Osmanlı Sürgününde Modern Bir Kadının Sesi
Şebnem İşigüzel, Gözyaşı Konağı’nda, 19. yüzyıl Osmanlısının boğucu atmosferini, ataerkil bir ailenin baskısıyla Büyükada'ya sürgün edilen genç bir kadının isyan dolu sesiyle yırtıyor. Roman, daha ilk cümlesiyle okuru tavizsiz bir gerçekliğin içine çekiyor: "1876 yılı baharında gayrimeşru bebeğimi doğurmak üzere evin erkeklerinden habersiz Büyükada’ya gönderildim." Bu yalın ve sarsıcı başlangıç, sadece bir dönemin ahlak anlayışını değil, aynı zamanda bu anlayışa meydan okuyan, unutulmaz bir karakterin doğumunu da müjdeliyor. İşigüzel, tarihsel bir fonu, zamandan ve mekândan bağımsız bir kadınlık ve direniş hikâyesi için bir sahne olarak ustalıkla kullanıyor.
Çağdaş Türk edebiyatının güçlü kalemlerinden olan ve eserlerinde genellikle kadınların iç dünyasına ve toplumsal mücadelelerine odaklanan Şebnem İşigüzel, bu romanıyla da geleneğini bozmuyor. 2017'de Duygu Asena Roman Ödülü'ne layık görülen Gözyaşı Konağı, yazarın aile, baskı ve sistem eleştirisini tarihsel bir derinlikle buluşturduğu olgun bir eseri olarak öne çıkıyor. İşigüzel, 19. yüzyılın toplumsal cinsiyet kodlarını, romanın isimsiz anlatıcısının zihninden süzerek, bugünün okuru için de yankı uyandıran evrensel bir sorgulamaya dönüştürüyor.
Romanın gücü, büyük ölçüde bu genç kadının modern bilinciyle yoğrulmuş özgün sesinden geliyor. O, kaderine sessizce boyun eğen trajik bir kurban değil; aksine, yaşadığı her acıyı sorgulayan, zeki, eğitimli ve hürriyet tutkusuyla dolu bir asi. Ailesinin ikiyüzlülüğünü, özellikle de annesi ve ablası Fatma'nın "elâlem ne der" korkusuyla yoğrulmuş zulmünü keskin bir gözlemle tahlil ediyor. Onun için özgürlük, somut bir arzuya dönüşüyor: "Keşke hürriyet ve serbestlik arşın arşın satılan, diktirip üzerimize giyebileceğimiz bir şey olsaydı." Bu ses, roman boyunca bir an bile susmuyor; acı çekerken, hayal kurarken ve hatta ölüme meydan okurken bile varlığını hissettiriyor.
Anlatı, bir yandan gotik bir gerilim atmosferi sunarken diğer yandan da beklenmedik bir aşk hikâyesiyle aydınlanıyor. Anlatıcının yanına verilen ve hem koruyucusu hem de potansiyel celladı olan Bedriye Kalfa karakteri, bu gerilimin merkezinde yer alıyor. Bedriye’nin, "Seni öldüreceğim küçükhanım," sözleriyle doruğa çıkan tehdidi, romanın en sarsıcı anlarından birini oluşturuyor. Bu tekinsiz ilişkiler ağı, anlatıcının Ada'da tanıştığı kaçak bir aydın olan Mehmet'le filizlenen aşkıyla kırılıyor. Roman, bu noktadan sonra bir hayatta kalma mücadelesinden, bir varoluş ve mutluluk arayışına evriliyor. İşigüzel, karakterinin yaşadığı en karanlık anlarda bile, "neşeli, aşk dolu, hayat dolu" bir damarı canlı tutmayı başarıyor.
İşigüzel'in dili, dönemin ruhunu yansıtan ağdalı bir yapıdan ziyade, bugünün okurunu yakalayan akıcı ve canlı bir üsluba sahip. Anlatıcının iç monologları, aile fertlerinin karmaşık ve çoğu zaman zalimce olan ilişkilerini, annesinin kölelikten gelme geçmişini ve kadınların o "altın kafes" içindeki çaresizliklerini bir bir gözler önüne seriyor. Roman, basit bir olay örgüsünü rapor etmek yerine, bir kadının bilincinin derinliklerine inerek, onun hatıraları, korkuları ve kırılgan umutları üzerinden bir dünya kuruyor.
Gözyaşı Konağı, bir dönem romanı olmanın ötesinde, ataerkil toplumda bir kadının kendi anlatısının sahibi olma mücadelesinin zamansız bir hikâyesi. Şebnem İşigüzel, okura sadece kederli ve mağrur bir kadının sürgününü değil, aynı zamanda en umutsuz anlarda bile aşkın ve direncin nasıl bir kurtuluş olabileceğini de hatırlatıyor. Geçmişin karanlığında parlayan bu güçlü ses, edebiyatın yaraları nasıl aydınlatabildiğinin de etkileyici bir kanıtı.