KORKAK
Geceye masalını okumuş, uyuduğuna emin olduktan sonra da yorganını üzerine kapatmış ve son olarak odanın ışığını söndürmüştü. Ay ise makyaj tazelemek için yüzünü dönmüştü. Artık emin olabilirdi kafasından geçenleri kimsenin göremediğine ve duyamadığına. Odasını kızıllığa boğan şey yüreğindeki yangından mı geliyordu, yoksa sobanın penceresinden mi... Çıtırtılara karışan kor kömürün ateşinde pişen kavak dallarının kokusu burnuna geldiğinde bir huzur duydu. Koltuğunda sereserpe oturduğu yerden doğrularak sobaya daha da yaklaştı. Annesine yaklaşırken yalnızlığına meydan okuyucu bir sıcaklığa eş değerdi. Gecenin yüzüne vuran kızıllığı seyretti uzunca bir süre...
....
....
Komşuları Merve ve Fatma Teyzeleri, emekli öğretmen Hasan Hüseyin Amcası perdelerini yeni güne aralıyorlardı; fakat O gözlerindeki perdeyi henüz aralamamıştı. Şehirdeki kornalar uyanmışlar, çoktan mesailerine başlamışlardı. Bir adam, arabasının camlarındaki buzu sabah kahvaltısından artan çaydanlığın sıcak suyuyla çözüp işine yetişmek için ter döküyordu. Uyandırılmaktan her sabah en çok şikayet eden yine apartmanın asansörüydü. Büyük bir iniltiyle derinlerden yüzeye çıkan balina gibi yaklaştı ve daha da yaklaştı. Bir an durdu. Asansörü uyandıran çoğunlukla karşı komşusu konservatuar hocası Murat Bey olurdu. Gecenin geç saatlerine kadar apartmanda hiçbir şeyi uyutmazdı inleyen neyiyle. Rahatsız edici bir sessizlik aralığından sonra hafifçe çarpan kapının sesiyle uyandı. Taze gözlerini gezdirdi odada. Karşısında duran çiçek desenli kılıfla kaplı yatakta düzeltilmiş şekilde duran yorgan ve yastık vardı yalnızca. Üzerine çullanmış ve O nu bırakmak istemeyen soğuğu hissetti. Gözlerini kendine çevirdi. Geçen gece Ecenin üzerine örttüğü battaniye kendi üzerinde örtülmüş duruyordu. Gözlerini kapattığında, yüzeye çıkan balina yine aynı iniltiyle derinlere: geldiği yere doğru iniyordu. Bir an balina ağzını açtı. Ağzının içinde Eceyi ağlarken gördü. Gözlerini tekrar açtığında üzerindeki yorganı atıp hızla kapıya yöneldi.
Asansör hala kırmızı M işaretiyle inmekteydi. Ayaklarına bir çift terlik geçirip ikişer üçer basamakları atlayarak apartmanın kapısını beklemeye koyuldu. Bu arada gözüne çarpan kırmızı Mnin ne anlamlara geldiğine kafasını yordu. Nihayet apartmanın kapısına ulaştı ve başını yokuştan aşağı denize doğru çevirdi. Ece sırtındanki çantası ve elinde küçük bavuluyla kaçarcasına yürüyordu. Ece bir an ayaklara şıp şıp çarpan terlik seslerini ve asfalta düşen titreşimlerini hissetti. Adımlarını hızlandırmalıydı; korkusunu yakından takip etmeli, ayaklarını kalp atışları kadar serileştirmeliydi. Bir defasında elindeki bavulla ve sırtındaki çantayla istasyondaki bir treni beklerkenki halini hatırladı. Tren yaklaştıkça raylardaki düzenli tıkırtılar yavaşlıyordu. Birden sırtına bir el dokundu. Arkasını döndü. İşte etrafı buharla kaplı tren gelmişti. O kadar hızlı nefes alıp veriyordu ki, bir ses dahi çıkartmaya cesareti yoktu. Ece değersiz bir şey çalıp da yakalanan bir hırsızdan daha beceriksiz ve suçlu hissediyordu kendini... Biraz soluklandıktan sonra Eceye ve ona ait olmadığını düşündüğü göz yaşlarına baktı.
- Neden bana bir şey demeden çekip gittin?
- Söylenecek her şeyi tükettik. Biz yaşanacak ne varsa daha yaşamadan öldürdük. Hem bugün gideceğimi sana söylemiştim geçen gece. Lütfen daha da fazla zorlaştırma gerçeği.
- Ece! Beni terketmen için hiçbir sebep yok...
- Bari sokak ortasında bağırma bana. Korkak bir çocuğu besleyip büyütmek için çabalamaktan bıktım artık. Çünkü o çocuk büyüme özürlü. Buna eminim.
Ecenin ellerini tuttu ve son kez yapacağı bir görevmişcesine dikkatle öptü. İlk kez ellerini el falına bakmak bahanesiyle tutmuştu. Ellerin ilk buluşmasındaki sıcaklığı hissetmiyordu ama Ecenin tırnaklarındaki kırmızı oje ve sağ elindeki yüzük tamamen aynıydı. Daha sonra eller birbirlerine sırtlarını döndüler tıpkı altında durdukları apartmanın çatısındaki televizyon antenleri gibi. Kimisi şehrin kalesine bakıyor, kimisi göğe yükselmiş.
....
....
Yine kaybettiği için vurulmuşluğunu biraz da olsa hafifletmek istiyordu: her seferinde ilk kaybedişi olmadığı için, acısının daha da azaldığını düşünerek yürüyordu. Sahile gelmişti. Denizi yanına alıp yürüyüşü, beynindeki antik kenti sular altında bırakıyordu. Bir midye dolmacının yanında durdu. Kahvaltısını yapmadan güne midye dolmayla başlama fikri onun başkaldırısını simgeleştirmiş oluyordu. Midyeler şehrin acılarını doldurmuşlardı içlerine. Üzerine satıcının dertleri ve biraz baharat ... Acımtırak bir tat, limonla birlikte. Kokuçalarına yeni örnekler kaydeden bir kedinin göz hapsinde yedi birkaç tane. O, şehrin ve satıcının yüküne ortak oluyordu da, neden kimseler ve hiçbirşeyler kendi dertlerine ortak olmuyordu? Yürümekten iyisi yoktu. Denize sırtını döndü. Deniz ona sırıttı ve Korkak çocuk! dedi. O da kalabalık caddeye yöneldi. Kimsenin kendisini tanımadığı insanların arasında dolaşırken bir dükkanın önünde durdu. İçeride kendi aralarında hiçbir ilişki bulunmayan birer milyonluk ürünlerin arasında bir şey görmüştü çünkü. Nedensiz ve acımasız alışverişçi yığınlarını aşarak daha da yakından baktı. Plastik bir el, parmakları zarif ve uzunca. Kırmızı ojeler ve yüzük... Elin içinde mıknatısla duran bir de sabun. Hiç tereddüt etmeden Bir poşete koyun şunu! dedi. Tanışma ve ayrılık günlerini birer simge ile ölümsüzlüştürmenin gerekliliğine inanırdı daima. Yinelemeci dünyasını rakamlardan, gün ve ay isimlerden arındırmış oluyordu böylece. Ayın bilmem kaçı ayrıldık demek son derece yavandı.
Büyük bir hevesle eve geldi. Eli banyosundaki lavabonun hemen yanına yapıştırdı. Eceyi duvarın içine saklamıştı. Ece Ona her ellerini yıkamak istediğinde sabun uzatacaktı. Bütün günü olanlara bir cevap aramakla geçirdi. Yağan kar ile yavaş yavaş tek başınalığı beyazla kaplanıyor ve kara yalnızlığı daha çok kendini belli ediyordu. Neden bir korkak olduğunu düşündü. Hava kararmasına rağmen gece gelmemişti. Yıldızlar insan kalabalığından sıkılmış gitmişlerdi. Sobasına biraz daha kömür attı. Soba kömürleri hasretle bağrına bastı. Ellerinin kirlenmesine aldırış etmedi. Hemen kapkara ellerini yoğun bir istekle yıkamak için lavaboya yöneldi. Banyodaki terlikleri ayağına geçirdi ve ilk adımını atıyordu ki, ıslak yüzeyde ayağı kaymaya başladı. Yüzünü aynada görebiliyordu. Yukarı doğru kalkan kaşları, yarı açık ağzı ile şaşkın bakışları keyfini kaçırıyordu. Oysa ufacık bir ayak kaymasıydı o kadar. Ne diye yüzü korkutuyordu ki kendini? Tutunacak bir şey ararken, Ecenin elinin ona doğru uzandığını görüp bir rahatlama hissetti. Elini Ecenin eline doğru uzatırken aynadaki görüntüsü güneşin batışı gibi ağır ağır aşağılara çekiliyordu. Uzanabildiği kadar uzandı. Ele dokundu fakat kavrayabilmesi için Ecenin yardımcı olması gerekiyordu. Ece: Korkak çocuk! diyerek kımıldamadı yerinden. Oysa o an hayatında aşka ilk kez bu denli cesaretle elini uzatıyordu. Fakat çok geçti. Artık el çok uzaktaydı. Kafasını lavaboya çarptı ve yere seriliverdi.
Dünya giderek kırmızılaşıyor ve ıslanıyordu. Artık her şeyin kırmızı olduğu bir an Ece? diyebildi bir iniltiyle. Sonra bir zamanlar Eceye seslendiği gibi seslenmeyi denedi : Gece?
(G)Ece yine de gelmedi...
09/04/05
KASTAMONU
]