Kemal Tahir’in İşgal İstanbul’unda Parçalanan Bir Ruhun Portresi
Bir imparatorluk çökerken geride kalanların ruhunda açılan yaraları, bir ulusun en karanlık anlarında kendi kimliğini nasıl aradığını anlatmaktan daha zorlu bir edebi görev olabilir mi? Kemal Tahir, 1956'da yayımlanan ve "Esir Şehir Üçlemesi"nin ilk halkası olan "Esir Şehrin İnsanları"nda tam da bunu yapıyor. Tahir, Mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul'unu sadece tarihi bir dekor olarak kullanmıyor; şehri, karakterlerinin ahlaki ve varoluşsal çöküşlerini yansıtan, yaşayan, nefes alan ve acı çeken bir organizmaya dönüştürüyor.
Roman, I. Dünya Savaşı yıllarını Avrupa'da, bir tür kendi kendini sürgüne mahkûm etmiş bir konfor içinde geçiren Kâmil Bey’in, yorgun bir şileple esir İstanbul’a dönüşüyle başlar. Abdülhamit devrinin en zengin vezirlerinden birinin tek çocuğu olan Kâmil Bey, Batı kültürüyle yoğrulmuş, Oxford'da eğitim görmüş, hayatı boyunca her şeyi "amatör bir sporcu onuruyla" yaşamış bir Osmanlı aydınıdır. Ancak, döndüğü şehir, bıraktığı o "canım İstanbul" değildir artık. Yabancı zırhlıların gölgesinde soluk alıp veren, yangın yerleriyle delik deşik olmuş, ahlaki bir çürümenin pençesindeki bu şehir, Kâmil Bey için tam bir hayal kırıklığıdır. O, servetinin ve sosyal statüsünün verdiği güven duygusuyla yıllarca korunduğu hayatın acı gerçekleriyle ilk kez yüzleşmek zorunda kalır.
Kemal Tahir, romanın merkezine Kâmil Bey'in bu sancılı dönüşümünü yerleştirir. Zengin akrabalarının antika dolu, fakat manevi olarak boş konağındaki hayat, işgalcilerle iş birliği yapan yeni zenginlerin dünyası, Kâmil Bey’in temsil ettiği eski değerler dünyasıyla taban tabana zıttır. Musul'daki topraklarını İngilizlere satması için yapılan baskılara direnmesi, onun için sadece bir toprak meselesi değil, aynı zamanda onurunu ve kimliğini koruma mücadelesinin ilk adımıdır. Servetinin tükendiğini anlamasıyla birlikte lüks Nişantaşı konağından ayrılarak Bağlarbaşı'ndaki harap köşke sığınması, Kâmil Bey’in sınıfından ve alıştığı hayattan koparak halkın arasına karışmasının, yani "millet" gerçeğiyle tanışmasının başlangıcı olur.
Romanın en sarsıcı bölümlerinden biri, Kâmil Bey’in okuduğu bir dergide karşılaştığı, Mülazım M. Ali'nin intihar mektubu ve günlüğüdür. Bu bölüm, adeta roman içinde bir romandır ve işgalin yarattığı umutsuzluğun ve onur kırıklığının en çıplak halini gözler önüne serer. Düşman gemilerinin Çanakkale'den geçişine tanık olan, vatanın düştüğü duruma dayanamayan genç subayın günlüğündeki gazete kupürleri, İstanbul'daki ahlaki çöküşün bir envanteri gibidir: fahişeliğe sürüklenen küçük kızlar, birbirini vuran insanlar, can ve mal güvenliğinin yok oluşu... M. Ali'nin "Utanmazlık!" diye haykırarak ölüme sığınması, Kâmil Bey'in kendi pasifliğinden uyanışında bir kırılma noktası teşkil eder.
Kemal Tahir, Batılılaşmış Osmanlı aydınının trajedisini Kâmil Bey karakterinde somutlaştırır. O, ne tam olarak Batılı ne de artık tam olarak Doğuludur. İşgalcilerle rahatça Fransızca veya İngilizce konuşabilir, ancak onların dayattığı onursuzluğu reddeder. Anadolu'daki Milli Mücadele'ye ise başlangıçta bir "paşalar kavgası" olarak bakar; bu direnişin ruhunu ve anlamını kavramaktan uzaktır. Ancak gazeteci arkadaşları aracılığıyla bu "bulanık su"yun içine çekilmesiyle, kendisini beklemediği bir mücadelenin ve sorumluluğun ortasında bulur. Artık o, sadece kendi onurunu değil, bir ulusun onurunu kurtarma savaşının isimsiz neferlerinden biri olma yolundadır.
Halit Refiğ'in belirttiği gibi, "Türkiye'yi, Türkleri sahiden tanımak isteyen yerli yabancı herkes Kemal Tahir'i okumak, anlamak zorundadır." "Esir Şehrin İnsanları", bir dönemi anlatmanın ötesinde, bir ulusun küllerinden yeniden doğuş sancılarını, aydınının bocalamalarını ve nihayetinde halkıyla bütünleşerek kendi kimliğini bulma sürecini anlatan ölümsüz bir eserdir. Tahir'in güçlü ve gerçekçi anlatımı, okuru 1920'lerin İstanbul'unun puslu sokaklarında Kâmil Bey ile birlikte bir vicdan ve kimlik yolculuğuna çıkarıyor. Bu, sadece bir şehrin değil, bir ruhun esaretten kurtuluşunun destanıdır.