"Bir kitabın kaderi okuyanın zekasına bağlıdır." -Latin Atasözü |
|
||||||||||
|
Güneşin olanca coşkusunu ortaya koyarak, kendisini cömertçe sergilediği bir gündü. Güneşin alev alev ısısını önüne katıp kovalayan rüzgar, insanların yüzüne hafifçe bir tokat gibi çarpıyordu. İnsanlar, serinlemek için kuytu yerlere kaçıyor; güneşin sıcak dostluğuna ara vermek istiyordu. Ağaç altları, gölge yerler hep insanlarla dolmuştu. Güneş ışınlarının dünyaya dik olarak geldiği bu saatte, yol boyunca ilerledim. Seyyar satıcılar, kaldırımlara sıra sıra dizilmişti. Başlarına gazete parçası geçirenden, arabasının altına oturanlara kadar... Az ilerde çocuklar vardı; oynamıyordu. Yerde; karton parçasının üzerine oturmuşlar, geçen insanların yüzlerine bakıyorlardı. Bir beklentileri olduğu güneşten kavrulmuş esmer tenli yüzlerinden belliydi. Yanlarında durdum; yüzlerine baktım. Konuşmak istedim; vazgeçip yürüdüm. Belki de kendimi, onlarda bulmakta korktum. Geçerken bana bakıyorlardı; gözlerimi kaçırdım. Parke taşlı yolda, mağazalardan çıkan insanların arasına karıştım. Aklımda çocuklar, gözüm yolda yürüdüm. Acaba dönüp konuşsaydım mı? Aslında dönmeyi de düşündüm; dönmedim. Yarım saatten fazla zaman olmuştu. İşlerimi tamamlayıp aynı yoldan geri döndüm. Biraz önce gördüğüm çocuklardan ikisi parkın çimlerinin üzerine oturmuşlar, ellerindeki ekmekleri yiyorlardı. İnsanları tartmak için getirdikleri tartı aletleri yolun içinde kalmıştı. Yanlarına sokuldum. Ayaklarımın üzerine çömeldim. Sevgi dolu bakışlarım ve sevecen; içtenlik dolu sesimle : - Afiyet olsun, dedim. Ürkek gözleriyle bana baktılar. Çekingen bir tavırla: - Sağ ol abi, dediler. Yılmışlardı. Bunu tavırlarından anlamak güç değildi. Hayatın zorlukları, bu küçük yaşlarına rağmen sırtlarına binmişti. - Ne yapıyorsunuz burada, diye sordum. Tedirgin olmuşlardı.Azar işitme kaygısını taşıdıkları belliydi. Büyük olanı: - Ekmek yiyok abi. Buyurun! Siz de yiyin, diyerek kopardığı ekmek parçasını minik elleriyle bana uzattı. Teşekkür ettim. Tok olduğumu söyledim. Ellerindeki kuru ekmeği iştahla yediler. Konuşturmaya çalıştım. Sorduğum sorulara çekingen, güvenmez bir tavırla cevap veriyorlardı. - Ne iş yapıyorsunuz? Dedim. Terazilerini gösterdiler: - Tartıyoruz. - Kaça? - Ne verirlerse. - On bin lira verseler de mi? - Evet. Konuştukça güvensizlik hali ortadan kalktı. Daha rahat içten konuşmaya başladılar. Büyük olan daha bilgiç bir tavırla konuşuyordu. - Kaç lira kazanıyorsun? - İki milyon. - Ne yapacaksın? - Biriktiriyorum. Kumbaram var her gün atıyorum. - Sonra ? - Sonrası mı var? Abi! - Bisiklet alacağım. Ben biriktireceğim babam alıverecek. Gözlerim çimlerin üzerinde ters yüz olmuş, parçalanmış ayakkabılara takıldı: - Ayakkabı da alırsın herhalde? - Tabi ki abi! Parayı kazansam alacak çok şey var. Ceket, gömlek, çorap... - İnşallah alırsın, dedim. Gözlerime anlamlı ve derin baktı: - İnşallah, dedi. Küçük olanı söze karıştı: - Oğlum! Ağzında ekmek