..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Herşeye imgelem karar verir. -Pascal
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > Levent Ölçer




7 Ekim 2011
2012: Ölülerin İntikamı (3)  
Uçun Kuşlar Uçun

Levent Ölçer


Zombiler mi?" diye kahkahayla gülerek konuşuyordu loncanın afacan çocuğu, "ya saçmalamayın abi ya bu ne böyle? Birisi interneti mi komple hekledi? Kim yaptıysa helal olsun. Olm bu çok iyi ya! Her yerde bunlar var. Yalnız zombiler çok klişe olmuş. Efektler de biraz zayıf, pek gerçekçi durmuyo zaten.


:BIHH:
Müziğin ilk melodileri ısınma tadında, karşılıklı Üstadların kısa geçişleriydi. Kısaca giriş yaptılar, seslerini açıp bir duyguyu yakalamaya çalıştılar. Bıraktılar doğaçlama biçimde ne çalacaklarına birbirlerine cevap vererek bulsunlar.

İlk girişten sonra Kanun öne çıktı. Kanunun tellerinden havaya saçılan sesler güzel ve engindi. Seslerde hayata duyulan sevgi ve varlığın zarafetine duyulan hayranlık vardı. Güzellik ve iyiliği kutsayan bir yürekle kanunun telleri havayı coşkuyla titretiyordu.

Tamburun tellerine vuran yürek deryasının dalgaları tutkulu ve zarifti. Dalgalardan doğan melodi bir deniz gibi engin ve berraktı. Ezginin varlığı hakim ve doluydu. Adım adım müzik akarken tellerden havaya yayılan seslerde artan bir gerginlik ve yoğunluk vardı. Üstadın yüreği müzik olup kanunun tellerinden havaya saçılıyordu. Yürekte gerçeklik vardı. Yürekte hüzün ve sitem vardı. Sitem kocamandı. Çünkü sevgi kocamandı. Bütün dünyaya; İnsanlara, yaşama, varoluşa ve yaratılışa duyulan sevgi bu büyük sitemin özüydü.

Ney üflemeye başladığında ilk sesle beraber yürekler bir yangınla tutuştu. Neyin sesi öyle içliydi ki üstadın kalbinden akan kanlı yarayı duymamak elde değildi. Kanayan yürekte gözyaşı vardı. Neyden yayılan nefeste güçlü bir öfke ve isyan vardı. Bir başkaldırı ses olup havaya saçılıyordu. Neyde keder vardı. Adamın canına okuyan bir kederdi bu; Kişinin gözyaşlarında boğulmasına yol açacak kadar güçlü bir keder...

Çakır ve Muhtar dönmüşler ve Sofu'ya bakar olmuştular. Ney öyle içli, öyle hüzünlü bir taksim geçmişti. Ney durulduğunda alçak sesle kendi aralarında bir iki laf edip gülümsemiştiler. Neyzen gülümseyip başını sallamış ve bir iki kelime ederek tekrar üflemeye başlamıştı.

Tamburi ve Kanuni şimdi "heh, şimdi oldu" der gibi gülümsüyordu. Neyzenin yeni ezgisi gitgide ışıldıyordu. Meyhanedeki hava güçleniyor ve ışıldamaya başlıyordu. Keder arkada kalıyor ve neşe ile sevgi öne çıkıyordu. Ezgiler ışığın kutlu ve güçlü ışıltılarıyla renklenip parlıyordu. Hayat, sevgi, neşe ve aşkla doluydu bu yeni ezgi.

Dinleyenleri alıp götürmüştü bu yeni tema. Ruhlar adeta kanatlanmış ve bedenlerini bırakıp farklı bir varoluşun göğüne aşkla, sevgiyle, saflıkla yükselmişti. Yükselen sevdalı ruhların uçuşu kısa sürmedi. Kanun, tambur ve ney kutlu rüzgarlar olup ruhları sevgiyle kucakladı, onları kollarına alıp yukarılara kaldırdı. Yıldızlar daha yakın, güneş daha sıcak oldu. Enginlik özleri oldu. Bir, oldular.

***************

Aslan daha birkaç hafta önce taşındığı koca konak evinin büyük salonunda, tezgah başındaydı. Aslan'ın tezgahı bir düzineye yakın irili ufaklı ekran ve yarım düzineye yakın klavye ile yaklaşık üç düzine kocaman bilgisayar kasasından oluşuyordu. Bunlara ilave olarak bir dolu yan donanım vardı ama onları sayma zahmetine girmiyorum. Aslan bilgisayar ve internet işindeydi. Web işleriyle derin bir biçimde haşır ve de neşirdi.

Kendi işinin efendisi olan Aslan, siberalem denen bu dijital dünyada oldukça alçaktan uçup çok az radara yakalanan önemli abilerden biriydi. Bu internet ve programcılık işlerinden büyük paralar kazandığı gibi hatırı sayılır bir çevre de edinmişti. Yine de Aslan en çok da çok gizliydi. Kim olduğunu hatta varolduğunu bilenler çok sayılıydı.

"Aslan!" diye seslendi kapının eşiğinde görülen yarı çıplak Rus lolitası! Aslan'dan yarım karış uzun sarışın Rus afeti minicik bir havluya yarım yamalak sarılıydı. Rönesans heykeli kıvamındaki vücudu ıslaklığıyla ışıldıyordu. Banyodan yeni çıkmış Tatyana çok kızgındı. Sesi kendini hemen ele veriyordu. Bu fotoğrafçı ve fotomodel Rus güzeli Türkçeyi mükemmel konuşsa da böyle tepesi attığında Rus aksanı çok sert biçimde öne çıkıyordu.
"Ne var yine! Çalışıyorum burda Hayatımın Aşkı! Bi rahat ver be!"
Tatyana cevap olarak ayağındaki terliklerden birini öfkeyle çekip isabetle Aslan'ın kel kafasına fırlattı.
Aslan acıyla inledi ve 110 kiloluk ağır ve topsakallı gövdesini ayağa kaldırdı.
"Datlım gıymatlım, bak şimdi oraya gelip ağzını yüzünü dağıtcam! Noldu gene ya!!!"
"Şampuanımı bitirmişsin!" diye inledi ağlamaklı konuştu Tatyana. Sesi çocuksulaşmış ve kırılganlaşmıştı. Sömürü yapıyordu. Aslan'ın buna dayanamadığını biliyordu.
"Canımın içi, Fındıklı kurabiyem. Bir Tanem. Ben senin şampuanını kullanmıyorum ki. Kel kafam için zeytinyağlı köy sabunu kullanıyorum. Neden Kızıl Sonja'ya sormuyorsun?"

