İskender Pala'nın Kaleminden Zamana Meydan Okuyan Bir Aşk Destanı
İskender Pala, "Aşk Hikayesi" ile Okurlarını 17. Yüzyıl İstanbul'unda Soluk Soluğa Bir Serüvene Çıkarıyor
10 Haziran 1617 sabahı, İstanbul'un Kulaksız Kabristanı'nda bir kadın mezarının üzerinde biri kadın üç ceset bulunur. Erkekler mezara yüzüstü kapanmış, kadın ise onlardan birine sarılmıştır. Aylar süren soruşturmanın ardından devrin yetkilileri, bu gizemli ölümün sebebini tek bir kelimeyle açıklar: Aşk.
Usta yazar İskender Pala, merak uyandıran bu esrarengiz olaydan yola çıkarak okurlarını çeyrek asra yayılan, acı, sadakat ve hasretle yoğrulmuş bir kara sevdanın derinliklerine davet ediyor. Divan edebiyatı alanındaki akademik birikimini edebi üslubuyla birleştirmesiyle tanınan Pala, "Aşk Hikayesi"nde de bu yeteneğini ustalıkla sergiliyor. Roman, 17. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu'nun en hareketli dönemlerinden birine, Sultan I. Ahmed'in gölgesine ve onun gözbebeği olan Sultanahmet Camii'nin inşasına tanıklık ediyor.
Hikaye, 1589 yılında Kırım Bahçesaray'da, dülger ve tomak ustası Bahşı ile papaz kızı Kaknusia'nın birbirlerine aşık olmasıyla başlıyor. Farklı dinlere mensup olmaları nedeniyle ailelerinin karşı çıktığı bu aşk, iki gencin birlikte kaçmasıyla trajik bir serüvene dönüşür. Yolları ayrılan aşıkların birbirlerini bulma umuduyla geçen yirmi yılı aşkın mücadelesi, romanın ana eksenini oluşturuyor. Pala, bu arayış hikayesini Sultan Ahmet Camii'nin yapımı, dönemin saray entrikaları ve Safiye Sultan gibi tarihi figürlerle zenginleştirerek okura çok katmanlı bir anlatı sunuyor.
"Divan Şiirini Sevdiren Adam" olarak anılan Pala'nın kalemi, bu romanda da şiirsel ve akıcı dilini konuşturuyor. Yazar, klasik edebiyatın "aşık, maşuk ve rakip" üçgenini modern bir kurguyla harmanlarken, aşkı acı veren, yollara düşüren ve aklı baştan alan bir deneyim olarak resmediyor. Romanda aşk; yalnızca iki insan arasındaki bir duygu değil, aynı zamanda bir sadakat sınavı, bir kader motifi ve insanın kendini bulma yolculuğudur. Bahşı'nın yirmi yılı aşkın süredir sevdiğini bir an bile aklından çıkarmadan araması, aşkın en saf ve inatçı halini gözler önüne seriyor.
Pala, roman boyunca okura şu soruları sorduruyor: Aşk uğruna her yol mübah mıdır? Sevdiğinin mutluluğu için kendi mutluluğundan vazgeçebilir misin? Yalanlar üzerine bir saadet inşa edilebilir mi? Bu sorular, sadece Bahşı ve Kaknusia'nın değil, hikayeye sonradan dahil olan Yeniçeri Çorbacısı Evrennik İshak ve saray hizmetkarı Gunala gibi karakterlerin de kaderini şekillendiriyor. Her biri kendi aşkının ve vicdanının sınavını verirken, okur da iyilikle kötülüğün, fedakarlıkla bencilliğin iç içe geçtiği karmaşık insan ruhuna tanıklık ediyor.
"Aşk Hikayesi", sadece sürükleyici bir tarihi macera sunmakla kalmıyor, aynı zamanda Pala'nın diğer eserlerinde de sıkça işlediği tasavvufi izleri, Osmanlı yaşamına dair zengin manzaraları ve dönemin ruhunu yansıtan detayları da barındırıyor. Bazı okurlar için ana karakterlerden Kaknusia'nın hikayedeki pasif rolü veya olay örgüsündeki tesadüflerin sıklığı eleştiri konusu olabilse de, İskender Pala'nın tarihi gerçeklikle kurguyu birleştirme konusundaki ustalığı bu açıkları rahatlıkla kapatıyor.
Sonuç olarak "Aşk Hikayesi", İskender Pala'nın kaleminden çıkmış, edebi derinliği olan, sürükleyici ve dokunaklı bir roman. Tarihi roman tutkunları, klasik aşk hikayelerinin büyüsüne kapılmak isteyenler ve Pala'nın o kendine has üslubunu özleyenler için kaçırılmaması gereken bir eser. Kitabın sonunda Pala, aşkın belki de en özlü tanımını fısıldıyor: "Özgürlük sevgiliye köle olmaktır."