varken konuşma! Günah olur. - Günah olur mu? Diye sordum. - Bilmem bana kendisi söyledi. Ömer’e döndüm: - Sana kim söyledi? Biraz düşündü. Cevap vermesi gecikti. Birden : - Ha! Babam, dedi. Küçük olanın adı Serhatti.Akarsu gibi berrak, tazecik yüzü zayıflıktan dolayı iyice küçülmüştü. Neredeyse bir deri bir kemik. Ellerine baktım. Kir gibi görünüyordu; ama değildi. Güneşten iyice kavrulmuş; siyahlaşmıştı. Gözleri üzerine güneş düşmüş bir dürbünün camları gibi parlıyordu. Bunlar umuttu, umut. Kıvırcık sarı saçları güneşin altında matlaşmış; yapış yapış olmuştu. Benimle konuşmak istediğini belli eden davranışından sonra, incecik sesiyle: - Abi! Biz hergün buradayız, dedi. - Her gün mü? - Evet. Ha! Okula gittiğimizde, sabahçıysak öğleden sonra geliyoruz. - Ya karda kışta, diyorum. Pürüzsüz; çizgisiz yüzünü hüzün bulutları kapladı.Dudakları gerildi; yüzü ekşidi. Büyümüş de küçülmüş edasıyla; - Bizim için kar kış yok. Her zaman geliyoruz. - Ya soğuk? - Soğuk fakat ne yaparsın ? Ekmek parası. - Baban ne iş yapıyor? Çalışıyor mu? - Çalışıyor. - Kazandığı para yetmiyor mu? - İnşaatta çalışıyor. Evde sekiz kişiyiz. Nasıl yetsin! - Eviniz? Diye başlıyorum. Lafı ağzıma tıkıyor; - Yok. Kirada oturuyoruz, diyor - Biriktirdiğin parayı ne yapacaksın? - Ben de bisiklet alacağım. Hem de on sekiz vitesli olacak. Babam öyle diyor. - Bisiklete binmesini biliyor musun? - Biliyorum. Amcamın bisikleti var. Akşam üstü hep biniyorum. - Ne kadar kazanıyorsun? - Bazı günler çok kazanıyorum. Bir gün hanımıyla birisi geçiyordu. “Tartalım abi” diye bağırdım. Döndü bana baktı. Sonra terazinin üstüne çıktı. Hanımı ve çocuğu da tartıldı. Cebinden para çıkardı. Bana tam iki milyon verdi. “Hepsi senin” dedi. - Çok sevinmişsindir? - Hem de ne biçim! - Böyle çok oluyor mu? - Bazen oluyor. Serhat ile konuşmamız uzayınca, Ömer sıkıldı ve söze karıştı. Buna benzer bir olayında kendi başından geçtiğini anlattı. Sabırla dinledim. Sevgiyle baktım gözüne. Gözlerinin içi güldü. Beni kendisine yakın bulduğu belliydi. Durmadan bir şeyler anlatıyor, gülüyordu. Arada bir yanındaki arkadaşına şaka yapıyordu. Sevgi güzel şeydi. Nice kötülükleri engelliyordu. Birçok şeyi kolayca hallediyordu. Yaratılanı, yaratandan ötürü sevmek insanı yüceltiyor, duyguları ilahileştiriyordu. Bir ara elimi Ömer’in omzuna attım. Sordum: - Sen hiç kitap okudun mu? Düşündü, yüzüme baktı: - Okudum abi! Dedi. İsimlerini sordum, okuduğu kitapların. Kendince bir şeyler söyledi. Okumamanın kötü olduğunun farkındaydı. Eksiğini kapatmak istercesine konuştu: - Abi! Param olsa alacağım. Ben kitap okumayı çok severim. Fakat imkansızlık işte! - Kitap okumak için kütüphaneye gitmen yeterli değil mi? - .... Bu konuda konuşmak istemedi. Sıkılmış; belki birazcık da utanmıştı Kitap okumamanın ezikliğini yaşamıştı. Serhat söze karıştı: - Ben okudum, dedi gururla. Ne okuduğunu sormadan, okumanın önemini anlatmak istedim: - Çocuklar! İyi bir insan olmak için