Sevgi dünyadaki yaşam ırmağıdır. -Henry Ward Beecher |
|
||||||||||
|
O sabah evden çıktıklarında gün daha doğmamıştı. Annesi ile birlikte arabaya binmişler ve adeta bir bilinmeyen yöne doğru hareket etmişlerdi. İkisi de konuşmuyordu. Annesi ağlamaklıydı. Gözlerinden yaşlar sessizce aşağıya doğru süzülüyordu. Mustafa, annesine arada bir " Lütfen ağlama. Yoksa geri dönmek zorunda kalacağım" diyordu. Annesi, bir müddet susuyor; ama biraz sonra yine sessizce, gizli gizli yaşlar akıtıyordu gözlerinden. Yüreği yanıyordu. İçindeki alev sönmüyordu. Güçlü olmaya çalışıyordu. Oğluna mahcup olmak istemiyordu. Yaşlıydı. Hastaydı. Ayakta duracak gücü de yoktu. Hayatta hep yalnız kalmıştı. Bir tek oğlu vardı yanında. Bir umutla yıllarca beklemişti eşini. Ama O hiç gelmemişti. Sadece oğlu Mustafa vardı yanında. O, her şeyi olmuştu kadının. Mustafa, kırk yaşlarında iri yarı, dev cüsseli biriydi. Tek varlığı annesiydi. Hep onun mutluluğu için yaşamış, kendini ona adamıştı. Hayatın cilvesiyle çok karşılaşmıştı. Bunun için pek de ciddiye almıyordu yaşamı. Olaylar karşısında olgun davranıyordu. Ezik yetişmişti. Hep büyük bir adam gibi hareket etmişti. Çocukluğunu hiç yaşamamıştı. Babasızlığın ne demek olduğunu daha küçük yaşlarda öğrendi. Onu çok küçük yaşlarda kaybetmişti. Bu nedenle babasını hiç hatırlamıyordu Ömründe hiç kimseye baba dememişti. Bayramlarda kendisine hiç kimse harçlık vermemişti. Hiç kimse ona bir baba olarak hediye almamış ve kendisini kucaklayıp öpmemişti. Baba sözcüğünün ne anlama geldiğini dahi kavrayamamıştı zihninde. Okul sıralarında arkadaşları onunla hep alay etmiş ve "Baban kim?", "Sen piç misin?", "Baban nerde senin? Seni niye bırakıp gitti?" gibi sorular sormuşlardı. Ona en çok da "Piç" damgası yemek acı gelmişti. "Ben piç değilim!" diye haykırmıştı her defasında. Hep isyan etti yaşamı boyunca. Neden babası yoktu? Neden bu dünyada yapayalnızdı? Hiç kimse bir defacık olsun onu parka götürüp eğlendirmemişti. Bir babası olsaydı böyle mi olurdu? Annesine sorduğunda aldığı cevap aynı oldu yıllarca: "Baban uzaklara gitti yavrum. Bir gün mutlaka gelecek" Peki neden bırakıp gitmişti? Nereye gitmişti? Neresiydi bu uzaklar? Neden bu kadar uzak tercih edilmişti? Neden hala gelmiyordu babası? Neredeydi? Nerelerdeydi? Ne zaman gelecekti? Dile kolay, tam otuz yıl ayrıydı babasından. Hep "Bir gün gelecek" denmişti. Ama nedense gelecek olan, o bir gün, hiç gelmemişti. Araba, yavaş yavaş Mağusa′dan çıktı. İkibuçuk mil denilen Rum Kapısı yönüne hareket etti. Oradan da Paralimni istikametine yöneldi. Üç tepelere gideceklerdi. Hala ikisi de hiç konuşmuyordu. Arada bir kadının hıçkırık sesi olmasa arabayı hayaletlerin kullandığı zannedilecekti. Artık kapılar açıldığı için Rum tarafına rahatça geçebiliyorlardı. Aslında gitmeyi çok sevmiyordu; ama nedense içinden de hep gitmek isteği geliyordu. Sanki oralarda yıllar önce kaybettiği bir şeyleri bulacak gibi hisse kapılıyordu. Bir umut taşıyordu içinde. Ne olduğunu bilmediği, görmediği bir şey tasarlıyordu hayalinde. Bazen gözlerinin önüne birini getiriyor ama kim olduğunu kendisi de kestiremiyordu. Puslu, sisli bir görüntü içinde iri yarı, dev gibi birini görüyordu sanki… Araba ile İki buçuk mil kapısından geçtiler. Rum polisi kimliklerine baktı. Hiçbir şey demeden geçmelerine izin verdi. Mustafa aldırış etmedi Rum polisine. Onların insana böyle tepeden bakmalarını sevmiyordu. Zihni, başka şeylerle meşgul olduğu için aldırmadı. Tüm dikkati direksiyondaydı. Sadece düşünüyordu… Çocukluğunun geçtiği köye gitmişti birinde. Annesini de almıştı yanına. Evlerini görecekti. Top oynadığı bahçeyi görecekti. Annesinin ektiği cemileleri görecekti. Evin önündeki, salıncak kurup sallandığı o dev ağacı görecekti. Kerpiçten yapılmış ve mutluluk abidesi olan o küçük köhne sarayı göreceklerdi. Ama bir kez daha hayal kırıklığı yaşamışlardı. Gittiklerinde ne bir kerpiç ev bulabildiler; ne de bir bahçe. Ağaçlar da yok edilmişti. Sıcak yaz aylarında içerisinde serin serin oturdukları kerpiç ev yıkılmış, yerine modern bir villa yapılmıştı. Eskiyi anımsatan hiçbir iz kalmamıştı. Yoktu. Ve burada da hiç tanımadıkları Rum aileleri oturuyordu. Sadece şöyle uzaktan göz atmışlar ve içlerindeki büyük özlemle kendi yuvalarına geri dönmüşlerdi. Zihni geçmişlerde dolanıp duruyordu. Hep çocukluğunda yaşadığı güzel günleri düşünüyordu. Arada bir buraya gelip babasını sorduğu Rumları hatırladı. Kimse de bir şey anlatmamış, duydukları zaman hemen yanından uzaklaşmışlardı. Bir akşam arkadaşını ziyarete gittiği Pile Köyü′nü düşündü. Hayatında hiç unutamayacağı sürpriz gecesini hatırladı arabasını sürerken. Orada duyduklarını hiçbir zaman unutmayacaktı. Ve tesadüfen orada öğrendikleri, onun hayatını değiştirmişti. Şimdi dünyaya daha farklı bir gözle bakıyordu. İçinde bir umut mu, yoksa bir tükenmişlik mi vardı? Kendisi de bilmiyordu. Ama içindeki karmaşık, belirsiz duygular, yavaş yavaş bir netlik, bir açıklık kazanıyordu şimdi. O gece Pile′de bir tanıdığının evine misafirliğe gitmişti. Orada bir Rum′la tanışmıştı. Sohbet esnasında Rum, ikide bir Mustafa′ya bakıyordu. Dikkatli gözlerle onu süzüyordu. Adeta gözleriyle yiyip bitiriyordu onu. Arada bir göz göze geldiklerinde suç işlemiş bir günahkâr gibi bakışlarını kaçırıyordu. En son dayanamayıp karışık bir dille sordu: "Sen Ahmet′in neyi olursun?" "Hangi Ahmet′in?" diye cevap verdi Mustafa. "Savaştan önce Nafi′de çalışan Ahmet vardı. Famagusta′dan. İri yarı biriydi." Mustafa heyecanlanmıştı; fakat belli etmemek için umursamaz bir şekilde "Oğluyum" dedi. Şaşırmıştı Mustafa. Şoke olmuştu. İlk defa kendisine, biri, babasını soruyordu. Ve üstelik soran da bir Rum′du. Mustafa, "Sen babamı tanıyor musun?" diye sordu. Rum, evet der gibi başını salladı ve tereddütlü bir şekilde anlatmaya başladı: "Babanı Nafi′den biz aldık" dedi önce. Fakat ardından bir gaf yapmış gibi düzeltircesine: "Yani onlar aldı" dedi kekeleyerek. Mustafa "Kim?" diye sordu. Rum: "Bizim askerler" dedi. Önce "Biz", sonra "Onlar" şeklinde anlatmaya başladı hikâyeyi: "Aldık onları Paralimni′ye geldik. Üç tepeye götürdük. Önce çukurlarını kazdırdık. Bazılarının enselerinden, bazılarının ağzından, bazılarının da kafalarından ateş etti…ler. Hepsini vurdular. Sonra bir kuyuya attılar. İngilizler, o gece araştırmaya çıkacaklarını söylediler. Askerler bunu duyunca o kuyudan alıp başka kuyuya attılar. Şimdi üç tepelerdeki kuyuda bulunuyor" dedi. Bunları anlatırken Rum′da bir korku, bir çekinme olmuştu. Çünkü Mustafa iri yarı biriydi. Rum, "Babana çok benziyorsun. O da böyle iri yarı, cesur, gözü pek biriydi. Hiçbir şeyden korkmazdı. Hatta yakalandığında iki kez kaçmayı denedi. Bir defasında başardı. Ama en yakın arkadaşı olan Rum Yorgo onu ihbar etti. Yakalanmasını sağladı. Eğer Yorgo, babanı yakalatmasaydı o gün baban, bütün Türkleri kurtarabilirdi." dedi. "Ama o gün de işe gitmeyeceklerdi. Ortalık karışıktı. Bir şeylerin olacağını herkes biliyordu. Hiçbir Türk o gün evinden çıkmayacaktı. Yazık oldu. Ben onların ölmesini istemezdim." diye günah çıkarmaya çalışıyordu Rum. "Biz, düşman değiliz. Ben Türkleri çok severim. Bak, her Pile′ye geldiğimde bu aileye uğrarım. Kardeş gibiyiz. Yok sen da bana düşmanlık besleyesin. Babanı ben öldürmedim. Onlar öldürdü" dedi. Mustafa beyninden vurulmuşa döndü. Oysa yıllarca kendisine hep: "Baban uzaklara gitti" denilmişti. Gülerek Rum′a "Merak etme. Bizimki dokuz canlıdır. O kolay kolay ölmez. Şimdi, nerede hovardalık, çapkınlık yapıyordur? Annem onun öldüğüne hiç inanmadı. İnanmıyor. Hep uzaklara gittiğini söylüyor. Sen meraklanma. Bizimkisi yarın bir gün çıkar gelir." demişti gülerek. Ama dünyası yıkılmıştı. İlk defa birinden babasının öldüğünü duyuyordu. Hem de babasını alıp götürdüklerini söyleyen bir Rum′dan duyuyordu. Şimdi şu adamı burada çekse vursa bunun ne anlamı olacaktı? Aradan tam otuz yıl geçmişti. Geriye ne gelecekti? Babasını kendisine verecekler miydi? Bu süre içinde kin, nefret, intikam duygusu gibi zararlı düşünceler kalmamıştı yüreğinde. Çünkü annesi onun hep iyi bir insan olmasını istemişti ve onu bu şekilde yetiştirmişti. "Vatanını sev, Bayrağını sev, Milletini sev; bir de yaratandan ötürü tüm insanları sev" diye öğütlemişti. Bu nedenle hiç kimseye kin gütmemiş, düşmanlık beslememişti. Sevgi, barış, huzur ve mutluluk, insanlığın temel taşlarıydı. Ve karşısındaki de bir insandı. Bu nedenle düşmanlığa gerek yoktu. Mustafa, Rum′a şu soruyu sordu: " Peki, Nafi, İngilizlerin kontrolü altındaydı. Rumlar nasıl oraya ellerini kollarını sallayarak girdiler?" Rum, biraz da tedirgin "Ben de bilmiyorum. Ama bu sorunun cevabını sen çok iyi biliyorsun" dedi. Ve izin isteyip ayrıldı. Arkasından bakakalmıştı Mustafa dakikalarca. Artık beyni bambaşka şeylerle meşguldü. Neler duymuştu? Neler öğrenmişti? Ama bunların hiç biri anlatılmamıştı kendisine. Belki de yalan söylüyordu bu Rum. Kendisini başka biri ile karıştırıyordu. Ama babasının tarifi birebir uyuyordu. Bu, başka birisi olamazdı. Mustafa eve döndüğünde annesine