Kızıl Sonja lakaplı Melek, bu ikisiyle aynı evi paylaşan bir dansçı ahuydu. Lakabını fazlasıyla hak eden Melek, kızıl saçları ve dansçı vücuduyla her erkeğin fantezilerinin kraliçesiydi. Son üç senedir bu üçü aynı evi ve ilginç bir arkadaşlığı-ilişkiyi paylaşıyordu.

"Melek benim şampuanımı kullanmıyor. Onunki çilekli!" diye yine yaygarayı basarak konuşmaya başladı Tatyana.

Aslan yine kızmaya başlıyordu. Bu kızsal konular son zamanlarda yine sabrını zorlamaya başlamıştı. Kızların azgınlık dönemi yaklaştıkça etraflarına saçtıkları kızgın elektrik de başa bela oluyordu.
"Hayatım, ben senin şampuanını HİÇ kullanmıyorum. Bana niye kızıyosun anlamadım!?"

"Tekila!" diye seslendi Tatyana.
Önce bir şey olmadı. Sonra üst kattan bir kıltopu, merdivenleri deprem gibi bir gürültüyle indi. Kocaman bir Saint Bernard cinsiydi bu köpek.
"Tekila, git ona" diyerek Aslan'ı işaret etti. Tatyana.
Tekila hemen, hevesle Aslan'ın yanına gitti, ayaklarının dibine masum, şapşal ve sevimli bir suratla oturdu. Aslan şu anda bu köpekten çok nefret ediyordu. Şimdi hatırlıyordu. Dün gece epey bir içtikten sonra Tekila'ya banyo yaptırdığı gibi bir rüyayı hatırlıyordu... Sırf uyuzluk olsun diye Tatyana'nın şampuanı ile yıkamıştı kuçuyu. Rüya aslında pek rüya değil gibiydi. En azından Tekila öyle değilmiş gibi kokuyordu. Pire torbası, diye masum köpeğe küfretti Aslan. Tekila onun yüzünü her zamanki gibi sevgiyle yalayıp salyaya buladı.

"Kokuyu alıyor musun, hayatım?" derken kasıtlı olarak sert bir Rus aksanıyla sormuştu Tatyana. Aslan kokuyu alıyordu, hem de nasıl. Bu bela kokusuydu. Tatyana canına okuyacaktı. Aslan bir kez daha içkiyi azaltması gerektiğini kendine hatırlattı. İçmek son zamanlarda epey baş ağrıtıcı olmaya başlamıştı.

Tam böyle konuşurlarken içeriye Melek girdi. Dün geceki dans gösterisinden sonra epey bir yorgun ve geç saatte eve gelmişti. Anlaşılan 24 saatlik uykusundan daha yeni kalkmıştı. O da yarı çıplaktı. Yatarken giydiği giysiler zaten hep minicikti ve çok inceydi.

"Kavga mı var?"
"Biraz," dedi Tatyana. Somurttu.
"Barışcak mısın?" diye hevesle sordu Melek. Bu evde barışmalar hep çok sıcak ve eğlenceli olurdu.
"Bilmiyorum."
"Kızlar, cidden çalışmam gerek," diye inledi Aslan...
Kızlar tam aralarına alıp Aslan'ı barışma için uygun kıvama getirmeye başlayacakken kapı uyarısı geldi.

Evin çok gelişmiş güvenlik sistemi, bahçe kapısını çalan yüzleri duvardaki dev ekranda gösteriyordu.
"Ah, misafirler var. Tam zamanında. Kızlar, hadi gidip giyinin."
"Biz çok giyiniğiz," diye çıkıştı Tatyana.
Tatyana ile tartışmanın yararsızlığını bir kez daha hatırladı Aslan. Derin bir nefesi bıkkınlıkla verdi...

Kapıdaki karşılama çok içtendi.
"Baykuşum Kemalim! Canım benim! Hoşgeldin." diye karşıladı Aslan. Diğer iki serseriyle de candan tokalaşıp hepsini içeri aldı.
"Hoşbulduk, Aslanım benim," diye gülerek tokalaştı ve arkadaşına sarıldı Kemal. Sekiz aydır görüşmüyordu Aslan'la.

"Kemal!!!" diye bağırarak koştu Tatyana. İçtenlikle atılmıştı boynuna. Neredeyse üzerindeki havlu düşecekti. Öyle şiddetli bir kucaklamaydı Lolita'nınki.
"Nasılsın!"
"Tatyana! İyiyim seni peri kızı! Sen nasılsın!"
"İyi! Ama bu arkadaşın beni çok üzüyor!"
"Olamaz!!! Aslan! Sen ne yaptın!" diye öfke ve sitemle bağırarak sordu Kemal!
Aslan bu her zamanki takılmalardan biri karşısında yine sıkkındı. Üstelik Tatyana'nın onu kızdırma çabaları birkaç cepheden aynı anda başarı ile yürüyordu.
"Aile mücevherlerimizi bu kadar bonkörce sergilemen biraz teşhircilik değil mi hayatım?" diye sinirli sinirli sordu Aslan. Tatyana'nın havlusu kucaklaşma sonrası daha bir sağa sola kayıp daha az yeri örter olmuştu.
"Bu çirkin adamdan ne zaman sıkılırsan, seni bekleyen bir aşığın olduğunu sakın unutma, Tatyana," diyerek Aslan'ı kızdıran klasik şakalarını tekrar etti Kemal.
Aslan bıkkınca öffffledi. Ne haliniz varsa görün diyen bıkkın bir biçimde arkasını dönüp bilgisayarlara yürüdü.
"Sana bir kız buldum Kemal," diye heyecanla ve kızsal bir coşkuyla gülerek anlatmaya başladı Tatyana."Anlat ona Melek," diyerek Melek'ten de yardım istedi Rus güzeli. Melek da Kemal'e yapışmış gülümsüyordu.
Kemal "Kızlar, yapmayın ama, lütfen.." diye yalvarıp inlerken Melek anlatıyordu. İki güzel ve yarı çıplak çöpçatan Kemal'in kollarına girmiş, bıdı bıdı konuşarak sürüklüyordu.
"Kız yolda Kemal. Gemiyle geliyor."
"Karadenizde bi yerde olmalı şu aralar. Tatilini burada geçirecek."
"Bir fotomodel. Tam bir afet."
"Çok iyidir, çok tatlıdır. Tapacaksın..." diye ateşli ateşli ve neşeyle gülerek, heyecala anlatıyordu Melek ile Tatyana. İki kız bu çocuğa bu kez kesin bir hatun bulduklarına inanıyordular!

Kemal'i bu kuşatmadan kurtaran şey sadece çetenin diğer iki üyesinin de gecenin bu geç saatinde gelip onlara katılması oldu.

Bu arkadaş gurubunun diğer iki bayan üyesinden biri olan sarışın ve minyon güzel, bilgisayar dahisi Serap, yani namı diğer Matross(matrix-macross) ilk gelendi. Matross da Aslan gibi radarın altında uçan bir siber alem neferiydi. Matross dehşet bir programcı, bir net efsanesiydi. Sessiz, sakin, çekingen mizaçlı ama işinde en iyilerden biriydi. Matrix filminin ve Macross animesinin hastasıydı.

Taksici ile ücret pazarlığı daha doğrusu ücret kavgası yapan diğer kız ise Duru'ydu. Zisi ya da Zihni(!) Duru. Zihni Sinir Duru. Uçuk, kaçık ve bir mucit olan Duru zengin babasının paralarını acayip icatlar ve projeler peşinde harcayan şımarık bir tek çocuktu. O da ufak tefek bir şeydi ve minyonlara has mükemmel hatlara sahipti. Beyaz tenli ve siyah saçlı bir çıtırdı. Çapkınlığı da arkadaş çevresinde çok ünlüydü.

Gecenin geç saatine rağmen arkadaş gurubu şen kahkahalar ve hoşsohbet ile koca bir yumak olup yedi ve içti. Haftasonunun büyüsü ile sabaha kadar neşeyle eğlendiler. Laptoplarının ve Aslan'ın bilgisayarlarıın başına oturup WOW oynamaya başladılar.

Sekiz kişilik gurup, sürekli online olan diğer iki arkadaşlarının da yardımıyla, 10 kişiyi sorunsuzca tamamladı ve yeni bir raid zindanı olan Ateşin Gazabı Derinlikleri'nde üçüncü seferine başladı. Önceki günlerdeki ilk iki denemeden elde ettikleri deneyimi ve son konuştukları taktikleri kullanarak süratle ilk Boss'u indirdiler.

İkinci Boss biraz daha zordu. İki tank ile zor ve çok tüketici bir kavgayı vermelerine rağmen zafer yine onlarındı. Üçüncü ve Dördüncü Bosslar nispeten kolaydı. Gurubun uyumu çok yüksek seviyedeydi. Birbirlerini çok iyi tanıyordular. Ne zaman, ne olduğunda kimin ne tepki vereceğini, neyi yapıp neyi yapmayacağını çok iyi biliyordular. Defalarca wipe olmaktan kurtuldular, diğerlerinin açıklarını süratle kapatıp son boss a kadar gelmeyi başardılar. Uyum ve takım çalışması anlayışları çok iyiydi.

Beşinci ve son Boss için durma kararı aldılar. Sabah ezanı okunuyordu ve içlerinden bazılarının cumartesi günkü oyun maratonları için biraz uykuya ihtiyacı vardı. Mola verenler birkaç saat uyumak için üst kattaki sessiz odalara çekilirken Kemal de bir bahane ile bir süre evden dışarı çıktı.

Aslan'ın komşusu olan Sofu'nun eski, taştan köşküne doğru yürüdü. Bahçe kapısı kolayca açıldı. Bakımlı ve nefes kesen güzellikteki bahçeden içeri nefesi kesilmiş halde yürüdü. Sarhoş gibi yürüdü Kemal. Bahçeden içeri kapıya doğru giden adımları başka bir alemde adımlar gibi hissettiriyordu..

Elini uzattı zile. Tereddüt etmedi ama bir an için durdu. Derin bir nefes çekti.

*******************

Eyüp Hulusi Akpınar ya da namı diğer Sofu için söylenebilecek çok şey vardı ama bunlar arasında "ihtiyar" kelimesi yoktu. Evet Sofu yaşlıydı ama onun geniş omuzlarını ve dinç yürüyüşünü gören birisi kesinlikle bu adamın 60 yaşından büyük olduğuna inanmazdı. Eyüp Hulusi kaslı vücudundaki dövmeler ve kulağındaki küpesi ile ihtiyar bir neyzenden ziyade yıllanmış kaşar bir Harley & Davidsoncuya benziyordu.

Yaşlı ama hala muktedir üstad sabah namazını kıldıktan sonra şimdi çayını demliyor ve yeni güne hazırlanıyordu.

Sofu sabah serinliğine karşı tutuşturduğu şöminesinin karşısındaki koca koltuğuna yerleşti ve neyini eline aldı. Aklının biraz huzura ihtiyacı vardı. Dün gece yine o Sesler gelmişti.

Hayır delirmiyordu. Aklı başındaydı. Seslerin gerçek olduğunu biliyordu. Sesler üçüncü kez gelmişti. Bu defa tam da orada Çakır ve Muhtar ile fasıl ederken gelmişti sesler.. O iki kelime gece boyunca kulağında çınlayıp durmuştu. O iki kelime hala kulaklarında çınlıyordu.

Çınlama sesi bir anda kapı ziline dönüştü. Bu saatte hayırdır inşallah diye düşündü Sofu. Seri adımlarla yürüdü ve kısa sürede kapının önündeydi.

Sofu yaşlıydı ama salak değildi. Tedbirli biçimde kapının gözetleme deliğinden baktı. Tek başına bir genci gördü. Kılık kıyafetine, saçına başına da baktı. Ama en çok yüzüne ve gözlerine baktı. Aklındaki süzgeçten geçti delikanlı. Sofu daha fazla beklemeden yine hayırdır inşallah ve besmele çekerek kapıyı açtı.

"Buyur delikanlı?" diyerek karşıladı Neyzen.

Kemal ne diyeceğini bilemez haldeydi. Sofu işte karşısındaydı. Ona ne diyecekti? Bunun düşünmüş, düşünmüş ve düşünmüştü ama sonuçta içine sinen bir konuşmayı bir türlü biraraya getirememişti.

Kemal orada sıkıntı ile kıvranıp ne söyleyeceğini bulmaya çalışırken Sesler bir kez daha fısıldadı.
"Tanrı Misafiri..."

Bu fısıltının içinde binlerce renk, yüzlerce imge, sayısız ses ve duygulardan bir derya doluydu. İki kelimenin içinde anlatılan şey kitapları doldururdu.

"Adım Kemal. Ben, ...tanrı misafiriyim," diyerek konuştu Kemal. Bu sözler, Sesleri duyduğu anda ağzından kendiliğinden dökülmüştü. Kendisi de şaşkın ama aynı zamanda her şeyin; Sözlerin anlamının, Sofu'nun da bu sesi duyduğunun, aynı yolun yolcusu olduklarının farkındaydı...

