Anıların da Meskeni Var

Türkiye’yi Doğu’dan, Batı’ya, Güney’den, Kuzey’e her yerini gezdim, gördüm. Mardin’de, Diyarbakır’da, Hakkari’de, Urfa’da, Sivas’ta, Erzurum’da, Rize’de, Kütahya’da, Karabük’te, Bursa’da… ilaahir.

Gördüğüm her şehrin kendine has bir dokusu vardı. Ahşap, taş, mermer ve kerpiçten yapılmış meskenler ilgimi daha çok çeker. Çocukluğumdan beri beton yapılar; soğuk, sevimsiz, ahşap, taş ve kerpiç yapılar şirin ve sıcak gelmiştir. Dahası böyle yapıların kapısından içeri girer girmez hüzünle karışık orada bir zamanlar yaşamış insanları zihnimde canlandırmaya çalışırım…

Bugün, çoğu insanın beğenmediği, sevmediği ya da tehlikeli gördüğü kerpiç, ahşap, taş evlerden yüz, yüz elli yaşında olanlara da rastladım. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde kerpiç, taş, Karadeniz bölgesinde ahşap, İç Anadolu bölgesinde mermer, Ege bölgesinde taş ve ahşap, Akdeniz bölgesinde yığma taş ve kerpiç evleri unutamıyorum. Ne durumdalar onu da bilmiyorum…

Yaptığım gezilerde köy ve kasabalarda sıkça denk geldiğim o kerpiç evlerin çoğu; su sesinin duyulabildiği, dut, incir ve ceviz ağaçlarının altında dinlenebileceğiniz, avlusunda huzur bulabileceğiniz, penceresinden gökyüzüne bakabildiğiniz yerlere yapılmıştı. Pandemi’de evlerine tıkılan insanların çoğu bir yolunu bulup köylerine döndüklerinde ahşaptan, taştan, kerpiçten yapılmış evlerini kendi imkanlarıyla tekrar onarıp oturulabilir hale getirdiklerine dair onlarca fotoğraf ve video izlemiştim. Elbette geçen günleri, hatıraları onarmakla geri getiremiyorsunuz. O mekânların ruhunu restore etmek de mümkün değil. Ancak şov için bile olsa o insanların bu gayretlerini takdir etmiştim.

2023 yılının aralık ayında iki haftalığına Bolu, Kastamonu, Safranbolu ve Nevşehir’e gezmeye gittim. Safranbolu’yu gezerken yerli halkın ahşap ve kerpiç evlerinin restore edildiğini, devletin kendilerine yeni bölgelerde, betonarme evler verdiklerini söylemişlerdi. Kendi oturdukları eski evlerin restore edilerek otele dönüştüğünü turistlerin hizmetine sunulduğunu anlatmışlardı. Türkiye’de bu şekilde başkaca yerler var mı diye azıcık araştırma yapınca bunun sadece Safranbolu’ya özgü olmadığını, Kastamonu’da, Bolu’da Nevşehir’de, Urfa’da, Mardin’de, Bursa’dan ta Tire’ye kadar ülkemin her şehrinde bir dönüşüm yaşandığını gördüm. Eski kasabalar otantikliğini koruyarak kendini yabancılara açarken, yeni kasabalardaki yeni hayat, betonarme ve asfalt üzerinden insanların beğenisine sunulmaya devam ediyordu maalesef.

Memleketin birbirine benzeyen Atatürk, İnönü caddeleri, Cumhuriyet ve özgürlük meydanları olsa da kadim dar yollarının ta antik çağdan beri iç içe geçmiş, farklı belleklerden süzülerek birikmiş anılarının canlı kaldığına şahit oldum. Ve bu anılar da tıpkı bizim gibi huzur bulacakları bir “mesken” ihtiyacı taşıyorlardı sanki… Diyarbakır’da yüzyıl başından kalma bir Süryani evine girdiğimde taş avlunun serinliğiyle ürperdiğimi, Kars’ta Hıristiyan Alman ailelerin kerpiçten, taştan evlerinde köy hayatını dibine kadar yaşadıklarına şahit olmuştum. Bir keresinde Mardin’de bir aşirete ait olan yüz yıllık taştan bir evin içine ilk girdiğimde, ortasındaki avlunun garaj yeri olarak kullanıldığını gördüm. Kayseri, Antalya, Muğla, Mersin, İskenderun gibi yörük köylerinde ahır veya samanlık olarak kullanılan bölümlerin tamir edilerek turistler için hediyelik eşya satış yeri olarak kullanıldığını gördüm. Eskinin cennet çağrışımlı avlularındaki mermer havuzlarda şıpırdayan su sesini, Mardin’de Malatya’da duydum.

Hayat zaman içinde değişime uğradıkça kapladığımız alanların da nitelikleri değişiyor. Bu yaşıma kadar mekân duygum hiçbir zaman sabit olmadı benim. Antep’in dar zabıklarının (sokak) birinde, metropollerde giderek görünmez olan bir ifadeyle karşılaşmıştım. İnsanlar da tıpkı benim gibi bakıyorlardı. Onlarla göz göze geldiğimizde görünmez bir mesken de buluşup, huzur buluyorduk sanki… Kim bilir belki de bir zamanlar coğrafyamıza dahil olan Antep’in kopyası Halep’te de durum böyleydi. Şimdi Halep’e yağmur yerine mermi ve bombalar yağıyor! Aynı bakışla Balkan coğrafyası için de durum aynıydı. Farz edelim Bükreş sokaklarında ya da Erbil’de veya Kudüs’te de bu bakışlarla karşılaşabilirim. Ortadoğu’da birbirimizden farklılıklarımızla hep bizi düşman kılmaya çalışanların asla buluşamadıkları bir bakış bu. Bunun en somut kanıtlarından biri, yazının başından beri anlatmaya çalıştığım yerleşme tarzlarımızdaki bu paralelliklerle ilgili işte. Şimdi Kudüs’ten ateş yükselirken, orada yaşanan savaştan kalma delik deşik binalarda aç susuz devam eden bugünkü hayatı anlamlandırmak kolay olmayacak benim için. Bir zamanlar Saraybosna’da, Bulgar’da yaşanılanlar gibi… Her savaşın acı hatıralarını evlerinin dış cephelerinde ve elbette mekânın ruhunda daima hatırlayabilmek istiyor insanlar, bir daha olmaması için ibret hikâyelerinin yaşadığımız alanlarda görünürlülüğüne de ihtiyaç var demek ki.

Anadolu’da artık kullanılmayan müthiş mimari yapılar arasında Ermenilerin olduğu kadar Rumların da artık görünmezleşen hayatlarının gölgeleriyle karşı karşıya kalırız çoğu zaman. Terk edilmiş bir Rum köyünün yıkılmakta olan kilisesinin duvarlarına ya sprey boyayla, ya da bir çakıyla isimler, sloganlar kazınmıştır. Ya da mübadeleden önceki Nevşehir’de bulunan Sinasos’ta olduğu gibi, Kayseri’nin Kayabağ köyünde olduğu gibi, ağaç dalları çıkar harap olmuş konakların camsız pencereleri arasından. Bahar geldiğinde tuhaf bir tezat oluşur. Anılar çiçek gibi taze, mekânlar bir başına ruhsuz kalmıştır. Yıkılmış, yıpranmış, tamir edilemeyecek kadar kötü durumdaki konaklara, mabetlere uzun uzun bakarım, içlerine girerim, rüzgârla, taşla, gölge ve yaprakla ilişkilerini izlerim. Her seferinde de ışık ve nefesi kendi içlerinden, ruhlarından aldıklarını duyumsarım. Çıkmaz sokakların, dar yolların, kavak, selvi, meşe ve çınar ağaçlarının binalarla iç içe oluşundaki zarafete, estetiğe hayran kalırım. Bu iç içelikteki edep, insana komşuculuk, yardımlaşma ve dayanışma şevki verir diye düşünürüm.

Setler, parmaklıklar, güvenlik duvarlarıyla ayrılmamış, devasa bulvarlarla bölünmemiş buralarda hayat. Su ile minare arasında, yıldız ile yaprak arasında, insan ile ahşap arasında devam eden o bağ, görünmeye başlar. İnsanın hiç kimseyi ötekileştirmeden, yaşadığı yere aidiyeti böyle bir şey olsa gerek diye düşünürüm. Dışlama değil, kapsama var çünkü… Bunun edebi ise mahremiyetle oluşuyor elbet. Çünkü mahrem ve harem olan evin ihlali imkânsızdır. Harem ve mahrem olan ev de huzur bulmaktan, yeryüzünü baştan ayağı mescit kılmaktan ve meskenin özellikleri üzerine okumaya, yazmaya devam etmek istiyorum inşallah…

Kalın sağlıcakla…


Yûşa Irmak hakkındaki bilgilerin basılmasını istiyorum.
Eğer basılmamasını istiyorsanız tıklayın.

  Yûşa Irmak kimdir?
Felsefe ve edebiyat aşığı! Yayıncı, gazeteci ve kitapsever...

 


Bu yazıyı basmak istiyorum.

İzEdebiyat'da yayınlanmakta olan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Tüm yazılardan birinci dereceden sayfa düzenleyicileri sorumludur. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.

Yazarların izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin —kısa alıntı ve tanıtımlar dışında— herhangi bir biçimde basılmaması/yayınlanmaması önemle rica olunur.

© 2000-2002, İzlenim.com - Tüm hakları saklıdır.