anlattı olayı. Buruktu. İçi yanıyordu adeta. Yıllarca aldatıldığına mı yansın, yoksa hala gelecek diye umutla beklediği babasının, geç de olsa, ölüm haberini aldığına mı yansın? Annesi ağlayarak gerçekleri anlattı oğluna: "11 Mayıs 1964. O gün baban işe gitmek için evden ayrıldı. Her gün motosikletle giderken, nedense o gün bisikletini aldı. Mağusa′nın ileri gelenleri gitmemesi için O′nu ikna etmeye çalıştılar. O, çok cesurdu. Kendine son derece güvenen biriydi. ′Bana bir şey olmaz′ dedi. Nafi′deki işine gitti. Gidiş o gidiş. Bir daha hiç gelmedi. Bir haber de alınamadı. Senin üzülmeni istemedim yavrum. Küçüktün. Daha çocuktun. Anlayacak yaşta değildin. Belki o zamanlar anlatsaydım için kin, nefretle dolardı. Ben, senin hiçbir zaman kindar bir insan olmanı istemedim. İnsancıl yetişmeni arzuladım. Bu nedenle hep sana ′baban uzakta′ dedim. Ama onun öldüğüne de bir türlü inanmak istemedim. Kim bilir belki de anlatılanlar birer hikâyedir. Gerçek değildir. Ben, hala onun Yunanistan′a esir götürüldüğüne inanıyorum. O, bir gün çıkıp gelecek." dedi. Mustafa "Ah anne! Hala umutlu musun? Otuz sene oldu. Gelseydi şimdiye çoktan gelirdi. O artık yok. O öldü. Bunu kabul etmek gerekiyor." demişti. Ve ardından "Bunu anlamanın tek yolu var. Hafta sonu gideceğiz ve Üç Tepeler denilen yere varıp kuyuları inceleyeceğiz. Bakalım bir şeyler çıkacak mı?" Mustafa, kuyuların incelenmesi için araştırma komisyonuna da başvurmuştu. Kendilerine sıra gelene kadar bekleyeceklerdi. Her defasında "Size de sıra gelecek" denmişti. Olayın uzamasına karşılık nihayet sıra gelmişti. Kuyuların inceleneceği bildirilmişti. Ve işlem başlamıştı. Önce iki kuyu incelenmişti. Bu kuyuların incelenmesiyle altı Türkün cesedi bulundu. DNA testleri yapılarak kimlikleri tespit edildi. Ve bunlar ailelerine teslim edildi. Ama babasına bir türlü rastlamadılar. 30 yıl sonra yakınlarına kavuşan aileler, içleri buruk bir şekilde onları kahramanca şehitliklere defnettiler. 30 yıllık hasret, acı da olsa bitmişti. Bir muamma, bir sır, bir giz açığa çıkmıştı onlar için. Şimdi sıra kendilerine gelmişti. İşte o gün de son kuyu incelenecekti. Evlerinden çıktıklarında tan vakti ağarmamıştı. Sessizce gözü yaşlar içinde Paralimni′de üç tepelere doğru hareket etmişlerdi. Yanlarına birer demet çiçek de almışlardı. Uzun süren saatlerden sonra varılması gereken yere varmışlardı. Gün, artık çoktan ağarmış, vakit epeyce ilerlemişti. Açlık, susuzluk da umurlarında değildi. Sadece içlerinde tarifsiz bir umut, sabırsızca bir bekleyiş vardı. Her iki kesimden de yetkililer hazır bekliyorlardı. İnsanlar dolmuştu adeta oraya. Bir basın ordusu yapılan incelemeyi takip ediyordu. Kuyunun hemen üzeri vinçlerle yarıldı. Belli bir mesafeye kadar vinçler kullanıldı. Sonrası büyük bir titizlik istiyordu. Bir insan boyundan sonra artık fırçalarla çalışılıyordu. Bu da saatler süren bir çalışmayı gerektiriyordu. Mustafa ile annesi birbirine sarılmışlar ve heyecanla bekliyorlardı. Saatler uzadıkça uzuyordu. İlk işlemde