İçine koyabileceğin bir karanlığın olmadan, bir ışığın olamaz. -Arlo Guthrie |
|
||||||||||
|
Sibel’den gelen ilk mektubun üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçtikten sonra ikincisi de geldi. Mektubu okuduktan sonra anladım ki, Sibel’le olan bu ilişkim, adeta bıçak sırtında gidiyordu. Her an bitebilirdi. Mektubun başında uzun uzun anlatılanlardan bu kanaate varmıştım. Defalarca yazdığı mektupları silmiş, vazgeçtiğini bildiren mektuplar yazmış ve en sonunda da bunu göndermeye karar vermiş… Tabi bu şartlar altında benim yapabileceğim pek fazla bir şey yok. Bu öykü ile ilgili vereceği bir olumsuz kararı değiştirebilmem mümkün değil. O yüzden sabırla, onun özgür iradesi ile yapacağı davranışları beklemek durumundayım. Mektubun baş kısmı az önce de söylediğim gibi bu konularla ilgili. Aslında bunlar okuyucuyu pek ilgilendirmeyeceğinden, konu ile ilgili kısmını aktarıyorum: “Akıl hastanesinde yattığım günlerde “Ben deli miyim?” sorusunu kendime sorduğum zamanlar oluyordu. Her defasında cevabım “Hayır”dı. Çevremde olup bitenlerden haberdardım, diğer hastalarla kendimi mukayese ettiğimde farklı olduğumu anlıyordum. Olaylara karşı kayıtsızdım, hiç kimse ile konuşmuyordum, kendi iç dünyamda yaşıyordum. Ama tehlikeli durumlardan korunmasını da biliyordum. Mevsim kıştı. Çünkü hava soğuktu. Ancak “hangi ay, ya da yıl?” diye sorarsanız cevaplandıramam. Buradaki zamanı algılama şeklim normal yaşamımdakinden farklıydı. Günlerden ne olduğu, hangi ayda bulunduğumuz veya kaç yılıydı gibi sorular beni hiç ilgilendirmiyordu. Zaman ile ilgili olarak sadece sabah, öğlen ve akşamı biliyordum. Uyandıktan sonra kahvaltı ettiğimde sabahtı, yemek yeme zamanı geldiğinde öğlendi ve hava kararmaya başladığında veya ikinci yemekte de akşamdı. Bildiğim bu kadardı ve bu da bana yetiyordu. Öğlenleyin kar yağmaya başladı; tâ ertesi günün sabahına kadar. Her taraf bembeyaz olmuştu. Derken öğlen biraz geçince hava açtı, güneş yüzünü gösterdi. Hatta kar yavaş yavaş erimeye başladı. Sonra, hava gene kapattı. Soğuk arttı. Pencerenin yanına gidip dışarıya baktığımda ağaçların dalları sanki camla kaplanmış gibiydi. Demek ki eriyen kar suları, ani soğuk nedeniyle buza dönüşmüştü. Koğuştakilerin hemen hepsi yataklarına yatmışlar, yorganın altına girmişlerdi. Yoksa soğuktan başka türlü korunamazlardı. Çoğu zaman olduğu gibi, o gün de kaloriferler yanmıyordu. Kazan dairesinden gelen çekiç sesleri yapmaya çalıştıklarının işaretiydi. Bu tamirat işinin biraz uzun süreceğini tahmin ediyordum, çünkü önceki tecrübelerimden bunu öğrenmiştim. Üşüdüm. Pencere kenarından ayrılıp yatağıma gittim. Az önce koğuşta ayaktaki tek kişi benim sanıyordum, yanılmışım. Benden başka bir kişi daha vardı. Yürürken çıkardığı gürültüden kim olduğunu tahnin etmiştim: Belâ geliyordu… Evet bu kadın, tam bir belâydı. Geçen gün onu bizim koğuşa getirdiklerinde görünüşünden bile korkmuştum. Cüsseli, iri yarı, pazulu, güçlü-kuvvetli bir kadın. Yüksek sesle konuşuyor, o konuşurken bir başkasının konuşmasına asla tahammül edemiyordu. Saldırgandı. Sebepli sebepsiz insanlara vuruyor, yiyeceklerini ya da eşyalarını ellerinden çekip alıyordu. Bana doğru yürüdüğünü gördüm. Geldi, başucumda durdu. Bana kötü kötü baktı. Ben de ona baktım. Sonra bakışlarımı kaçırıp, başımı yorganın altına soktum. Bir yandan da bir an önce defolup gitmesi için dua ettim. Ayak seslerinden gittiğini anladım, yorganı başımdan indirip arkasından baktım. Yatağına gidip yatacağını sandım, öyle olmadı. Bir karyolanın yanında durdu. Orada 18-19 yaşlarında bir genç kız yatıyordu. Ona doğru saldırıya geçti. Bir şeyler almak ister gibiydi. Kız da vermemek için direniyordu. Kızı karyoladan aşağıya atıp, üzerine çıktı ve çiğnemeye başladı. Kız çığlık atıyordu. Biz ise hepimiz bu olayı sadece seyretmekle yetiniyorduk. Dakikalarca kızı çiğnedi. Bu da yetmemiş olmalı ki kızcağızı havaya kaldırıp duvara çarptı. Genç kızın bedeni yere yığıldı kaldı. Hareketsizdi ve artık bağırmıyordu. Büyük bir ihtimalle ölmüş olmalıydı. Bağırışları duyan iki hastabakıcı içeriye girdi. Bumu gören kadın, onlara karşı da saldırıya geçti. Hastabakıcılar koğuştan kaçmakta buldular çareyi. Hastanedeki diğer personelden yardım alıp tekrar geri döndüler. 7-8 kişi bu saldırgan hastayı zor zaptettiler ve oradan götürdüler. Sonra da kızcağızın bedenini bir sedyeye koyup dışarı çıkardılar. Bir daha ne bu hastayı ne de kızı gördüm. Bu olay koğuştaki hastaların hemen hepsini etkilemişti. Soğuğa korku da eklendiğinden, ben dahil tir tir titreyen hasta sayısı oldukça fazlaydı. Koğuştaki yaşamın eski haline dönmesi fazla sürmedi. Olaydan sonraki gün, ne Belâ’yı ne de ölen kızcağızı hatırlayan vardı. Yalnız bir değişiklik olmuştu. O da koğuşta bir hastabakıcının sürekli nöbet tutmasıydı. Doktorların da daha sık gelmeye başladıklarını söylemek gerekir. Bir gün doktor ve iki hemşire koğuşa geldiler. Ben dahil dört kişiyi seçtiler ve bize “Eşyalarınızı toplayın.” Dediler. Taburcu edileceğimizi düşünmüştük. Ama onlar bizi başka bir odaya götürdüler. Sanırım Belâ’dan sonra bazı tedbirler almayı düşünmüşlerdi. Çünkü koğuşta başka saldırgan hastalar da vardı. Bunların bizim gibi sessiz, kendisini koruyamayacak durumda olan hastalara zarar vermesini önlemek için böyle bir tedbir düşünmüş olmalılar. Yeni odamızda tam on tane yatak vardı. Biz dört kişiye yerlerimiz gösterildikten sonra bir yatak boş bile kalmıştı. Yani şimdilik burada dokuz kişiydik. Duvar kenarına sıralanmış, çoğunun kapağı kırık dolaplardan boş olan bir tanesine eşyalarımı koydum. Eşyalarım dediğim de ufacık bir bohça… Bu oda, daha aydınlıktı, ötekine göre sıcaktı da. Yerlerin pisliği bakımından diğerinden farkı yoktu. Bir de rahatsız edici ağır bir koku vardı. Galiba kanalizasyondan geliyordu. Neyse ki bu kokuya da alışacaktım. Demek ki hayat insanı her zaman ağlatmıyor, güldürdüğü ve sevindirdiği zamanlar da oluyormuş… Burada çok uzun süre kaldığımı tahmin ediyorum. İfade çok klasik bir söz olacak, ama söylemeliyim: Bu odada ben birinci “yeniden doğuşumu” yaşadım. Neden birinci? Çünkü ikincisi de var. Demek ki hayat insanı her zaman ağlatmıyor, güldürdüğü ve sevindirdiği zamanlar da oluyormuş… Yeniden doğuşlarımı buluştuğumuzda siz anlatacağım. Yakında görüşeceğiz. Hoşça kalın.” (Devam edecek)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |