Şiirimizin Sorunları II

Herkes kendini yazar. Hayata neresinden tutunmuşsa onu yazar. Hayatınkendi bilincine yansıdığı kadarını yazar. Ve nihayet, hayatın neresinde saf tutmuşsa ona göre yazar. Bazen de yazıyormuş gibi yapar. Yazıyormuş gibi yapan, aslında gerçek yaşamda da öyle

yazı resimYZ

“Himalayaların tepesine tırmanmak güç
ama mümkün
Okyanusu aşmak da güç
ama mümkün
Ay''a ulaşmak da öyle

Ama mümkün değil işte
Bülbülün eti için öldürüldüğü bir ülkede
sanatı zincire vuranlara
meram anlatmak

Öt kuşum
Öt kuşum
Öt güzel kuşum
Eller ne derse desin
ben sana vurulmuşum.”

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Bir önceki yazımız ( Şiirimizin Sorunları I ) 14 Mart 2003 tarihinde yayınlandı, 22 kişi tarafından “tıklandı”. Bir kişi görüş belirtti. O da yanlış anlamıştı yazıyı. İzedebiyat gibi bir sitedeki duyarsızlık bizi şaşırtmaktan çok üzdü. Bu bağlamda, yazımız hakkında görüş belirten dostumuzu kutlamamız gerekiyor, duyarlılığı ve örnek tavrından dolayı.
Geçen yazıda söz verdiğimiz gibi “yeni” olgusunu incelemeden önce sevgili dostumuzun bize anımsattığı iki engele değinmek istiyoruz. Bizi yolumuzda değil, tartışmalarımızda kısıtlayan engeller bunlar.
Birincisi, bilimsel bilgi üzerine. Biz yazılarımızda önce bilimsel bilgi verip daha sonra varolanı bu bilgi ışığında aydınlatmaya, daha sonra yine bilimin yol göstericiliğinde “nasıl olmalıdır”a cevap bulmaya çalışıyoruz. Ki bu da, olması gereken şeydir. Nitekim su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşmaktadır, bu bilimsel bir bilgidir ve gerçeğin ta kendisidir.Artık tez olmaktan çıkmış ve ispatlanmıştır. Bir sonraki aşamada yapılacak olan şey, mesela, sudan nasıl oksijen üretilebileceğini araştırmak olabilir. Herkes tezini ortaya koyar ve gerekli aşamalardan geçtikten sonra istenen sonucu en kolay veren –bilimin görevi hayatı kolaylaştırmaktır aynı zamanda- kabul görür. Yalnız bu sorgulanabilir, alternatifi için çalışılabilir.
Konu şiir olunca devreye sosyal bilimler girmekte. Yalnız bu bilimlerden yararlanılarak sürdürülen tartışmalarda düşülen genel yanılgı “müspet bilimlerle aynı muamele yapılamaz” türünden savlarla bilimsel bilginin reddine gidilmesidir. “Sanat, toplumun üst yapı kurumlarında biridir” dendiğinde ve somut durum bu yönde temellendirildiğinde karşı tarafın inkara gitmesi, reddetmesi,suyun iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluştuğunu reddetmeye denk düşer. Bu da bize metafizik yaklaşımı anımsatmaktadır ki, bizim işimizi zora sokmaktan başka bir işe yaramaz. Ne ki gerçek, gerçeğin reddiyle ilerlenecek yolun sonunda değildir.
İkinci engel ise bundan daha tehlikeli olandır. Demokrasi içinde diktatör tutum diyebiliriz buna. Yani özgürlükçülük maskesi altında bir hoşgörüsüzlük hali. Eleştiri oku kendisine çevrildiğinde saldırganlaşan, kendisini tartışmamak için “özgürlüğümü kısıtlama” demagojisiyle aslında eleştireni kısıtlayan; tarih önünde değil, olsa olsa birkaç nüsha kağıda mahkum eden küçük-burjuva aydın-sanatçı tipi.
( Sıcağı sıcağına şunu belirtelim: bir önceki yazımızda bize görüş bildiren dostumuzun böyle bir durumu olduğu izleniminin doğmasını istemeyiz. Kendisini İzedebiyat sayfalarından izlediğimiz kadarıyla, böylesi insanların karşısında olacağının farkındayız.)
Aslında, “engel” olarak tanımladığımız ilk durum bir silah, ama ikinci durumda bulunanların silahıdır. İkinci durum gerici bir tavırdır ve “yeni”nin tartışıldığı yerde bunlar hali hazırda beklemektedirler.
İşte bütün bu kastçılar, tekkeciler, statükocular, “şiirmakineleri” kendi dünyalarında yaşaya dursunlar; biz şiir, şiir, şiir, diyelim.
Son birkaç senedir herkes şiirin tıkandığı görüşünde. Tüm süreli yayınlar bunun telaşında (!). Yayınları takip edenler bilirler.
Yalnız bütün tartışmalar, kavgalar, tarih sayfalarındaki bir ironiyi canlandırmakta: Meleklerin cinsiyetleri...
Evet. Bugün tüm yaşamımız gibi şiir de kuşatma altında.
Post-modernist bir kuşatma altındayız ve rahiplerimiz meleklerin cinsiyetlerini tartışmaktalar.
Şiir, sürekli tekrarlandığını gibi “başkaldırı”dır. Peki kime, neye karşı?
Varolan toplumsal düzenin tüm kurumlarına mı karşıdır? Yoksa dayatılana mı?
Bugün bize dayatılan kültürün özelliklerine kabaca bakalım: Bencillik, insana dair değerlerin reddi ve en son olarak duyarsızlık. Dikkat edilecek olursa, şiiri şiir yapan hiçbir şey kalmıyor.
Bugün varolan şiir post-modernizmin gösterdiği o sapkın yolda ilerlemekte. İçerik olarak da biçim olarak da. Hatta bazen herşey tersten gitmekte, içeriği biçim belirlemekte.
Biz burada herkes “aşk şiiri yazsın” yahut “artık bırakın aşk şiiri yazmayı” demiyoruz. Biz konunuz ne olursa olsun ama insana ait olsun diyoruz.
Evet. Defalarca söyledik ve nefesimiz tükense de söyleyeceğiz: Biçim belirleyen içeriktir. İçerik yoksa şiir anlamsızlaşır. Çünkü “Şiir, süslü sözler söyleme sanatı değildir. Şairin yaşama dair söyleceği sözler vardır. Ve bunu şiirle daha iyi anlatacağını düşünerek yazmıştır şiirini.” (İ. Karaca).
Biz, şiirin hayata bir katkı olduğunu düşünüyoruz. Bu anlamda şiirin yaşamda karşılığını bulması esastır. Bu da bizi daha anlaşılır yazmaya itiyor. Yozlaşmanın olduğu,
insana ait bütün güzel değerlerin saldırıya uğradığı –bu sitede de defalarca üstüne yazı yazılmış olan kültür erozyonundan bahsediyoruz- bir dönemde, şair toplumun duyarlı yanına seslenmek durumundadır. Bunu seçtikten sonra yapacağı tek şey anlatmak istediklerini nasıl ifade edebileceğini “öğrenmek” olacaktır.
Dergi ofislerinde altılı izleyen, Beyoğlu’nda içip, Cihangir’de sızanların anlatacak neleri var? Nasıl bir imgelem dünyasına sahipler? Bu yazıda “yeni” şairlerden çok “yeni” şiire yönelmek istedik. Bunu şöyle teorize edebiliriz: Bugün artık Türk şiiri yok olmuştur. Halk şiirini de katarsak binlerce yıllık geçmişi olan devasa bir söz sanatı “tüketilmiştir”. Üstelik onun için düşünen, çırpınan, bedeller ödeyen, hali hazırdaki onca emekçisine rağmen. Bugün bu emekçiler, şiirimizi öldürenlerden dersler çıkarıyorlar. Şiir tarihimiz bir silkelenişe hazırlanmaktadır. Geçmişin bütün olumlu özelliklerini alıp –bunu isterseniz aruzdan başlatıp, günümüzün imge kurgusunda bitirebilirsiniz-, bunları sadece içeriğin sunumunda bir araç olarak kullanacak insanlar yetişiyor.
Yani diyebiliriz ki:
Şiir öldü, yaşasın Şiir!..

Başa Dön