Gece boyunca kulağında esip, yüreğinde yankılanan bu iki kelime, karşısına et ve kandan bir delikanlı olup dikilmişti. Sofu gülümsedi. Hiç tereddüt etmedi. Kaderin ona getirdiklerine karşı Sofu hep açık yürekli ve cesur olmuştu.
"Benim adım da Eyüp. İçeri gel, Kemal. Yeni çay demledim."
"Selamün aleyküm," diyerek kapıdan içeriye ilk adımını attı Kemal.
"Aleyküm selam," diyerek onu evine kabul etti Eyüp Hulusi.

Demleniş çaydan ilk bardakları sessizce içtiler. Bu rahatsız edici bir sessizlik değildi. Daha ziyade sakin ve dingin, biraz da rahatlamış bir sessizlikti.

"Çayın güzelmiş, eline sağlık," diyerek saygılı ve samimi bir tonda konuştu Kemal.
"Afiyet olsun," diyerek bu güzel sözleri kabul etti Sofu.
"Çok güzel bir evin var, Eyüp Üstad," diyerek gerçekten de muhteşem bir müzeyi andıran ve aynı anda da sıcak bir Eski İstanbul Konağı olan ev için beğenilerini söyledi.
"Teşekkür ederim. Baba yadigarıdır. Arkadaşlarım bana Sofu der, Kemal. Şakayla karışık bir isimdir bu. Senin bir ikinci adın var mı?" diyerek merakla sordu Sofu.
"Baykuş derler bana da. Uğursuz ve felaket tellalı olduğumu söylerler."

Sofu şimdi ona daha dikkatli ve çok daha kılı kırk yaran zeki gözlerle kısaca baktı. Aklındaki çeşit çeşit ve yılların tecrübesiyle oluşmuş süzgeçlerden geçirdi delikanlıyı. Üçüncü bir gözle baktı Kemal'e adeta. Gülümsedi.
"Belki öylesin, belki değilsin. İnsanlar anlamadıkları ve bilmedikleri şeyden çok korkar, rahatsız olur. Bilmek bu devirde pek, revaçta değil. Yani korkunun çağında, cehaletin çağında yaşıyoruz. Hem, Gerçek, pek öyle herkesin kaldırabileceği bir şey değil artık," diyerek konuştu Sofu.

"son çağrı yakında... kendini hazırla..." diye onların konuşmasını bölerek yine ikisine birden fısıldadı Ses.

Sofu ve Kemal göz göze gelip iliklerine kadar ürperdiler bu sesle. Bu sesin ve sözlerin tonu çok ciddi bir uyarı ve aciliyet dolu bir telaş yüklüydü.

İkisi de bu sözleri ve sözlerle gelen bütün duyguları, ağır imgeleri iliklerine kadar duymuştu. Kemal içinde değişimi hissediyordu.. Arzularını ve rüyalarında yaptıklarını düşünüyordu. İçindeki dürtülerin onu ittiği yönde içinde yeni bir şey uyanıyordu ve hemen şimdi, burada bu olay bir ilahi tezahür gibi yaşanıyordu.

"Tanrı misafiri. Bu yolun sonuna dek birlikte yürüyeceğiz galiba. O halde arkadaşlığımız hayırlı olsun inşallah," diyerek konuştu Sofu. Ayağa kalktı ve eliyle Baykuş'u davet etti.
"Yukarda boş bir sürü oda var. Bir tanesini beğen Baykuş. Benim önerim çınar dallarına komşu olan oda. Çocukluk odamdı. Dolunaylı yaz gecelerinde odaya ayışığı dolar. Ay ve bulutların dansını izleyerek uykuya dalmak gibisi yoktur," diye konuşarak önden yürüdü Sofu.
"İyi satış yapıyorsun, Sofu"
"Aileden tüccarız. Şarap işindeyim."
"İlginç," diye cidden şaşırarak konuştu Kemal. Namazla şarabın yanyana oluşu ilginç gelmişti.
"Gerçekten de öyle. İnsana çok farklı bir bakış açısı kazandırıyor.." diye gülümseyerek, sohbet ederek üst kata çıktılar.

Arkadaşlıkları işte böyle başladı. Tarih 22 Mayıs 2011 idi.


*****************

Aylar sonra... Bir Ekim günü... 27 Ekim 2011...

Kemal yastığa başını vururken gecenin daha çok erken saatleriydi. Güneş daha yeni batıyordu. Sarhoş gibi hissediyor ve çok ağır düşünebiliyordu. Tepkileri neredeyse içgüdüsel boyuta inmişti. Gün boyunca durgun ve yorgun gibi, uykulu, miskindi ama şimdi resmen ayakta uyuyordu. Kafası sarhoş gibi uyuşuk ve uçuştaydı.

Zorlukla kendini eve attı. Üst kata çıkışı ise çok daha zordu ve kendini yatağa atışını hiç hatırlamayacaktı.

Güneşin batışından itibaren hiçbir şey kolay değildi. Uyku Kemal'i yuttuğu andan itibaren Baykuş kanatlarını açmış ve bir fırtınanın içine dalmıştı.

Fırtına kocamandı ve bütün göğü kaplıyordu. Karanlık ve soğuk her yeri kaplamıştı. Yamurdan tokatlar ruhunu acımasızca dövüyordu. Şimşekler karanlığı yırtıp can yakan bir ışık kıyametini mızraklar gibi karanlığın böğrüne savuruyordu.

Kemal duyguların girdabında soluksuz savrulup duruyor, boğuluyor, yıkılıyor ve kavruluyordu.

Acı vardı. Acı hep oradaydı. Acı değişmez bir sabitti. Sonra yalnızlık vardı. Derken karanlık ve soğuk. Küçüldü, küçücük kaldı. Ayakta durmaya çalıştı ama ağırlık çok fazlaydı. Yere yıkıldı.

Yılgınlık ve teslimiyet hisleri çok baştan çıkarıcıydı. Onlara teslim olmak çok kolaydı.

Kemal kolayı seçmedi.

İsyan içini sardı. Öfke içinden yükseldi. Öfke ne kadar da tanıdık ve tatlıydı.Öfke kendini bildi bileli içinde duyduğu en yakın arkadaşıydı. Körlüğe, aptallığa, kolaycılığa ve kötülüğe karşı duyulan bir koca öfke...

Kemal'in içi fırtına ile çalkalanıyordu. Öfke ve isyan ile birlikte içindeki acı da büyüktü. Dünya ve insanlar kötülüğün pençesinde büyük acılar çekiyordu. Açlık, susuzluk, açgözlülük, kıtlık, kibir, oburluk, düşmanlık, fesatlık, hırsızlık, adaletsizlik, kandavası, anlayışsızlık, fitne, garez... Kemal dünyayı sevmiyordu. Kemal insanların teslim olmuşluğunu ve kaybolmuşluğunu sevmiyordu. Kemal bu umutsuzluk ve kabullenmişlik cehenneminden nefret ediyordu.

Bütün bu duygular yüzlerce imge ve sesle karşısına çıkıp Kemal'i acımasız bir kucaklama ile işkencelere salıyordu. Kemal uzun süre bu duyguların ve imgelerin cehenneminde kayboldu. Ruhu kamçılandı ve dövüldü, hırpalandı, kesildi ve biçildi; İçi acı ve kanla yıkandı.

Sonra bir başka ses yavaş ama kararlı biçimde yükselmeye başladı.

Ses önceleri neredeyse duyulmayacak kadar zayıf, belirsiz ve silikti. Sonra ses toparlandı. Ses kendi iç karmaşasını aştı ve yükselmeye başladı.

Kemal'in iç karmaşası ve karanlık fırtınası bu sesten akan güçle dağılmaya başladı. Bu ney sesiydi.

Neyden üflenen sesin ezgisi adeta Baykuş'a bir çift fazladan kanat gibi gelmişti. Baykuş şimdi çok daha güçlüydü. Baykuş yalnız değildi. Melodi rüzgar olup kanatlarını dolduruyor ve ruhunu yükseklere taşıyordu. Ruhu fırtınanın ve acıların çok üzerine doğru yükseliyordu. Kemal uçuyordu. Kemal yıldızlara kanatlanıyordu.

*****

Sofu gecenin içinde kendi karmaşası ile yüzleşmişti. Güneşin batışıyla birlikte üzerine kara bir canavar gibi çöken karanlığa karşı neyini bir silah gibi kullanmıştı. Neyden yükselen ruhunun ezgileri karanlığı yavaş ama çok kararlı bir biçimde savuşturup parçalamıştı. Sofu bu sınavı aştıktan sonra içinde duyduğu kabaran endişe hissine kulak vererek Kemal'in odasına bakmaya gitmişti.

Kemal'i kanter içinde yatağında yüzerken görmüştü. Genç adam sanki işkence çekiyor gibi uykunun kollarında kıvranıp inliyor ve acıyla kasılıyordu.

Sofu genç arkadaşının yatağının ucunda yere bağdaş kurup neyine üflemeye başlamıştı.

***********

Kemal sabah olurken güneşin ilk ışıklarıyla birlikte yeni güne gözlerini açtı. Ruhunda ve kulaklarında Sofu'nun neyinden yükselen ezginin teması şakıyordu.

Neyden yükselen ses çok kutluydu. Sesler ışıktandı adeta. Umut ve güç vardı orada. Tazelik ve kıvılcımlar saçan bir enerji vardı. Kemal seslerdeki bilgeliği ve idrak edilmiş ama adı konmamış gerçekliği duyabiliyordu.

Sofu şimdiye kadar hiç üflemediği kadar yüksek bir temayı üflüyordu. Bu tema Kemal'in ayaklarını yerden kesiyor ve ruhunu geleceğe dair muhteşem bir enerji, bir arayışla dolduruyordu. Temada umut ve barış vardı. Tema birliğe ve gerçeğe dönük bir temaydı. Burada göğe kanatlanan bu ezginin içi ışık ve sevgi, anlayış ve kucaklama doluydu.

Kemal elinde olmadan güçlü bir sıçrayışla ayağa kalktı. Yüzünde canlı, hayat dolu, umut dolu bir gülümseme vardı. İçinde bir şeylerin değiştiğini hissediyordu. Değişim sürüyordu. Değişim sürecekti. Dünya değişmişti ve yolun önündeki engellerin çoğu artık çok daha az göz korkutucuydu. Kemal artık daha güçlüydü. Farkında olmadan bu düşünce içindeki öfkeyi ve tepkiyi, içindeki isyanı da tetikledi.

İsyan duygusu da en az umut ve sevgi kadar güçlüydü. Belki de isyan sevgiden doğduğu için bu böyleydi.

Neyin sesi kesildi. Yavaşça neyi dudaklarından uzaklaşırken Sofu gülümsedi. Saatlerdir kapalı olan gözlerini ışıldayan sabaha açtı.

"Günaydın, Baykuş," diyerek selamladı.

"Günaydın, Sofu" diyerek aynı gülümsemeyle selamladı Kemal.

"Gece biraz sert geçti," diyerek laf attı Sofu.
"Evet, hissettim," diyerek geceki olağanüstü deneyimin paylaşıldığını anlamış olarak konuştu Kemal.

Sofu konuyu bir anda değiştirdi. Kemal şaşırmıştı buna.
"Eda'yı en son ne zaman gördün?"

Kemal çınar dallarının arasından süzülen sabahın ilk güneşine baktı. Çılgın bir mavilik gökyüzündeydi. Gördüğü en güzel bulutlar bu deli mavi üzerinde şaşalı bir geçit resminde sanki onu selamlıyordu.
"Sanki yıllar oldu. Ama... Gerçekte sadece birkaç ay oldu. İşten ayrıldığımdan beri onu görmedim."
"Salaklık ettiğini düşünmüyor musun?" diye dobraca ve itham etmeden, arkadaşca sordu Eyüp Hulusi.
Kemal kaşını kaldırarak şaşkın ve birazda sitemli sordu.
"Nasıl yani?"
"Salaklık etmişsin," diye başladı Sofu. "Daha ısrarcı olmalıydın. Açık bir hayırdan başka bir cevabı kabul etmemeliydin. Sen tutup hemen küsmüşsün. Kolay mı geldi hemen kendine acımaya ve ezikliğe sığınmak?" diye çomak sokarak sertçe konuştu Neyzen.
"Kolay? Kolay? Kolay!" diye şaşkınlık ve öfkeyle inledi Kemal'in sesi.

"Kolayca kendime acımaya ve ezikliğe mi sığındım?" diye yıllardır içinde bastırılmış ve kimseye söylenmemiş bir sitemle konuşmaya başladı Baykuş. "Hayatım kendimi bildim bileli kocaman imkansız bir kavga. Bütün yollar tutulmuş, bütün taktikler tükenmiş, bütün köprüler yıkılmış, gemiler yakılmış. Hayatım uzun bir son savunma. Bitmeyen bir kuşatmanın içinde bir hayatta kalma kavgası. Hayatım bir özgürlük kavgası. Üzerime atılan her şeye rağmen, defalarca yıkılmama rağmen hayattayım. Ayağa kalkmak için kendimi parçalayıp duruyorum. Teslim olmuyorum, köle olmuyorum, pazarlık etmiyorum. Altın ve mücevherli bir gerdanlık gibi sunulan kölelik tasmasını reddediyorum. Ölene kadar pes etmeyeceğim. Sen ne diyorsun be Sofu! Sen ne diyosun! Karşıma geçip bana ne diyorsun!? Ne kolayından bahsediyosun?!"
"Biraz umut ışığı görseydim yine de başımı bu kuşatmadım çıkarırdım bunu bil. Buluşmak için bütün ateşleri göze alıp koşardım. Ama bu işin tek taraflı olmadığını sen de bilirsin Neyzen. İki taraf da yanmayı göze almadan kavuşma olmaz."

Sofu aldığı tepki karşısında gülümsedi. Memnun bir gülümsemeye çok benzeyen bir gülümsemeydi bu. Ama Kemal'in öfkeli ve hüzülü, düşünceli hali bu gülümsemeyi görecek halde değildi.

"Hem, sen kimin tarafındasın?" diye hala öfkeli ve gözü bir şeyi görmezce konuştu Kemal.
"Adaletin."
"Bazen insanın gerçek ne olursa olsun, adalet ne olursa olsun, arkadaşının tarafında olması gerekir Sofu. Bu, bir arkadaşın yapmak zorunda olduğu seçimlerden biridir."
"Evet. Ve bazen de insanın arkadaşının iyiliği için adaletin tarafında olması gerekir. Adalete ihtiyacın var Baykuş. Haksızlık etme ona. Onun ne durumda olduğunu bilmiyorsun."

Peki o benim ne durumda olduğumu biliyor mu diye bağırmak istedi Kemal. Ama bağıramadı. Ağzını açamadı. Baykuş sadece düşünceli biçimde sustu.
Sofu ayağa kalktı ve elini dostça Baykuş'un omzuna koyup konuştu.
"Allah yardımcın olsun. İnşallah kavuşun."

*********************


21 Kasım 2012 günü... Bütün arkadaş gurubu toplanmış Aslan'ın evinde eğleniyordu. Şey, yani, ilk başlar eğlenceliydi. Ama sonra akın ters gitmeye başladı. Oyuna yeni eklenen zindan epey zorluydu ve dahası herkes biraz sarhoş gibiydi. Hatalar üst üste gelmiş ve defalarca wipe olup mezarlığa dönmüştüler. Eğlence kısa sürede işkenceye dönüşmüştü ve bir mola vermeye karar vermiştiler.

Geyiğin bini bir paraydı. Gırgır şamata gidiyordu. İçlerinde bir tek Aslan mutlu değildi. Aslan yapı olarak zaten genelde tam bir Huysuz Şirin idi. Bir de Tatyana ile kavga ettikten sonra iyice çekilmez oluyordu. Dalaşacak yer arıyordu. Bulmakta hiç geçikmedi, zaten bu konuda hiç zorluk çekmezdi Aslan.

"...Lan Baykuş, sen de tepemi attırıyosun zaten. Hani lan?! Hani her şey güzel olacaktı? Bize nutuk atıyodun, Matross'la çevirdiğin dümenleri ve yazdığın blogları da biliyorum, sürüyle eposta saçıyosun etrafa! 2012 geliyordu? Bu Maya takviminin sonuyla dünya yeni bir çağa girecekti? Daha önce hiç yaşanmamış bir döneme girecekti hani dünya? Nerde? Nerde aydınlanman? Nerde güzel günler? İyi insanlar parlayacak ve bize yeni bir çağa doğru yol gösterecekti? Bak 2012 bitiyor? Hala ortada bi b...k yok!. Nasıl olcak bu iş? Hee? Nasıl !?"

Kemal her şeyin farkındaydı. Aslan'ın stres atmaya çalıştığının farkındaydı ama bu fırsatı bir kaç nedenden ötürü kaçırmayacaktı.

"Beni hep kulağınla değil başka bi tarafınla dinledin Aslan," diye gülümsedi Kemal. Aslan'ı severdi. Bazen çok öküz olsa da Aslan'ı severdi. "Beni hala dinlemiyosun, Aslan. Ben hiç 2012 demedim. Ağzıma ve kalemime o tarihi hiç almadım. 28 Ekim 2011 dedim. 2012 diyenler diğerleri."

"Oha lan!!" diye hemen çıkıştı Aslan. Ateşli ateşli söylendi. "Sen kendi ağzınla yakalanıyosun. 2012 diyorum sen 2011 diyosun. Neredeyse 2013'e giriyoruz. Nerde lan senin değişimin? Hani her şey çok güzel olcaktı? Yeni bir çağa girecektik? Dünya kurtulacak ve daha iyi bir yer olacaktı."

"Değişmeyen tek şey değişimdir," diyerek başladı Kemal. Diğerleri de bu ikisinin arasındaki atışmayı ilgiyle dinliyordu. "Sürekli değişiyoruz. Bazılarımız bunu daha çabuk farkedecek. Bazılarımızın hissetmesi zaman alacak. Biz, çoktan değiştik, Aslan. Evrenin enerjisi bizi çoktan buldu. Bizi işliyor, şu anda bile bizi işliyor. Seçimlerimizi çoktan yaptık. Sonuçları yakında görmeye başlayacağız," derken bu sözleri öyle söylemişti ki, bunları öyle inanarak söylemişti ki...

Kemal bu son cümleyi öyle bir tonda söylemişti ki hepsinin tüyleri ürpermişti. Bir anda ortamdan koca bir gölge geçip gitmişti sanki. Sanki bir an için hepsi kendi içlerindeki bir boşluğu ve hatırlayamadıkları anıları hissetmişti.

Bu duygu o an için çoğuna çok rahatsız edici gelmişti. Kısa bir sessizlik ve rahatsızlık anından sonra ortalığı yine Kemal hareketlendirmişti.
"Abur cubur isteyen var mı? Ben biraz baharatlı cips alıyorum,"
"Yoğurt sos istiyorum!" diye bağırdı Matross.
"Ben de!" diye ona neşeyle katıldı Zisi.
"İstekleriniz benim için emirdir hanımlar. Uçuyorum hemen," diyerek güldü Kemal. Kahkahalarla gülüyordu. Bulaşıcıydı kahkahası...

************

Kemal yüzüne vuran rüzgarı ve yağmuru hissetti. Etrafında akan havayı tattı. Sonra sırılsıklamlığın içinden dışarı çıktı ve etrafındaki karanlık aydınlandı. Güneşi yeniden gördü. İşte batıyordu. Sonra gitgide serinlik arttı. Ama sorun değildi. Devam etti. Daha daha daha yukarı. Daha yukarı. Daha yükseğe. Havanın inceldiğini hissetti. Ama sorun değildi. Sonunda daha önceki seferlerde hiç yükselmediği kadar yükseldi.

