Ya da Susmak

Tamam ağzı laf yapar Hakkı'nın ama -zaten herkes ondan dikkat kesilmiş, ceplerindeki paranın hesabını yapmadan çayları ardı arkasına içeriyor ya; ben sadece bir tane çay içtim, çünkü biliyorum doğru değil anlattıkları.

yazı resim

Kahvedeki kalabalığı görünce, neler oluyor diyerek, önce bedenim diğer bedenlerin arasından kendine bir yol açtı; daha sonra önümde bir iki kişi kalmışken boynum bir kaplumbağanınki gibi uzadı ve tahta sandalyenin üzerinde oturan Hakkı'yı gördüm. Neler anlatıyordu da bunca insanı etrafına toplamıştı? Bizim kırk yıllık Hakkı, kırk yıllık kahvemizde... Tam "Ne uyduruyon lan Hakkı" diye bağıracaktım ki, kahvenin sahibi ayakta durmayın ağalar diye kızdı bize. Çaycı çocuk sağdan soldan bulduğu naylon sandalyeleri arkamıza dizmişti bile. Şimdi de elinde tepsisi, fırsattan istifade üçer beşer dağıtıyordu çayları kalabalığa. Burası öyle kalabalığa alışık değildir; nihayetinde kimsenin uğramadığı bir mahallede kuytu köşede kalmış, Muzaffer Dayı'nın ölümüyle her gün gelenlerinin sayısının altıya düştüğü, cayır cayır yanan bir sobanın etrafına kurulmuş küçük bir kahve. Şimdiyse görülmemiş bir heyecan vardı. Herkes, sandalyeler yetmez kaygısıyla birbirini ite kaka, yer edinmeye çalıştı. Ben öyle naylon sandalyeye oturmam. Zaten yerimi de ayırtmışlardır diyerek bizimkilerin yanına gittim. Ee, anlat bakalım Hakkı, neymiş kelamın?
Yok bana göre değil bu işler. Söyledikleri külliyen yalan, buldu ya kendini saf saf dinleyen kalabalığı, şişirdikçe şişiriyor. Tamam ağzı laf yapar Hakkı'nın ama -zaten herkes ondan dikkat kesilmiş, ceplerindeki paranın hesabını yapmadan çayları ardı arkasına içeriyor ya; ben sadece bir tane çay içtim, çünkü biliyorum doğru değil anlattıkları.
Sanki dünya etrafında dönüyordu. Gözü karamıştı bizimkinin. Önceden de tanırım, coşkulu çocuktur, bir şeyi anlatmaya başladı mı -hele bir de kendini ilgilendiren bir şeyse- eli ayağı zangır zangır titrer, ağzından tükürükler saçarak konuşurdu. Şimdi de zangır zangrdı, bir de üstüne, aradı bir coşkuyla oturduğu sandalyeden kalkıyor, elini kolunu sallıyordu; dibine girmiş cemaat korkuyla geri çekiliyordu. Elini şimdilik kimseye çarpmasa da, bir bardak çayı dirseğiyle dökmüştü. Kalabalık bir kez daha irkilmiş, bu sefer ön saflardakiler yerlerinden kalkmıştı. Ancak bu tür küçük aksilikler bu kadar insanın şevkini kırmazdı, çaycı da onca çay sattı ya, kırılan bir bardak olsun diyor.
Ben kalkıyorum diye ayaklandım, burada bana göre bir şey yok!
Bir süre dolaştıktan sonra tek başıma, dayanamadım geri döndüm. Hala anlatıyordu, nereden buluyordu anlatacak bunca şeyi? Kimseye takılmadan, bana ayrılan sandalyeye oturmadan öfkeyle bağırdım: " Benim de anlatacak bir şeylerim var!" Herkes olmasa da, arka saflardakilerin çoğu dönüp bir şeyler dememi bekledi. Hakkı konuşmasını kesince neler oluyor diye sesimi duymayanlar bile dönüp baktı. Oysa yeteri kadar güçlü bağırmıştım. "Neymiş?" dedi Hakkı. Ben burada, sen dünyanın merkezindeyken nasıl anlatırım? Kim dinler beni? Bağırsam da sesim duyulmuyor ki.
-Ama anlatmayacağım.
-Nedenmiş o?
-Çünkü anlatmamak için söz verdim. Anlatırsam ayıp etmiş olurum.
-Kime söz verdin?
-Kendime. Bunca sırrı açığa çıkarmak terbiyesizliktir. Bir tek kendini önemli sayma, herkesin söyleyecek önemli bir şeyleri vardır. Hem böyle davranmak beni erdemli kılıyor.
-Erdemli?
-Evet, erdemli.
-Ee, söylemeyecek misin?
-Hayır!
"İyi o zaman." dedi. Herkes kafasını tekrar önüne, Hakkı'dan tarafa çevirdi. Hakkı bütün heyecanıyla konuşmasına devam edince, ben olduğum yerde kalakaldım. Kimse bakmıyordu bana. İyi o zaman, dedim. Bir tane daha çay söyledim, ikinci bardağımdı. Hakkı'yı dinlemesem de anlatılacak bunca hikayemle çıkamadım kahveden.

Başa Dön