin altını çizer kabare ortamı. Onun için anlatılanları düş ya da gerçek olarak değerlendirmek seyirciye düşüyor. Bir oyun mu gördükleri yoksa Yugoslavya’da ve bugün bütün dünyada yaşanan gerçeğin ta kendisi mi? Kısacası maske ( tiyatro) gerçeği daha da gerçek anlatıyor belki de… Her şey yaşama bakış açımızda, duyarlılıklarımızda gizli.

SDK – Neden oyunda bütün hikayeler karanlık bir atmosfer taşır?
Gürol Tonbul - Oyunda bütün öyküler “gece” geçer. Gün ışığı yoktur. O anlamda oyunda “karamsar” bir yapı var. Biz metindeki, “iyi akşamları” bile “iyi gecelere” çevirdik. Her şey “gece” geçiyor. Bütün kötülükler gece çıkar. İnsanın şeytanla buluşması bile gece gerçekleşir. Gündüz aklınıza gelen bütün kötülükleri uzaklaştırırsınız çünkü sosyal bir yaratım içindesiniz. Gün ışığı umuttur. Gece bir insanın yolunu kesseniz bu ürkütücüdür, korkutucudur, her şey belli belirsizdir. O nedenle, oyunda bütün öyküler gece geçiyor zaten.
Bütün bölümler, “iyi geceler” diye başlıyor.

SDK – İstasyon sahnesinde kadına yaklaşan adamın iki farklı oyununu görüyoruz. Birinde adam kadını kesiyor, öldürüyor. İkinci oynanışında adam “acaba bir umut olabilir, acaba hayatımızı değiştirebilir miyiz?” diye soruyor.
Gürol Tonbul - Yaşamı geri aldığımız zaman mutlu bitebilirdi fikrinden yola çıkıyor. Ama yaşamı geri alın bakın adam kadına tecavüz ediyor. Bu nedenle, iki versiyonu var. Kabare tiyatrosu içinde olayın iki yanını yansıtıyoruz. Yaşasalardı ne olurdu?

SDK - Oyuncuların yüzünde yer yer beyaz boyalar görüyoruz. Neden yüzler beyaza boyalı?
Gürol Tonbul – Beyaz burada bir tür ölümün simgesi anlamında. Bunların aslında yaşamadıklarını anlatıyoruz. Bu Kabare tiyatrosunun bir makyajıdır.

SDK – Oyunun başlama anonsu ayrı bir olay. Hakan’ın yaptığı anonsta, ilk önce ses bir top gibi patlıyor. “Balkan Kabare” diye. Bomba patladı zannediyoruz. Yüreğimize iniyor. Sonra ses yumuşuyor, yumuşuyor, yumuşuyor. Ses öyle bir eriyor ki başlıyoruz gülmeye. Bir de sese abartılı bir eko verilmiş. Dinleyenleri bayıltıyor. Anonslar neden böyle?
Gürol Tonbul - Bu şiddetin içinde var olan bireyin tekrar kendi kimliğine döndüğü noktada aşırı feveran ettiği an. Şiddetin kişinin başına geldiği zamanı tanımlıyor. Birincisi, kabare ortamı böyle olduğu için anonslar böyle. Orada bir sohbet ortamı var. İkincisi daha uyaran bir yapısı var. Oyunun başladığını kesin olarak anlıyoruz. Başlangıçta, oyun öncesi şarkı ile başlanıyor. Söylenen şarkılar seyircinin pek bir hoşuna gidiyor. Anons olmasa konser kıyamet devam edecek.

SDK – Oyunun arasında canlı bir konser var. Şarkılar o kadar güzel ki kimse araya çıkamıyor.
Gürol Tonbul – Evet, Evrim’in orkestra eşliğinde söylediği bu şarkılar Balkanların güzel yüzüdür. Orada kullanılan dört parça da bir ağıttır. Şunu anlatmak istiyoruz. “Acı sağaltıldıkça içinden sevinç doğuyor”. “Sevinç acıdan doğuyor”. Tek başına sevinç diye bir kavram yok. Eternizi savaşta annesini kaybeden bir çocuğun ağıtıdır. Biz şarkıyı dinlerken sözlerini düşünmüyoruz, eğleniyoruz, el çırpıyoruz. Eternizi ilk defa yazıldığında öyle değildi. Dinlerken insanları hüngür hüngür ağlatıyordu ama bunun içinden de Balkanlarda insanların yaşama sevincini görüyoruz. “Bu yaşama sevinci bir keyiftir”. Biraz da seyircinin keyiflendiğini görmek istiyoruz.