Burada hava yoktu ama olsundu. Bu manzara her şeye değerdi. Bu güzellik nefes kesiciydi. Kemal gözyaşlarına engel olamadı. İçindeki coşkuya hakim olamadı. Gözyaşı hemen buz tuttu. Elbiseleri de buz kesmişti. Ellerine baktı. Elleri buzla kaplıydı. İçinde olduğunu daha önce hiç bilmediği cevaplar şimdi sorularının karşısında içgüdüsel ya da otomatik biçimde ortaya çıkıyordu. Üzerindeki gizli ışımasını görülür kıldı ve ışıma çapını genişletti. Koruyucu ışımasının içindeki alanda gözyaşı eridi, elbiselerindeki, tenindeki buzlar çözüldü.

Her defasında daha ileri gidiyor ve her defasında daha çok şey öğreniyordu. Kemal güldü ve alçalmaya başladı. Dünyanın onu kucaklayan kollarını hissetti. Yerçekimi. Kendini kontrollü biçimde ona bıraktı. Koruyucu ışımasını güçlendirdi ve iniş açısını yine şaşkınlık verici bir isabetle, içgüdüsel biçimde ayarladı. Bu açı onu tam İstanbul'un üzerine götürecekti!!! Uzaya bir dahaki çıkışını şimdiden dört gözle bekliyordu Kemal!

*************

Gün boyunca Kemal ortalıkta yoktu ve gece olurken de Sofu genç adamın sesini hiç duymamıştı. Arkaç bahçede çiçekleriyle uğraşırken gelip gelmediğini öğrenmek için üst kata çıktı. Odanın kapısının önünde durdu ve Kemal odada olduğunda kapıdan dışarı yayılan müzik sesini duymak için dinledi.

Odadan yayılan bir ses yoktu. Tek kulağına gelen beş on dakika önce başlayan çok şiddetli bir sağanak yağışın sesiydi. Balkon kapısı ve pencereler açıktı anlaşılan. Sofu "evi sel götürmesin şunları kapatayım," diye düşündü. Kapıyı açmadan evvel yine de kapıyı tıklattı ve seslendi.
"Kemal, içerde misin? Evi su basmadan balkon kapısını kapatsak iyi olacak," diye içeri seslendi. Bir besmele çekti ve elini kapıya uzatıp kapının kolunu çevirdi.

Akşam üzeriydi. Güneşin son ışıklarından az önce gelen kalın bulutlarla her yer iyice kararmıştı ama bulutların gerisinden hala ışık sızıyordu.Gökte şimşekler çakıyor ve iri taneli sert bir yağmur yeryüzünü dövüyordu.

Sofu içeri girdiğinde bir şimşek çaktı ve oda gün gibi aydınlandı. Oda bomboştu ve rüzgarla beraber tül perdeler içeriye doğru şişip dalgalanıyor, içeriye yağmur zerreleri uçuşup yüzüne vuruyordu.

Eyüp Hulusi tekrar süratle kararan odada ilerledi. Daha bir iki adım atmıştı ki balkondan koca bir gürültü geldi. Sanki koca bir kaya yere gürültüyle inmiş gibi bir sesti bu!

"Hayırlar olsun, inşallah," diyerek süratle balkon kapısına doğru yürüdü Sofu.

Yerde sırtüstü yatan Kemal'i gördü. Kemal'in yüzünde bir gülümseme vardı. Çok dolu ve çok aydınlık bir gülümsemeydi bu. Ağzı kulaklarına varıyordu. Sofu adamın gülümsemesinde en çok da dinginliği ve huzuru gördü. Bu, bu genç arkadaşının yüzünde şimdiye kadar hiç görmediği bir şeydi.

"Baykuş? İyi misin sen?" diyerek yanına gitti Sofu. Gördüğü kadarıyla Kemal gayet iyiydi. Sırılsıklamdı ve elbiselerinin büyük bölümü paramparça ve hatta kısmen yanıktı ama Kemal gayet mutlu ve sağlıklı duruyordu. Sofu bunu çok net biçimde, çok garip biçimde hissedebiliyordu. Kemal iyiydi.

"Çok iyiyim Sofu. Çok çok çok iyiyim. Ne kadar iyi olduğuma inanamazsın," diye gülerek konuştu Kemal ve az sonra gülümsemesi kahkahaya dönüştü. Kahkaha gittikçe büyüdü ve derinleşti. Kemal kısa süre içinde neredeyse katıla katıla kahkahalarla gülüyordu. Yattığı yerde kahkahalarla kıvranıyordu. Tepede şimşekler çakıyordu.

İlk başta bu Sofu'ya çok garip geldi ama kısa süre içinde Sofu da gülümsüyor ve gülüyordu. Hem de kahkahalarla gülüyordu. Yağmur tepelerinden aşağıya bardaktan boşalır gibi yağarken ve sırılsıklam ıslanırken iki arkadaş sadece katıla katıla güldüler.

Yağmur ve kahkaha ikisini de şefkatle yıkadı, üzerlerindeki birikmiş soruları, belirsizlikleri , karanlığı ve hüznü, kederi alıp götürdü. Kahkahalar daha bir parladı ve içleri neşeyle yandı.

Sofu ne kadar güldü hiç bilemedi ama epey bir güldükten sonra ağrıyan karnıyla birlikte gülümseyerek döndü ve içeri yürüdü.

"Çok kalma o mermerde. Hem ıslaksın hem de gece serinliyor," diye arkadaşça öğüt verdi Neyzen. "Kurulan da yemeğe in. Bu gece akın var biliyorsun, geç kalmayalım. Şu Boss yine benim göğüs zırhını düşürmezse bu defa ağlayacağım," diye gülümseyerek konuştu Sofu.

Sofu da artık çeteyle birlikte oynuyordu ve şifacı karakterini iyi de oynuyordu doğrusu. Bir noktadan sonra bu çocuklara katılmak için güçlü bir duygu onu itip durmuştu, iyi de olmuştu. Bu gençleri tanımak ve onlarla takılmak Neyzen'in bu zamana ve bu zamanın insanlarına bakışını daha bir umutla doldurmuştu. Hem bu çocuklar çok şen ve güzel insanlardı. İyi arkadaşlar bulmak bu zamanda çok zordu.

Kemal güldü. Ayağa kalktı.
"Sana o zırhı alacağız Sofu. Merak etme. En iyi Şifacımızı üzmeyeceğiz," diye gülerek konuştu.
"Yemek 15 dakikaya hazır, şey... 20 olsun. Benim de kurulanmam gerek, " dedi gülen Eyüp Hulusi ve arkasından kapıyı kapatarak gitti.

***************

Sofu odadan çıktıktan sonra Kemal uzun süre pencere önünden yavaşlamaya başlayan yağmuru ve kısmen aralanan karanlık, gri bulutları izledi. Aklında ve yüzünde koca bir gülümseme vardı. Sonra yine bir görüntü ile hüzün de geldi. Eda... Eda'yı hatırladı yine. Bir şimşek çaktı uzakta. Gece aydınlandı. Yağmur yine hafiften hızlandı ve Kemal'in ıslak yüzünü iri damlalarla dövmeye devam etti.

