İktidarın Göz Kamaştıran Işığı ve Bir Hadımın Gözünden Saray
Zülfü Livaneli’nin, okurunu XVII. yüzyıl Topkapı Sarayı'nın loş ve entrika dolu koridorlarına davet eden romanı "Engereğin Gözü", tarihi bir dekordan çok daha fazlasını sunuyor: İktidarın doğası, efendi-köle ilişkisinin karmaşık dinamikleri ve insan ruhunun en karanlık dehlizleri üzerine zaman ve mekân aşan, alegorik bir inceleme. Livaneli, bu eseriyle basit bir tarih anlatısının ötesine geçerek, gücün nasıl bir zehir, nasıl bir büyü olduğunu ve bu büyünün en sadık ruhları bile nasıl dönüştürebileceğini gözler önüne seriyor.
Roman, Habeşistan'dan koparılıp hadım edilerek saraya getirilen ve Padişah'ın en yakınına kadar yükselen zeki ve kültürlü Haremağası Süleyman'ın gözünden anlatılıyor. Süleyman için Padişah, sadece bir efendi değil, aynı zamanda varlığının yegâne anlamı, neredeyse ilahi bir figürdür. Bu sarsılmaz bağlılık, bir gün Padişah'ın, bizzat öz annesi Valide Sultan'ın emriyle kendi sarayında bir odaya hapsedilmesiyle tuzla buz olur. Bu andan itibaren Livaneli, okuru Süleyman'ın iç dünyasında çalkantılı bir yolculuğa çıkarır. Tanrılaştırdığı efendisinin bir anda aciz bir mahkûma dönüşmesiyle, Süleyman'ın sadakati, korkusu, merhameti ve hayatta kalma içgüdüsü arasında sıkışıp kalışına tanık oluruz.
"Engereğin Gözü"nü güçlü kılan en önemli unsurlardan biri, Livaneli'nin dil üzerindeki ustalığıdır. Kitabın önsözünde de saygıyla andığı Naimâ ve Evliya Çelebi gibi Osmanlı vakanüvislerinin zengin, ağdalı ve şiirsel dilini modern bir roman formunda yeniden yaratarak adeta bir "dil şöleni" sunar. Bu üslup seçimi, romanın atmosferini güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda okurun olaylara karakterin zihin dünyasından bakmasını sağlar. Kelimeler, sarayın somaki mermerleri, samur kürkleri ve mücevherli sorguçları kadar romanın dokusunun ayrılmaz bir parçası haline gelir.
Livaneli, efendi-köle diyalektiğini Hegelci bir derinlikle ele alır. Padişah, gücünü kaybettiği anda efendilik vasfını da yitirir ve hayatta kalmak için kölesi Süleyman'a muhtaç hale gelir. Bu rol değişimi, Süleyman'a efendisini ilk kez bir "insan" olarak görme fırsatı tanır: korkuları, zayıflıkları ve pişmanlıklarıyla bir fani. Bu süreç, Süleyman'ın ilk baştaki körü körüne hayranlığını, önce küçümsemeye, ardından acımaya ve nihayetinde Padişah'ın evlatları için kendi canını feda etmeyi seçtiği o son andaki trajik yüceliği karşısında derin bir saygıya dönüştürür.
Ancak romanın en çarpıcı ve rahatsız edici mesajı finalde gizlidir. Süleyman, gözleri önünde boğularak katledilen eski efendisinin ardından uzun bir yasa dalmaz. Saray avlusunda yeni ve çocuk yaştaki Padişah'ın görkemli alayını gördüğü anda, içinden sökülüp gelen bir haykırışla "Padişahım çok yaşa!" diye bağırır. Bu son sahne, iktidarın kişilerden bağımsız, soyut ve karşı konulmaz bir güç olduğunu acı bir şekilde yüzümüze vurur. Ölen kraldır, ancak krallık ve ona duyulan biat ebedidir. Süleyman'ın sadakati, kişiye değil, gücün kendisine, o "engereğin gözünü kamaştıran" parlaklığadır.
Zülfü Livaneli, "Engereğin Gözü" ile sadece Türk edebiyatına özgün bir eser kazandırmakla kalmıyor, aynı zamanda okurunu, iktidar karşısında insanın ne denli kırılgan olduğu ve ahlaki sınırların nasıl kolayca aşılabileceği üzerine evrensel bir sorgulamaya davet ediyor. Bu, sarayın duvarları arasında geçen ama aslında insanlık durumunun tam kalbine dokunan, unutulması güç bir roman.