Bir Japonya Anısı

...O uçağa sonunda binmiş buldu kendini. Vücudunda az miktarda birikmiş cesaretini dört yıl aradan sonra toplayabilmişti, kalbi çok hızlı çarpıyordu ve midesi periyodik kasılmalarla onu ölüme yaklaştırıyordu sanki. Birden uçağın anonsuyla irkildi. Üzerine dört yıl düşündüğü yolculuk planı bir saniye içinde başlamıştı. Kendini biyolojik saatinin ve hayatın akışına bırakabilse uyurdu ama başaramadığı yegâne şeydi bu. O yüzden uçağı o kullanıyormuş gibi davranıyordu; kaza yapmak, düşmek üzereydi. Kara kutusu da beyniydi üstelik. Çok büyük bir basınçtı bu; beyni patlayacaktı, amansız bir hastalıkla mücadele ediyordu. Ta ki Japonya toprağına ayak basana kadar…

Uçaktan indi. Basınç kesildi, seslerin oluşturduğu kalabalık durdu. Hava alanını inceleyerek sadece kalp atışını ve beynindeki absürt siren sesini duyabiliyordu. Adım attığında devrilecek sandı kendini. Kimsenin anlam veremeyeceği bir frekansta gerginlik yaşıyordu, biraz daha zorlansa burnu kanayabilirdi. Ama gelmişti işte. Şehir içi bir otobüs yakalayıp, elinde haritasını tuttuğu küçük kasabaya doğru yol aldı. Hayat ve görüntüler otobüsün içinde daha da netleşti. Yol heyecanı şu dünyadaki hiçbir şeyle yarışamazdı, her zaman birinci gelirdi onun için.

Küçük kasabaya geldiğinde, okyanus havası onu bir yıldırım gibi çarptı. En haz veren anlardan birisiydi bu, hafifçe kararan gökyüzü o çirkin güneşi gölgede bırakıyordu. Han bozması çirkin bir pansiyonda aldı soluğu. Değişik bir koku. İnsanların, ülkenin, kasabanın kokusu çok başkaydı. İnsanın o güçsüz bedeni birkaç meridyen değiştirdiğinde tüm aleme, tüm hayata yabancı kesiliyordu bir anda. Rahatsız edici derecede yabancılaştı. Suyun tadı farklıydı, okyanusun kokusu farklıydı. Bu yabancılaşma eyleminin altında savunmasız kalmayı, ezilmeyi çok seviyordu. Başka türlü olacağı yoktu, kendini test etmek en iyi başardığı şeydi. Kapıda bavulu, kıyafetleriyle uyuyakaldı is rengi çarşafların üzerinde.

Uyandığında anlamadığı dilde bağrışmalar duydu. Suratında bencil bir sırıtma belirdi. İlginç kokan suda kendini yıkamayı başardıktan sonra uzun süredir arzuladığı müzeye aç karnına bir ziyaret düzenledi. Sapsarı renkte olan bu müzenin dış cephesinde bir sürü desen ve işleme bulunuyordu. Modern zamanda inşa edilmişti ama o yapıya bakan kişiye “antik” duygular hissettirmek için çok zorlanmıştı. Doğal değildi. İçerisi küçük odalara bölünmüştü. Duvarların her yerinde kabartmalar, duvar resimleri ve onların kronolojik sırayla açıklamaları vardı. Çok fazla beklentileri karşılamasa da yaratılmaya çalışılan ambiyans kendini hissettirmişti. Son odaya girmek üzere yeltendi. Odanın önünde iki düzine insan, gereksiz konuşmalar eşliğinde sıra bekliyordu. Kapıda bilgilendirme metnine dair bir şey bulamadı. Sıra beklemekten vazgeçecekti ki oradan çıkan birkaç insanın bembeyaz olmuş suratını görünce kalmaya karar verdi.
Nihayet sıra ona gelince gücünü topladı ve tüm hızıyla kendini içeri attı. Gördüğü şey karşısında ne yapacağını bilemediği için geri gitmiş bulundu ve arkasında duran birine çarptı. Odanın içerisinde sanki ölmek üzere olan ve can çekişen kocaman bir yılan vardı. Sarı renkliydi, ağır ağır hareket ediyordu, gövdesi çok kalındı ve arkasında duran, onu kontrol eden görevliye itaat ediyordu. Bu “serpent” ürkütücü görünüyordu. Ona ne çağrıştırdığını idrak bile edememişti. Kutsal olarak değerlendiriliyordu ve gelen turistlere gururla sergileniyordu. Suratı dehşetle bezenmişti, öfkeliydi. Odayı terk etti, yılanın ona ömrü boyunca ona dadanacağına ikna olmuştu. Müze binasının bir fotoğrafını çekip oradan ayrıldı.

Müzeye yaptığı küçük gezi onu büyük miktarda etkiledi…
Kendisini farklı biri gibi hissediyor, bilerek ve isteyerek daha önce tatmadığı bir yemek yedi. Yine yabancıydı, ne yapsa olmuyordu. Bu kronik histen rahatsızdı. Hangi oranda yabancılaşırsa yabancılaşsın, bu eylemden keyif almaya devam edecekti. Kendine has paradoksu buydu.


Kalan birkaç günü Japonya’nın meşhur yerlerini gezerek, küçük kasabaya yakın bölgelere giderek harcadı. O burun kanatan gerginliğinden hiçbir eser kalmamış gibiydi. Ekstrem bir tüketme, yüzyılla uyuşma hastalığına yakalandı. Görebildiği her şeyi denemeye kalkıştı, her şeyi yemeye ve giymeye çalıştı. Yabancılaşma hissinin akıttığı zehir zamanla tüm damarlarına yayılmamıştı. Kendi kıyametine yaklaşıyordu. Kendi kıyametine doğru dans ediyordu.
Seyahatini biraz daha uzattı. İki günde bir kafasının içinde dönüp duran o sürüngeni ziyaret ediyordu. Hiç yorulmadan, hakkında bir saniye bile düşünmeden. Bu onu rahatsız etti, bitirdi. Bu sorunun çözümü uzak durmaktı, belki de yer değiştirmek.

Verdiği kararı yürürlüğe koydu. Han bozması pansiyonundan çıktı. Düşünceleri dağınık bir şekilde yürüyordu, ayağı takılıyordu ve fark etmiyordu bile. Artık kendisinden nefret eder duruma gelmişti. Kendini kaybediyordu. Kilometrelerce yürüdü ve okyanusun kıyısında bir banka oturdu. Bavulunu yere bırakırken gözüne “Okyanus Canlıları Müzesi” takıldı. Artık akşam olmuştu, müze dahil her yer kapanmıştı. Yoksun bakışlarla oturmaya devam etti.
Derin bir nefes aldı. Saatlerce orada oturdu. Artık ay tam tepeye gelmişti. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadı. Düşünce akışı yavaşlamıştı, eskiden taptığı muğlak düşünceleri yoktu. Tam tepedeki ay bir anda kıpkırmızı oldu, on beş dakika sonra ise kör edici bir parlaklığa erişti. Bu güzel anı yaşamaya karar verdi. Ruhundan kalan son kırıntılarla hissetmeyi deneyecekti. Belki bunu yapabilirdi, her şeyin biteceğini anlar gibiydi.
Köhne bir yere çekildi. Not defterini cebinden çıkarıp vasat bir şiir yazacaktı ki o dolgun ve sulu gözüken ay bir anda karardı. İç karartan bir tutulma yaşanıyordu. Bu tutulma şehri kör etti.
Gözlerini kapattı.

Bu kez başka bir kasabada, başka bir apartta uyanmıştı. Verdiği radikal kararlardan eser kalmamıştı. Yine terk edemedi Japonya’yı. Artık bir buçuk ay olmuştu, rutinine devam ediyordu. Yabancı kokular, yabancı tatlar, yabancı bir çevre. Bir buçuk ay boyunca kimse ile arkadaş olmamanın gururuyla aynaya baktı. Suratı her zamankinden farklıydı. Yavaş yavaş değişmişti. Akabinde anladığı şey ise kabullenmesi zor, kuru bir gerçekti…
Kendisiyle aptal bir bahse girmişti. Kendini zorlamıştı, oraya alışabileceğini ve kendi konfor alanından çıkabileceğini düşünmüştü. Böylece büyük bir hasar almıştı. Artık kendini tanıyamıyordu. Yüz hatlarını, kişisel özelliklerini, geçmişten kalan yüzleri unutmuştu. Her şey büyük bir boşluğun içine doğru gidiyordu. Huşu içerisinde aynaya geri döndü. Özüne, kendine ait surat ifadesi yabancıdan da öteydi.
Korktu.
O kadar korktu ki, kusmaya başladı.

Sızdığı koltuktan titreyerek kalktı. Gördüğü ve düşündüğü her şey bir kâbusun içinde hissettiriyordu. Ekseriyetle kötü rüyalar görmesi de Japonya’dan kaynaklanıyordu. Kalitesi düşmüş hayatına katlanamıyordu, daha fazla devam edemeyecekti.

Hipotermi geçirircesine soğudu vücudu. Aşırı kafein alımından kaynaklanan yoğun titremesi geçmiyordu. Acıları sonlanmıyor, anksiyetesi artıyordu. Sapsarı olmuş defterini çıkarıp Jack Kerouac’e ait olan bir sözü karaladı.

“Accept loss forever…”

Üç gün sonra, kötü bir pansiyonun içerisinden bir ceset torbası çıkarıldı. Kimse onu tanımıyordu.
Kendini asmış, genç bir kadın.


Irem hakkındaki bilgilerin basılmasını istiyorum.
Eğer basılmamasını istiyorsanız tıklayın.

  Irem kimdir?
Biraz dadaist, şüpheci, romantik, gotik, garipçi... Yani sentezci. Hepsinden bir tutam olacak şekilde yazısını şekillendirir.

Etkilendiği Yazarlar:
x

 


Bu yazıyı basmak istiyorum.

İzEdebiyat'da yayınlanmakta olan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Tüm yazılardan birinci dereceden sayfa düzenleyicileri sorumludur. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.

Yazarların izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin —kısa alıntı ve tanıtımlar dışında— herhangi bir biçimde basılmaması/yayınlanmaması önemle rica olunur.

© 2000-2002, İzlenim.com - Tüm hakları saklıdır.