Uzun zamandan sonra yine içeri girdim işte.
Bir süredir her şey yolunda gidiyordu. İstanbul’un işinde gücünde mutlu kalabalığından biriydim. Yine yanlış bir şeyler yapmaya başladım galiba.
Eskiden de çok girerdim içeri. Toydum, sürekli haltlar yiyordum, yediğim haltların cezasını da içeri girerek ödüyordum. Ama bir süre sonra gire çıka hata yapmamayı, iyi biri olmayı öğrenmiştim. İskelede, Beşiktaş iskelesinde almıştım dersimi. Vapura yetişmek için ona buna omuz atarak koşarken sinsi sinsi kapının arkasında bekleyen, punduna getirdi mi, çat diye kapıyı kapayan, mütemadiyen hayatımın yarım saatini gözünü kırpmadan çalan adam sayesinde öğrenmiştim…
“Süre doldu. İstanbul’un bu yakasındaki ziyaret saati bitmiştir. Herkes hücrelerine!”
Hızla çarpan bir kapı sesi ve yarım saat hapis! Ardından acı bir düdük sesi ve bu yakada geçirilen uzun bir günün ardından diğer yakaya, evlerine dönen mutlu yüzlerin, başaranların, dönebilmeyi hak edenlerin, iyi insanların bakışları arasında İstanbul’un bu yakasında yarım saat hapis…
Yok, yine bir kabahat işlemiş olmalıyım mutlaka. Ama yeterince çekmedim mi cezamı ben? Şartlı tahliye yerine müebbede çarptırıldım da haberim mi yok acaba? Bunu hak edecek ne yapmış olabilirim ki?
Her neyse, eskisi gibi koymuyor nasılsa, hemencecik geçiveriyor.
“Biraz kayabilir misiniz?”
“Tabi, buyurun.”
“Siz de mi…”
“Efendim?”
“Sizin mi? Gazete sizin mi? Bir göz atabilir miyim?”