bilgili olmak gerekir. Bilgi de çok okumakla edinilir. İslam’ın ilk emrinin “Oku” olduğunu, Peygamberimizin beşikten mezara kadar ilim öğrenmeyi tavsiye ettiğini biliyorsunuzdur. Evet anlamında başlarını salladılar. Konuşmamı sürdürdüm. - Çok okuyun. Etkili ve yetkili olmanın yolu budur. - Ne olacaksın Serhat? Diyorum. - Öğretmen, diyor hiç duraksamadan. - Neden? - Öğretmenliği seviyorum. Öğretmenler iyi insanlar. Bizim öğretmenimiz şeker gibi şeker. Bizi seviyor; güzel şeyler öğretiyor. - Ne gibi şeyler? - İyi insan olmak için, kötülüklerden uzak durmalıymışız... Bu sene namaz kılmasını da öğretti. - Ya! Öyle mi? - Evet. Zaten ben Cuma namazına gidiyorum. Büyüyünce namazlarımı kılacağım. Yapış yapış olmuş saçlarının arasında parmaklarımı gezdiriyorum; kedi yavrusu gibi uysallaşıyor. - Aferin! Diyorum. Ömer, araya giriyor: - Ben de öğretmen olacağım, diyor. - Öğretmeninizi çok mu seviyorsun ? - Çok, diyor, ufuklara bakarak. - İnşallah öğretmen olursunuz diyerek ayrılmaya hazırlanıyordum ki, gözlerini yüzümde odakladı: - Abi! Sana bir şey anlatayım, dedi. Hafifçe başımı salladım. Anlat, dedim: - Geçen gün başıma bir şey geldi. Buradan iki cadde ötede duruyordum. Önümde tartı aleti, cebimden çıkardığım çekirdekleri çitliyordum. İki kişi geldi. Motorlarını kenara çektiler. Benden daha büyüktüler. Ben tartılacaklar zannettim. “Tartalım abi”, dedim. Onlardan birisi: - Çekil git buradan! Bir daha da gelme, dedi. - Olmaz, dedim. - Seni döveriz, diyerek tehdit ettiler. - Ben, hiç istifimi bozmadım. Beni tuttuğu gibi motorun arkasına attı. Bilmediğim bir yere götürdüler. Çok korkmuştum. Birkaç tokat atıp, tanıdıklarının tartacağını söylediler. Orada durmayacağıma söz verince geri getirdiler. Geldiğimde terazi olduğu yerde duruyordu. Tartımı aldığım gibi oradan uzaklaştım. Bir daha oraya gitmedim. Tartımın kaybolmayışına çok sevinmiştim. Yoksa bir daha nasıl alırdım ? - Eeee! Sonra? Dedim. - Sonrası yok. Olduğum yerden kalktım. Durgunlaştığımı hissettim. Issız bir düşünceyle, gitmek için birkaç adım attım. - Abi! Sesiyle geri dönüp baktım. Ömer gülümsüyordu. - Abi! Siz ne iş yapıyorsunuz? Dedi. - Niye sordun? Ömer ve Serhat birbirlerinin yüzüne bakıp gülüştüler. - Biz bir tahminde bulunduk da! - Öğretmenim, dedim. - Biz de öyle söyledik kendi aramızda. - Nasıl anladınız? - Konuşmandan. Tekrar geri döndüm ikisinin karşısına dikildim. - Ben, aynı zamanda hikaye de yazıyorum. Kitaplarım çıktı. Kitapçılarda var. Israrla kitaplarımın adını sordular; söyledim. Okuyacaklarını söylediler. Serhat: - Abi! Bizim hikayemizi de yaz. Ne olursun? Lütfen... - Tamam, tamam. Sizin hikayenizi de yazacağım, diyerek başlarını tekrar okşadım. Küçükken, ayakkabı boyadığım günleri hayalimde canlandırarak, şehrin akıp giden gürültülü kalabalığının arasında kendime yol bulup uzaklaştım... .
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Duran Çetin, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |