LABİRENT
Etraftaki ölümcül karanlık dehşet vericiydi. Oraya nasıl ve nereden geldiğini hatırlamıyordu. Kendi sesini duymanın vereceği güvene sığınmaya çalışarak "Allah'ım deliler gibi korkuyorum" diye söylendi. Etrafın yeterince karanlık olması yetmiyormuş gibi, giysilerini nemden vücuduna yapıştıran yoğun sis içinde, duyduğu dehşetin de etkisiyle güç soluk alıp verebiliyordu. Karanlık yüzünden gözleri işe yaramadığından, tüm dikkatini kulaklarında toplamıştı. En küçük sesi bile kaçırmamaya çalışan kulakları, ne yazık ki ormanın içinde yankılanıyor vehmine kapıldığı kalbinin atışından ve gürültülü soluklarından başka birşey duyamıyordu.
Etraftaki ağaçları ancak varlıklarını hissederek algılıyordu. Nerede olduğunu ve buraya nasıl geldiğini hatırlayamadığı için, nereye gitmeyi amaçladığını da bilmiyordu.
Korku insanı öldürür mü dersiniz? Kalbinin bundan daha hızlı çarpamayacağına emindi. Ölümü o anda hissettiği dehşete tercih edeceği geliyordu neredeyse. "O da bunun gibi karanlık olsa gerek." diye düşünüyordu. "Ama; sıcak, güvenli ve mutluluk dolu hiç olmazsa."
Nereye gideceğini bilmeden yoluna devam mı etmeliydi? Saatin kaç olduğunu, sanki yetişecek bir yeri varmış gibi, merak etti. Belki vardı, kim bilir? Karanlık gecede fosforlu saati üçü gösteriyordu. İki saat sonra gün doğumuyla birlikte etraf aydınlanır da dehşetin felç ettiği beyni daha iyi çalışır diye beklemeli miydi? Hiçbir şey hatırlamıyor olmanın durumuna kattığı daha çok korku bir yana, hiç alışkın olmadığı beklenmeyen çığlıklarıyla bu orman, değil gün doğumuna kadar beklemek, beş dakika bile dayanılacak gibi değildi.
Sisin biraz aralanmasıyla ağaç karaltıları güç bela seçilebilecek hale geldi ve o, duyduğu korkunun içgüdüsel bir yaşama isteğinden ileri gelmediğini anladı. O an sadece korkuyordu. Korkunun neye karşı olduğunu anlayamadığı fobi gibi, mantıksız ve çok güçlü, katıksız bir korku hisediyordu. Çevresinde korkmak için yeterince neden varken o, bunların hiçbirinden korkmuyordu da, aynı zamanda vücudunu tir tir titreten, ellerine buz kestiren, kalbini gümbür gümbür attıran korkuyu eliyle tutabilecekmişçesine yoğun hissediyordu. Bilinen bir şeye karşı olmadığı için mantığı da yoktu. Bu durumdan kurtulmak için deliler gibi kendisine yardım edebilecek birilerini aramadığını, birilerine ulaşmaya çalışmadığını şaşırarak fark etti. Dehşetinin nedeni ne karanlık, ne de ormanda yüzyıllar öncesinden gelir gibi yankılanan garip seslerdi aslında. Dehşetinin nedeni kim olduğunu bilmemesi ve geçmişinin olmamasıydı. Ona bunu burada rastlayacağı birileri veremezdi ki. "Kendimi ararken kaybolmuş olmalıyım ben." diye düşündü. Kendi kendinin ilk farkına vardığı bu ormandan kendisini almadan ayrılmak istemiyordu. Oralarda bir yerlerde olmalıydı, ilerideki köşede veya ağacın ardında. Ama orada. Bu yüzden birilerini aramıyordu, ona kendini veremeyecek, sadece ormandan çıkışı gösterecek hiçbir yol göstericiliği istemiyordu. Kendisini almadan gidemezdi ki.
Ne yaparak kendi kendini bu ormana hapsettiğini bilmiyordu. "Ah Allah'ım hatırlamıyorum ki" diye söylendi yeniden. Bildiği tek şey, ona kurtuluşu gösteren hiçbir iz olmayan ormandan kendi çabasıyla kurtulması gerektiğiydi.
Belki onu da tanıyan birileri, sevenleri vardır. Yokluğunu fark edip üzülecek birileri. Onu aramaya çıkacak olanlar. Belki onlar kendisinin bilmediği nedeni biliyor, Onu burada aramayı akıl ediyorlardır.
Kurtuluşun uzakta olduğunu hissettiği bir an, bu umuda sarılsa da, buradan ancak kendi çabasıyla kurtulduğu takdirde, kendine kavuşabileceğini, kendisi olabileceğini...biliyordu. Hatırlayamadığı ama yapmak zorunda olduğu birşeyin varlığı duyduğu dehşetten daha çok rahatsız ediyordu onu. Buradan kurtulmalı ve o herneyse, onu yapmalıydı.