SDK – Yani, bir ağıtta göbek atmak normal mi?
Gürol Tonbul – Aynen öyle. “Barut Fıçısı” tersinlemelerle dolu bir metin olduğu için böyle. “Ha Eternizi, ha Dom Dom Kurşunu”. “Kaşlarımın arasına dom dom kurşunu değdi, bir avcı vurdu beni”. Bunu söylerken Türkiye’de herkes göbek atıyor. Tuhaf gelmiyor mu bu sana? Aslında dünyada da Türkiye’de de “kan havuzunun” içinde göbek atıyoruz. Bu medyayla birlikte, Türkiye’de duyarlılıkların her geçen gün daha da azaldığını görüyoruz. Her gün bir iki kişi vuruluyor ve medya bunu magazinel boyuta taşıyarak suyunu çıkarana kadar sömürerek kullanıyor. “Cinayetleri, özündeki şiddeti ve ölümü sorgulamadan istismara açık magazin haberi olarak sunuyorlar”. Öldürülen genç kadınların “kan havuzlarının” içinde oynayarak insanlar nemalandılar. Bu insanı açıkça “değersizleştirmedir”. Asıl sorgunun sisteme ilişkin olması gerekiyor. Çünkü dünyadaki bu sistem kan havuzlarını dolduruyor. Bu silah tüccarları için bulunmaz karlı bir pazar. Bu havuz biterse, onlar için her şey bitecek.

SDK – Oyunda, “ne arkadaşlık anlayışıymış” dedirten bir tablo var. Sözde iki yakın arkadaşın itiraflarını dinlerken tüylerimiz diken diken oluyor.
Gürol Tonbul – Aç evlilik programlarını, eniştenin baldızını, erkek kardeşin kız kardeşini, aile içi ensest ilişkileri izle. Artık her şey allak bullak oldu. Dejan Dukovsky’nin anlatmak istediği bu. “Bir ülkede kutsal sayılan değerleri yerle bir ederseniz şiddet doğar”. Orada bir tersinlemeyi kullanıyoruz. Oyunda insanların izdüşümlerini oynayan kuklalar arasında çok “onurlu” bir şey var. Hayatın izdüşümünde aynı oyuncuların kuklalarından gerçek hayata geri döndüğümüz zaman “değersizliklerinin” olduğunu görüyoruz. Bu bize bir kuklanın bile bir değerinin olduğunu anlatıyor. Bu kuklayı oynatan insanın bir onurunun olduğunu anlatıyor. Kuklaların arasındaki oyunda, kuklalardan biri diğerine “seni onurumdan daha fazla sevmiyorum” der. Öte yandan, oyunda sözde arkadaşlardan biri diğerinin nişanlısıyla yatıyor, öteki de onun karısıyla yatıyor. Dünyada ve ülkemizde durum bu değil mi? Bakın evlilik programlarına, ülke Aşk-ı Memnu’ya döndü. Dejan Dukovsky’nin de söylediği bu. Bu yalan toplumundan, bu riyakarlıklarımızdan sıyrılmamız lazım. Buna “dur” diyecek kişi, televizyon kanallarında bu programlara “dur” diyecek kişi “seyircidir”. Bu oyunla, seyircileri o duyarlılıkla bu kepazeliklere bir “dur” demeye çağırıyoruz. “Dur” deyin o zaman. Eğer bu gidişe bir “dur” demezseniz, geleceğimiz nokta budur. “İnsanları bir arada tutan değerler vardır”. O değerler olmazsa, şiddet kaçınılmaz olacaktır.

SDK – Peki, insanları bir arada tutan ve şiddeti frenleyen bu değerler nelerdir?
Gürol Tonbul – Aile, ulus birliği, başınıza bir felaket geldiğinde birleştiren, mutlu olduğunuzda birlikte heyecanlandıran duygulardır. “Bir kişinin derdi, sizin derdiniz olmuyorsa kaçınılmaz olarak bu çok şeyi değiştirir”. Komşun için üzüleceksin. Çünkü aynı şey senin de başına gelebilir. Eğer onun için üzülmezsen, bu durum insanı duyarsızlaştırır, insanları ötekileştirir, sonuçta ayrışma ve bölünme kaçınılmaz olur. Etnik kimlikler ön plana çıkarılmaya başlandığı andan itibaren şiddet kaçınılmazdır. Ulus birliği parçalanıp etnik kimliklerin ön plana çıktığı bir ayrışmanın, bir bölünmenin söz konusu olduğu durumlarda şiddet tırmanır, şiddet patlar. Ülkede 50 insan ölüyor. Eskiden, yıllar önce televizyonda yas ilan edilirdi. Bu ne demek? “Senin acını paylaşıyorum” demek. “Senin acın, benim acım” demek. Şimdi her şey kaldığı yerden devam ediyor, vur patlasın çal oynasın, insanlar göbek atmaya devam ediyor. Biz de bu oyunda o nedenle “şiddeti göbek havasında” anlatıyoruz. Bu bir ironi aslında. Bu ülkede 1999 yılında, deprem olduğu sırada sahil kasabalarında insanlar masaların üzerinde göbek atıyordu. Binlerce insanın ölmesi göbek atanları hiç ilgilendirmedi. Bu ülkede “asıl deprem” oydu! Burada Dejan Dukovsky’nin anlatmak istediği şey bu aslında.

SDK- Kuklalara gelelim. Oyunda kuklaların yeri ve amacı nedir?
Gürol Tonbul – Oyunda kuklalar, aslında oyuncuların iz düşümüdür ve sistem içindeki bireyin bir kukla gibi ipleriyle sisteme nasıl bağlandığının ve hareket edemediğinin bir göndermesidir. Olumlu anlamda da şudur. Kuklaları oynatan kişi eğer iyiyiyse, o cansız tahtaya bile bir ifade verebiliyor. Yani bir kimlik verebiliyor. O cansız kukla dediğimiz şey bile olaya karşı bir tepki verebiliyor. Oyunun sonunda, “kukla, kuklacıyı öldürüyor”. “Kurban ve celladı” ikileminde olduğu gibi. Kukla elindeki bıçağı kuklacının ayağına saplar. Kuklacı ölür. Ölen kimdir aslında? Kuklanın kendisidir. Siz birini öldürdüğünüz zaman aslında “kendinizi öldürüyorsunuz”.

SDK – Kuklalar oyuna nasıl dahil oldu?
Gürol Tonbul – Kuklalar esas metinde yoktu. Kuklaları metne koymaya ben karar verdim. Bu biraz da hayata bakışınızla ilgili bir şey. Mesela, insanları öldüren tetikçiler var. Bu tetikçileri ortadan kaldırdığınızda şiddet bitti mi? Kuklalar insanların suretlerine bir gönderme. Yugoslavya gerçeğinde bakarsak, kuklacı burada tetikçidir. Ama olumlu yönde bakarsak, sisteme yansıyan suretlerimiz bizim kuklalarımızdır. Bu sisteme sıkışıp kalan insanın “çaresizliğini” de anlatır. Sistem içinde bireyin “çaresizliğini” de vurgular. Mesela adam oyunda bir şikayet dilekçesi yazar, etrafında kimse kalmaz.

SDK – Adam oyunun bir yerinde “kendine kutular yapmış orada oturuyorsunuz” der. Adam ne demek istiyor?
Gürol Tonbul – Bu söz bireyin toplumda şiddete uğradığında “tanık bulamamasına” bir gönderme ve sizin de yarın şiddete uğradığınızda aynı şekilde “tanık bulamayacağınız” gerçeğini de dile getiriyor. Siz de yarın “yalnız” ve “çaresiz” kalacaksınız. Çünkü “kendi kutularınıza saklanmışsınız”. Şimdi gaspa uğradığında orada 30 kişi var ve kimse senin için tanık olmuyorsa, sen de başkasını gasp edeceksin nasıl olsa hiç kimse tanık olmuyor. Senin paran çalındığında, sen de gidip bir başkasının parasını çalıyorsun, nasıl olsa kimse tanık olmuyor. Madem tanık yok, “ben de istediğim gibi at oynatırım” diyorsun. Böyle olunca, herkes kendi hukukunu kendisi yaratıyor, kendi hakkını kendisi arıyor. O zaman da şiddet doğuyor. “Kimse tanık olmak istemiyor”. “Suça iştirak” burada başlıyor. Türkiye’deki en önemli sorun bu değil mi? “Türkiye’de kimse hukuk önünde, tanık olmak istemiyor”. Aman başıma bir şey gelmesin diye “insanlar kendi kutularına çekildiğin anda “suça iştirak etmiş” oluyorsun. Bu da hukuk devletini ortadan kaldırıyor. Yasaların bir hükmü kalmıyor, şiddetin ve kaosun hakim olduğu bir toplum ortaya çıkıyor.

SDK – Oyunda her anlamda, kadınları sürekli şiddete uğruyormuş gibi görüyoruz değil mi?
Gürol Tonbul – Ben burada kadından yana tavır koyuyorum. Oyunda kadınlar hep ortadadır. Kadınlar hep “haksız şiddete” uğruyor. Kadınların o şiddeti yaratan kişilere meydanı bırakmayacak kadar “onurlu” ve “yürekli” olduğuna inanıyorum. Oyunda kadın kendini aldatan adamla yüzleşir ve “ben, seninle gelmiyorum” diyerek karşı çıkar. Adam o kadar işkenceye uğramış bir insana dönüp “bana bir şans daha ver” diyor. Nasıl versin? Ayyaş, kadını dövmüş, kadını aldatmış, bir not bile bırakmadan çekip gitmiş. Burada erkeklerin ne kadar nobran olduğunu ve aslında şiddeti yaratanın onlar olduğunu anlatıyoruz. Burada kadının nasıl ayakta kaldığını görüyoruz. Duyarlı kadınlar tepki gösterirse şiddeti ve savaşı bitirirsin. Çıkış anahtarı kadınlardır ve ışığı göreceğimiz nokta kadınlarla başlıyor. Hüznün de neşenin de kaynağı kadın.

SDK – Adam, “ay dedeyi öldürüyor” değil mi?
Gürol Tonbul – Adam burada romantizmi öldürüyor. Adam duyguları bitiriyor. Eğer duygu yoksa, zaten şiddet vardır. Bir insanın acıma duygusu şiddeti engelleyen bir şeydir.
Bunun adı duyarlılık zaten.

SDK- Şiddet uygulayan adamları da kadınlar doğurmuyor mu?
Gürol Tonbul – Hayır, kadın şiddeti doğurmuyor. Kadınlara yüklenen konum böyle.
Yani, kadının hafif dekolte giyinme şansı yok, birileriyle bir yerde oturup konuşması yasak. Kimse bunu sorgulamıyor. O nedenle, hem kurbanı hem de celladı aynı oyuncuya oynatmamızın nedeni bu. Oyunda gelip kadının düğmesini koparan da aynı erkektir, sorgulayan da aynı erkektir. Halbuki kimse sormuyor, “başına ne geldi?” diye. Kadının uğradığı şiddeti kimse sorgulamıyor. Sorgulamamız gereken kendi kıskançlığımız. Mesela, “iki aylık hamile kadının o gösteride işi neydi?” diye soruyor ama polise dönüp, “sen neden kadının karnına tekme vurup da kadının çocuğunun düşmesine sebep oldun” diye kimse sormuyor.

SDK - İnsan şiddeti bitirebilir mi?
Gürol Tonbul – Evet, insanoğlu şiddeti bitirebilir. Eğer insan kendi yarattığı şiddeti seyretmekten, okumaktan, televizyonların başında meşrubat içerken izlemekten zevk almıyorsa bitirebilir. Yüzlerce savaş görüntüsünün ortasında oturup da yemek yemenin benim açımdan açıklanabilir hiç bir yanı yok. Şiddetin gerçekten bitebilmesi için seyircinin kendi gerçeği ile yüzleşmesi gerek. Tiyatro bunu başarabilir mi? Biz sadece bunu ortaya bir model olarak koyuyoruz. Televizyonlarında başka kanalların da seyirciye bu gerçeği söylemesi gerek. “Katilleri değil, duyarlı insanları kahraman yapmamalılar”.

SDK – Palyaçoların ellerindeki kırmızı ve beyaz eldivenlerin özel bir anlamı var mı?
Gürol Tonbul – Kırmızı ve beyaz eldivenlerle “eşitliğin” ve “kardeşliğin” sanatın bir ölçütü olabileceğini ama “özgürlüğün” bireye bağlı olduğunu anlatmak istiyoruz. Mavi “özgürlük” rengidir ve bireyin yaşama biçimi ve tercihlerine bağlı olabileceğini söylüyoruz. Palyaçoların yüzünde gördüğümüz kırmızı kalp, “sanatın sevecen” yüzünü temsil ediyor.

SDK – Fuayede çekmeceleri olan kocaman kırmızı bir dolap var. Dört bir yanı çekmece ve açık çekmecelerden bir takım kağıtlar dışarı doğru sarkıyor. Bu çekmeceler ve kağıtlar ne anlama geliyor?
Gürol Tonbul – Bu “Pandoranın Kutusu”. Açık duran çekmecelerde her gün güncellenen Türkiye’de ve dünyada işlenmiş olan cinayet ve şiddet haberleri var. Oyunla paralel giden bütün şiddet ve cinayet haberlerini çekmecelere koyuyoruz. Seyirci gelip açtığı zaman kendi şiddetini yaratmış oluyor. Cinayet haberlerini okuyor ve şiddetin gerçeği ile yüzleşiyor.

SDK - Oyun öncesi fuayede çok sayıda Bosna Hersekli Türk vardı. Üstelik çoğunluğu kadındı. Kadın çoluk çocuk, genç insanlar oyunu izlemeye gelmişler. Konuşmalarından anladığım kadarıyla, oyunu aralarında değerlendiriyorlardı. Oyunu izleyen Boşnakların tepkisi ve oyun hakkında geri dönüşleri nasıl oluyor?
Gürol Tonbul - Nasreddin Hoca bir gün damdan düşmüş, yatmış yatak döşek. Ev ziyaretçi kaynıyor ama Hoca mutlu değil; ziyaretçilerin bir çoğunu da ters yüz edip gönderiyor. “Aman” demiş karısı, “Neden terslersin insanları? Bak, herkes hatırını soruyor, senin acını paylaşıyor” Hoca bakmış karısına. “Tamam” demiş, “Git, onlara sor. Damdan düşen var mı aralarında? Çünkü, benim halimden bir tek o anlar.” Şimdi bunu niye anlattım. Bizim seyircimizin ilginç bir yanı var. Eğer başına gelmezse, birçok konuda duyarsız kalıyor. “Bana ne” ci davranıyor. Oysa, “oyunlar insanın başına gelme olasılığı taşıyan anlar üzerine” kuruludur. Bir gün damdan düşebilir, istemeden bir savaşın ortasında bulabilirsiniz kendinizi. Onun için yanı başımızda olan şiddeti, ötekileştirmeyi görmezden gelemeyiz. Yıllarca savaşın ve alışılagelen, kanıksanan bir şiddetin ortasında yaşayan Balkan insanı çok etkileniyor oyundan. Şiddeti bir şekliyle günümüzde de yaşayan, yaşayabilirim korkusu taşıyan herkes daha duyarlı bakıyor oyuna. Duyarsız kalmak, oyunda olup bitenleri “Aman bana ne ya!” diye seyretmek suça iştiraktir ve şiddeti yasallaştırmaktır. Bunu anlamak için “ille de damdan düşmek gerekmiyor”.

SDK - Balkan Halkları federasyonundan ya da Bosna Hersek Federasyonundan oyunu izleyenler oldu mu? Olduysa tepkileri nasıl oldu?
Gürol Tonbul – “Balkan Göçmenleri Derneği” ve “Federasyonundan” yetkililer ve Türkiye’de eğitim gören insanlar seyretti oyunu. Oyunu kendi ülkelerine götürmek istiyorlar. İki açıdan önemli bu talepleri. Birincisi, şiddeti iliklerine kadar yaşayan ve bugün de bir “Barut Fıçısı” üstünde oturan; “altımdaki fıçı her an patlayabilir” diyen kişiler olmaları. İkincisi de “Barut Fıçısı” gibi sert bir oyunun Devlet Tiyatroları’nda sahnelenmesi. Bu açıdan baktığım zaman, önemli bir işi başardığımı düşünüyorum. İzmir Devlet Tiyatrosu’nun suya sabuna dokunmayan bir yapısı olduğunu düşünenler bu oyunla izlenimlerini değiştiriyor. Ayrıca, şunu söylemeliyim. Oyun metnini bizim seyircilerimizden bazıları küçümsüyor. “Bu da oyun mu” diyenler oluyor. Tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrası Beckett’i küçümseyenlerin çıkması gibi. Oysa, bugün Beckett tiyatro tarihinde bir dönüm noktası sayılıyor Dukovski de bu çağ için çok önemli bir yazar. Şiddetin legalleştiği, olur olmaz nedenlerle insanların birbirine şiddet uyguladığı bir ortamı anlatıyor. Oyunu anlamak için damdan düşmek isteyen varsa onun sorunu elbette. Dukovski uyarıyor: “ Şiddet gelince başa, bildiğiniz bütün nedensellikler, bütün çözüm yolları biter, o an da sadece seçim noktasında kalırsınız. Ya şiddet uygulanmasına göz yumacak ya da siz de şiddet uygulayacaksınız” diyor. Onun için ana sorunu konuşmamız gerek. Şiddet ortadayken o şiddetin kim tarafından, ne amaçla yaratıldığına bakmadan şiddete karşı durmalıyız.. Oyundaki kişilerin “görmezden gelen tavırları” gibi günlük hayattaki “suskunluklarımız” şiddeti yaratmada “suça iştiraktir”.

SDK – “Barut Fıçısı” için söylenebilecek en son cümle ne olabilir?
Gürol Tonbul – 3D ilkesi. “Barut Fıçısı” için en son söylenecek üç şey var. “Duyarlı Olmak, Duyarlı Olmak ve Duyarlı Olmak”. Eğer duyarlılık varsa “denetim” vardır. Eğer duyarlılık varsa, “doğruluk” vardır. Eğer duyarlılık varsa, “dürüstlük” vardır. Duyarlılık yoksa hiçbir şey yoktur. Yasayla, tek başına “denetim”, “doğruluk”, “dürüstlük” gelmez. En büyük hata budur. Olayları sonlandıran ve hayata daha olumlu bakmamızı sağlayan insanların duyarlılığıdır.

Dünya kanıyor. Biz özümüze bakmaktan korkuyoruz. Japonya’da yüzyılın depremi oluyor. Amerika’da birileri depremde ölenlerle dalga geçiyor. Toplu ölümler bazılarına “komik” geliyor. Özümüz çürüyor. Libya, Tunus, Mısır, Yemen, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan, Pakistan’da ve diğer fakir coğrafyalarda kan gövdeyi götürüyor. Sokaklarda çürümeye bırakılan cesetler. Sayısız ölüm. İnsanlar kayboluyor. İnsanlar evlerini terk etmek zorunda kalıyor. Milyonlarca göçmen. Aç, susuz, ölüme terk edilmiş. Beyaz efendilerin sığ merhametine terk edilmiş milyonlarca “çaresiz insan”.

Artık dünyada “güven” ve “istikrar” Kaf Dağındaki masal ülkesi.
Ama biz “afiyetteysek, çok şükür” bir sorun yok. “Sırtımı dönerim, keyfime bakarım” anlayışı hepimizi ele geçirmiş. “Küçük kutucuklarımıza saklanmamızı” fırsat bilen semirmişler,
“gemi azıya almış” durumda. İştahı kabarmış birileri şişkin parmaklarıyla bombalanacak yerleri işaret ediyor. Paralar el değiştiriyor. Kandan semirmiş silah tüccarları daha çok silah kusuyor. Dünya kanıyor. Daha çok kanıyor. Artık şiddet havada zehirli bir gaz. Soludukça ciğerler yanıyor. Şiddet özümüzü yok ediyor. Dünya kanıyor.

Nihai sona bir kala, şiddet almış başını gidiyor.





.Eleştiriler & Yorumlar

:: Tiyatro/Şiddet/Yaşam
Gönderen: Vildan Sevil / , Türkiye
24 Mart 2011
Sn Seval Deniz,"Tiyatro oyunu yaşamı mı yansıtır?/Yaşamımız bir tiyatro oyunu mudur?"ikilemine bir kez daha götürüyor. Bizi boğan sorunlara,duyarlı yüreği ve anlatımı ile, yine çok iyi bildiği tiyatro dünyasından yola çıkarak ayna tutuyor.Hele de demokrasi adına kan gölüne çevrilmek istenen bugünkü dünyamızda, şiddet, sorumluluklarımız üzerinde tekrar düşünmeye çağırıyor. Teşekkürler...




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplum ve birey kümesinde bulunan diğer yazıları...
Franca Rame ve Dario Fo"dan Büyüklere Masallar : Japon Kuklası
İçimden Çıkan Küheylan...
"İşi Kapmak" İçin Ne Kadar "İleri" Gidebilirsiniz? Metot Oyunu Sınırları Zorluyor!
That Face : Aynada Gördüğün "O Yüz" Kim?
İçimizdeki "Boş Şehir"ler...
"İzmir Kukla Günlerinde", "Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesinde" Başıma Gelenler…
Franca Rame ve Dario Fo"dan "Kadın Oyunları" ve Zeynep Nutku
Sumru Yavrucuk ve Bütün Umudunu Tüketmiş "Umutlara"...
Toplumu Yutmaya Hazırlanan "Dalga Hareketi"
Alice ve Dante'nin İmkansız Birlikteliği

Yazarın eleştiri ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Öpülesi "Yastık Adam" Öyküleri : Kayıp Ruhlara Masallar
Para Ağaçta Yetişmiyor Pinokyo!
Dario Fo"dan "Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü"
Ferhan Şensoy"dan 2019 Türkiye Fotoğrafları
Dumana Boğulan "Romeo ve Juliet"
Ben, "Çıplak Memelerini Değil" Dansı İzlemeye Geldim!
Tiyatronun Yıkımdan Önceki Son Oyun: "Peron" Siz Hayatınızın Kaçıncı "Peron" Undasınız?
Söyleyecek Sözü Olan Oyunlar…
Genco Erkal'dan "Yaşamaya Dair "" …
Siz Hiç Modayı Takip Etmez Misiniz? Marx Şimdi Çok Moda! Takunyalı Sadaka İmparatorluğu Yıkılıyor : Kapitalizm Öldü, Yaşasın Marx!

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İbneler ve Çocuk Cesetleri [Şiir]
Komşu Çocuğu [Şiir]
Bir Bardak Soğuk Suyun Hatırına… [Şiir]
İhtiyaçtan [Şiir]
Deli mi Ne? [Şiir]
Sakız Reçeli Seven Yare Mektuplar [Şiir]
Bir Nefes Alıp Verme Uzunluğunda… [Şiir]
Lord'umun Suskunluğunun Sebeb-i Hikmeti... [Şiir]
Pimpirikli Hanımın, Pimpiriklenmesinin Nedeni… [Şiir]
Yere Göğe Sığamıyorum… [Şiir]


Seval Deniz Karahaliloğlu kimdir?

Bazı insanlar için yazmak, yemek yemek, su içmek kadar doğal bir ihtiyaçtır. Yani benimki ihtiyaçtan. Bir vakit, hayatımla, ne yapmak istiyorum diye sordum kendime? Cevap : Yazmak. İşte bu kadar basit.

Etkilendiği Yazarlar:
Etkilenmek ne derecede doğru bilemem ama beyinsel olarak beslendiğim isimler, Roland Barthes, Jorge Luis Borges, Braudel, Anais Nin, Oscar Wilde, Bernard Shaw, Umberto Eco, Atilla İlhan, İlber Ortaylı, Ünsal Oskay, Murathan Mungan,..


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Seval Deniz Karahaliloğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.