sadece çamurlu su çıkmıştı. Kuyunun içine uzman kişiler girmiş fırçalarla temizlemeye başlamışlardı. Fakat olumlu bir sonuca varılamıyordu. Kuyuya defalarca aynı işlem yapıldı. Fakat her defasında da sonuç değişmemişti: Koskocaman bir hiç. Akşama kadar umutla çalışıldı. Gün kızarmaya başlarken yetkililer umutsuzca "İhbar asılsız" diyerek çalışmaya son verdiler. Buradan olumlu bir sonuç çıkmamıştı. Herhangi bir veriye rastlanmamıştı. Ve biraz sonra da orada bulunan herkes dağıldı. Gazeteciler, yaşlı kadının gözü yaşlı bir fotoğrafını çektiler. Çünkü yarınki manşetleri bu yaşlı kadın olacaktı. Belki de "Acı Bekleyiş", "Tükenmeyen Umutlar" veya "Otuz Yıllık Hasret" gibi başlıklar atacaklardı. Kuyunun başında sadece Mustafa ile annesi kaldı. Konuşmadan duruyorlardı. Mustafa annesine giderek ona sarıldı. Şimdi Mustafa′nın da gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Annesine "Ağlama, ne olur ağlama" diyordu. Ama o da kendisine hâkim olamıyordu. Birbirlerine sarılmışlar ve tepenin üzerinde esen rüzgâra karşı sessizce ağlıyorlardı. Annesi: "Biliyordum. O ölmedi. O yaşıyor. O gelecek. Bir gün çıkıp gelecek" diyordu. Mustafa: "Anneciğim, neden inanmak istemiyorsun. O artık yok. O öldü. Senin yapacağın sadece bir dua okumak. Son bir dua oku. Hiç değilse duasız kalmasın. Oku. Allah rızası için oku. Ruhu rahatlasın. Huzura kavuşsun. Belki de şimdi cennetten bizi izliyordur. Sana bakıp bakıp inatçı kadın diyerek gülüyordur." diyordu. Mustafa çiçekleri alarak kuyunun ağzına bıraktı. Şimdi kuyu bir çiçek bahçesi gibi görünüyordu onlara. Annesi ellerini havaya açıp bildiği duaları okumaya başladı. Gözünden yaşlar inmeye devam ediyordu. Mustafa da ellerini açarak dua okudu. Bu son duayı okudukça içlerindeki gam, keder yok olmuştu. İçlerine bir sükûnet, bir sessizlik, bir huzur geliyordu. Okudukça rahatlıyorlardı. Okudukça sanki bulundukları tepe de bir rahata, bir huzura kavuşuyordu. Ilık ılık esen rüzgâr, yüzlerine vurdukça onlara tatlı bir haz veriyordu. Duaları bitince Mustafa annesini kaldırdı. Ellerini omuzlarından atarak arabaya doğru götürdü. Annesi kendi kendine "Biliyordum. Biliyordum. O ölmedi. Gelecek. Bir gün mutlaka çıkıp gelecek!" diyordu. Başını Mustafa′nın göğsüne dayadı. Arabaya doğru yürüdüler. Mustafa, arabanın kapısını açtı. Annesini yan tarafa aldı. Kendisi de şoför mahalline geçti. Karanlığa kalmamak için arabayı çalıştırdı. Biraz sonra yavaş yavaş araba hareket etti. Tepelerden aşağıya doğru nazlı bir gelin edasıyla süzüldü. Ve Mustafa, arabayı vatanlarına, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti′ne doğru sürmeye başladı. Biraz sonra geçiş kapısına geldiğinde TC ve KKTC Bayraklarının gönderde nazlı nazlı dalgalandığını gördü. İçine anlatamayacağı bir mutluluk doğdu. Annesine dönerek: "İşte, babamın bize en güzel hediyesi bu" dedi. "Özgürlüğümüz." Son TMT'nin 50 Kuruluş Yılı Nedeniyle Düzenlenen Öykü Yarışmasında İKİNCİLİK Ödülü almıştır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |