"Kelimelerin gücüyle dünyaları değiştirin."

KİTAP İZLERİ

Öyle miymiş?

Şule Gürbüz

Cover Image

Yayınevi: İletişim

Yayın Yeri: İstanbul

Yayın Tarihi: 01 March 2016

Şule Gürbüz’ün Zaman ve Anlam Arasındaki Yankısı

Bir kitabı roman yapan nedir? Belirli bir olay örgüsü, gelişen karakterler, diyaloglar mı? Şule Gürbüz’ün “Öyle miymiş?” adlı eseri, bu alışılagelmiş beklentilere meydan okuyor ve okuru en temel soruyla baş başa bırakıyor: Anlatı olmadan edebiyat olur mu? Gürbüz’ün bu metni, roman formunun sınırlarını zorlayan, hatta bu sınırları dinamitleyen, felsefi bir sorgulama, lirik bir ağıt ve modern insanın ruhsal çıkmazına dair keskin bir deneme olarak karşımıza çıkıyor. Bu, sayfaları çevirmekten ziyade, her bir cümlesiyle boğuşmayı gerektiren, çetin ama bir o kadar da ufuk açıcı bir okuma deneyimi.

Şule Gürbüz, çağdaş Türk edebiyatında kendine özgü bir yolda ilerleyen, münzevi bir ses. İlk romanı Kambur’dan bu yana, kendine has, ritmik ve adeta eski metinlerden damıtılmış üslubuyla tanınıyor. Gürbüz’ün aynı zamanda usta bir mekanik saat tamircisi olması, metinlerindeki incelikli işçiliği ve zaman mefhumuyla kurduğu derin ilişkiyi anlamlandırmak için manidar bir ipucu sunuyor. “Öyle miymiş?” de bu zanaatkâr titizliğinin bir ürünü. Eser, Gürbüz’ün önceki çalışmalarında belirginleşen temaları – bilgiye duyulan güvensizlik, inancın kırılganlığı, insanın evren karşısındaki beyhudeliği – alıp daha da yoğunlaştırarak kozmik bir düzleme taşıyor.

Kitabın bir özeti yok, çünkü bir olay örgüsü yok. Metin, başı sonu belirsiz, çağlayan bir bilinç akışı gibi ilerliyor. Kâinatın yaratılışından Mezopotamya’nın yıkılışına, peygamberlerin çaresizliğinden Dostoyevski okuyan bir çocuğun zihninde açılan yaralara uzanan, sesini sürekli değiştiren bir monolog bu. Anlatıcı bazen her şeyi bilen bilge bir ses, bazen yaralı bir peygamber, bazen de aklını yitirmenin eşiğinde bir münzevi. Bu ses, insanın tarih boyunca tekrarladığı hataları, bilginin kibrini ve modern hayatın ruhsuzluğunu amansızca sorguluyor: “İnsan anlamadığını alır, anlayıp kıymetli bulduğunu da almaz. Bu yüzden adam olmaz.”

Gürbüz, bu etkiyi yaratmak için dili bir enstrüman gibi kullanıyor. Uzun, dolambaçlı, iç içe geçmiş cümleler, okuru nefessiz bırakan bir ritim yaratıyor. Teolojik, felsefi ve tarihi göndermelerle bezeli bu dil, hem bugünün okuruna meydan okuyor hem de onu zamanın ötesinde bir düşünce iklimine davet ediyor. Metnin geleneksel bölümlerden yoksun yapısı içinde, aniden beliren bitki ve kuş isimleri (“Çalı bülbülleri, kumkuşları, kervan çullukları” veya “Kandil çiçekleri, gülibrişimler, melekotları”) bir nakarat gibi tekrarlanarak bu soyut düşünce seline dünyevi bir çapa atıyor. Bu listeler, kâinatın insan eliyle bozulmamış, isimlendirilmiş ama henüz tam anlamıyla fethedilmemiş saf hallerine bir saygı duruşu niteliğinde.

Eserin en çarpıcı yönlerinden biri, çocukluğa ve ilk okuma deneyimlerine ayrılan otobiyografik pasajlar. Anlatıcının, çocuk kitaplarının korunaklı dünyasından Gorki ve Dostoyevski’nin acımasız gerçekliğine savrulduğu anlar, metnin en dokunaklı bölümlerini oluşturuyor. Bu, bilginin nasıl bir yüke, masumiyetin yitirilişinin nasıl onulmaz bir yaraya dönüştüğünün hikâyesi. Anlamadığı metinler karşısında kendini “budala” hisseden çocuğun acısı, eserin genelindeki entelektüel yabancılaşma temasının kişisel kökenlerini gözler önüne seriyor: “Budala’yı bitirdiğimde kitapta başından beri aradığım budalayı bulamamıştım, ama kitapta bulamadığım budala şimdi evde sobanın arkasında duruyordu. Budala ben olmuştum.”

Elbette “Öyle miymiş?” her okura göre bir metin değil. Anlatısal beklentilerle yaklaşanları hayal kırıklığına uğratacağı aşikâr. Gürbüz’ün yoğun ve tavizsiz üslubu, okurdan sabır ve tam bir teslimiyet talep ediyor. Bu bir kitap değil, adeta bir metin anıtı; kolayca fethedilemeyen, etrafında defalarca dönülmesi gereken, her bakışta farklı bir yüzünü gösteren bir yapı. Gürbüz, modern romanın kolaycılıklarına prim vermeden, düşüncenin ve dilin saf potansiyelini keşfe çıkıyor. Bu, onun en büyük başarısı olduğu kadar, metni geniş kitlelerden uzaklaştıran temel özellik de aynı zamanda.

Sonuç olarak Şule Gürbüz, “Öyle miymiş?” ile edebiyatın ne olabileceğine dair cesur bir iddia ortaya koyuyor. Bu metin, modern hayatın gürültüsü içinde kaybolmuş hakikati, insanın kendi kendine yabancılaşmasını ve varoluşun o kadim sessizliğini duyurmaya çalışan güçlü bir feryat. Kolayca okunup bir kenara konacak bir eser değil; okurunu dönüştüren, zihninde ve ruhunda kalıcı izler bırakan, üzerine uzun uzun düşünülecek bir başyapıt. “Öyle miymiş?” sadece bir soru sormuyor; okurunu, hayatı boyunca taşıyacağı bir dizi sorunun tam ortasına bırakıyor. Ve bu, edebiyatın yapabileceği en kıymetli şeylerden biri.

Kümeler: Felsefe Deneme
Başa Dön