Edebiyatın Vicdanı: Nurdan Gürbilek "Sessizin Payı"nda Adaletin Peşinde
Siyasal kutuplaşmaların ve susturulmuş tarihin zeminini çatırdatttığı bir coğrafyada yazar nerede durur? Adalet arayışında edebiyatın sunduğu imkân nedir? Türkiye’nin en yetkin edebiyat eleştirmenlerinden Nurdan Gürbilek, Metis Yayınları’ndan çıkan deneme kitabı Sessizin Payı’nda bu hayatî sorularla doğrudan yüzleşiyor. Bu kitap, yalnızca bir dizi parlak edebiyat incelemesi değil, aynı zamanda Türkiye’nin sancılı bugününe yapılmış vicdani ve entelektüel bir müdahaledir.
Gürbilek, Türkiye’nin kültürel ve siyasi hayatına yön veren Defter gibi dergilerin kurucu kuşağından gelen bir isim olarak, edebiyat eleştirisinin toplumu anlamak için ne kadar elzem bir alan olduğunu kanıtlayan özgün bir üslup geliştirmiştir. Sessizin Payı, bu birikimin en olgun ürünlerinden birini sunuyor. Kitap, "adalet", "vicdan", "merhamet", "utanç" ve "kutuplaşma" gibi yakıcı kavramları Dostoyevski, Tolstoy, Orhan Kemal, J. M. Coetzee ve Peyami Safa gibi yazarların eserleri üzerinden inceliyor. Ancak Gürbilek, bu metinleri fildişi bir kulede analiz etmiyor; aksine, roman sayfaları ile şehrin sokakları, duruşma salonları ve tarihin yıkıntıları arasında amansız geçişler yapıyor.
Manzaradan Patikaya Bir Düşünce Yolculuğu
Kitabın açılış denemesi "Manzara ve Patikalar", Gürbilek’in yönteminin anahtarını sunar. Walter Benjamin’den ödünç aldığı bir metaforla, denemecinin önündeki iki yolu işaret eder: uçaktan görülen geniş manzara (kavramın soyut bütünlüğü) ve yürüyerek katedilen patika (tekil olanın, ayrıntının somut deneyimi). Gürbilek’in yazısı tam da bu iki perspektif arasındaki gerilimden beslenir. Bir metnin derinliklerindeki patikalarda sabırla gezinir, ardından o metinden çıkardığı içgörüyle Türkiye’nin toplumsal manzarasına keskin bir bakış fırlatır. Kitabın bütün denemeleri, “tekil ânın çözümlenmesinde bütünün kristalini keşfetme” çabasının izlerini taşır.
Bunun en çarpıcı örneği, Suç ve Ceza romanından yola çıkarak Kenan Evren’in yargılanmasına uzandığı "Suç ve Ceza" başlıklı denemesidir. Raskolnikov’un “Neden Napolyonlar kan dökünce kahraman oluyor da ben suçlu oluyorum?” sorusunu, Nazi subayı Klaus Barbie’nin avukatı Jacques Vergès’in "kopuş stratejisi"yle ve 12 Eylül darbesinin lideri Evren’in savunmasıyla yan yana okur. Bu çapraz okuma, yasanın galiplerin adaleti olduğu gerçeğini yüzümüze vururken, edebiyatın en karmaşık ahlaki ve siyasi meseleleri aydınlatma gücünü de gözler önüne serer.
Yazı Sessizin Payını Geri Alabilir mi?
Kitabın başlığı, Gürbilek'in peşini bırakmayan iki temel sorudan doğar: "Sessizin – henüz konuşmayanın, konuşma imkânı olmayanın, artık konuşamayacak olanın– el konulmuş payını geri alabilir mi yazı?" Ve belki daha da önemlisi: "Yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan var olabilir mi yazı?"
Bu sorular, Gürbilek’in edebiyata atfettiği ahlaki sorumluluğun altını çizer. O, edebiyatı yalnızca estetik bir haz nesnesi olarak değil, bir tanıklık ve hesaplaşma alanı olarak görür. Orhan Kemal’in çocuklarının "yoksulluk lekesi"ni, Tolstoy’un kahramanlarının "yanlış hayat"la boğuşmasını incelerken, aslında edebiyatın mağduriyet, incinmişlik ve dışlanmışlık hissiyle nasıl bir ilişki kurduğunu araştırır. Bunu yaparken de ne kolay tesellilere sığınır ne de kesin yargılar verir. Gürbilek'in üslubu soğukkanlı, mesafeli ve analitiktir; ancak bu mesafe, satır aralarına sızan derin bir duyarlılığı asla gölgelemez.
Sessizin Payı, rahat koltuklarında okunacak bir kitap değil. Okurunu sarsmaya, bildiklerini sorgulatmaya ve rahatsız etmeye yönelik bir davet. Nurdan Gürbilek, edebiyat eleştirisinin nasıl güçlü bir toplumsal eleştiriye dönüşebileceğini gösteriyor. Onun kılı kırk yaran titizliği, edebiyatın en karanlık anlarda bile bir vicdan feneri olabileceğini hatırlatıyor. Bu kitap, sadece edebiyatseverler için değil, yaşadığı çağın ahlaki labirentlerinde yolunu bulmaya çalışan herkes için vazgeçilmez bir kılavuz niteliğinde. Gürbilek, sessizlerin payını onlara geri vermenin imkânsızlığını bilerek, ama o paya el koymamanın ahlakıyla yazarak, edebiyatın asıl gücünün teselli edilemeyecek olanı unutmamak olduğunu gösteriyor.