Aklında düşünceler, yüreğinde duygular çalkalandı durdu. İçi içini yedi. Kıvrandı durdu. Derin ve sıkıntılı nefeslerle soluyup acıyla yumruğunu sıktı.

"Eda," diye düşündü. Saçma buldu her şeyi. Bir yandan çok saçmaydı. Eda'yı ne kadar tanıyordu ki? Günaydın ve iyi akşamlardan başka kaç kelime konuşmuştu onunla. Gerçekten hakkında ne kadar az şey biliyordu?

Bir yandan onu hiç tanımıyorsa diğer yandan da kalbi onu çok iyi tanıyordu. Gözleri çakıştığında etrafa saçılan kıvılcımlar sadece Kemal'in hayalgücü değildi. O kıvılcımlar gerçekti. Bir şansa ihtiyaçları vardı. Belki de asla elde edemeyecekleri bir fırsata ihtiyaçları vardı. Bu şans, bu fırsat bir kez kaçmıştı. Şimdi her şey yeni bir renge bürünürken ve zaman yeni bir dönemeçten dönüp dünyayı değiştirmenin eşiğine gelirken... Bir fırsatları daha olacak mıydı?

Kemal bunları düşünürken, yağmurda ıslanıp yıkanırken, gökte orada burada şimşekler düello ederken... Sesler olan Ses yine kulağına fısıldadı.

"Fedakarlık yoksa zafer de yok..." diye fısıldadı Ses. Bu defa sesin içinde o olağanüsütü duygu ve imge yükü yoktu. Sadece Eda'nın bir görüntüsü parlıyordu Kemal'in aklında.

Ses çok daha sade ve belirsiz çıkmıştı. Ses daha katıydı sanki. Sanki zaferin duygulardan daha önemli olduğunu söylüyordu. Sanki bu dava kurban istiyordu. Sanki Kemal'den bir cevap bekliyordu.

Kemal bu söze karşı dimdik durdu. Bu defa Kemal de çok kararlıydı. İçindeki asi yine öne çıkıyordu. Kararan gecenin içinde, çakan şimşeklerin ve sağanak yağmurun altındaki genç adam çok kararlıydı.
"Sevgi yoksa zaferin anlamı yok," diye dümdüz söyledi Kemal. Bütün kalbiyle söylemişti bu sözü. Ses'in buna karşı çıkıp çıkmayacağını ya da bunun sonuçları olabileceğini düşünmemişti. Kalbindeki o doğruluk pusulasının haykırdığı şekilde konuşuyordu. Sonuçları omuzlamaya hazırdı.

Ses bu söze karşı gülümsedi. Ses, sımsıcak sarmaladı Baykuş'u.
"Zafer zaten Sevgi," diye güneş gibi parlayarak ve Eda'nın gülümseyen bir görüntüsüyle süsleyerek konuştu Ses. Ses için ulaşılacak en tepe nokta sevgiydi. Sevgiye giden yolda acı çekmek ödenmesi gereken kaçınılmaz bir bedeldi.

Ses ve Baykuş adeta ağlayarak içiçe girdi; Kucaklaştı, karıştı, eriyip bir ve tek oldu ikisi.

********************

Aralığın ortalarıydı. (20.12.2012...) Hava buz gibi soğuktu. İstanbul sokakları hem soğuk hem de ıslaktı. Bulutlar gökte kayadan bir kubbe gibi çok katı ve sert duruyordu. Şehir üç gündür yağmurların kuşatmasındaydı sanki. Bu çok iç karartıcıydı.

Neyse ki bugün biraz daha sakindi ve elektrik kesintisi olmadan atlatılcak gibiydi. Aslan'ın evi jeneratörler ve güneş panelleriyle elektrik sıkıntısı çekmiyordu ama İstanbullular için durum sıkıntı verici olmanın çok ötesindeydi son günlerde. Bu durm tam bir cehennemdi.

Aslında cehennem daha yeni başlıyordu. Daha açık söylemek gerekirse, cehennem geri gitmemek üzere geliyordu.

Sabahın erken saatlerinde gurup kendi evlerinde bilgisayar başı yaptığında ve akın için hazırlanmaya başladığında her şey güzel olacak gibiydi. Pazartesi sendromunun bu defa ne korkunç bir şekilde vuracağını hiçbirisi hayal bile edemiyordu.

Bir iki eksik dışında herkes online olmuş – bilgisayar başına geçip oyuna girmişti. Kulaklıklar takılmış ve mikrofonlar açılmıştı. Muhabbet gürlemeye daha yeni başlıyordu. Daha ilk dakika dolmadan ortada bir söylenti yayılmaya başladı. Uzakdoğuda bir şeyler oluyordu.

İlk başta çoğu kimse bunu önemsemedi. Bu kış koala gribinin etkili olacağı ile ilgili bir haber son günlerde patlamıştı ve herkes bu haberi koala gribine bağlamıştı bile. Birilerinin durumu abarttığıyla ilgili şakalar yapılıyor ve durumla dalga geçiliyordu.

Bir salgındı sözü edilen. Bu salgının koala gribi ya da domuz gribi ya da kuş gribi ya da ne bileyim bilmem ne bela gribiyle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Bu salgın adamı öldürmekle kalmıyordu. Ölüleri de ayağa kaldırıyordu!

Aslan mikrofonun ucundaki arkadaşıyla konuşuyordu. Adamın sesi dehşet içindeydi. Japonya'daki işyerinin tuvaletinden Ipone6'sı ile konuşuyordu.
"Clicker!! İnanmıyorum. İnanamıyorum!! Neler olduğuna hala inanmıyorum! Lanet olsun! Lanet olsun!! Clicker! Patronumun kafasını patlattım!!!"
"Sakin ol Turbo! Ya bi Sakin ol! Sakinleş! A... k.. Turbo bi yavaşla yaa!!! Bi sakinleş! Turbo! Turbo! Adam gibi konuş benimle adamım! Sakinleş ve konuş benimle!"
"Clicker, tuvalette mahsur kaldım, kendimi buraya kilitledim. Bütün fabrikayı ele geçirdiler..." diye anlatıyordu ve anlatıyordu Aslan bir yandan onu dinliyor bir yandan da internetten ne çekebilirse çekip ne olduğuna dair daha çok bilgi toplamaya çalışıyordu.

Oyun için kanallar, ventrillo ve chat ortamı da karışıyordu. Dalga geçip gülenler kadar haberler ve televizyondan, internetten bir şeyler izleyip de durum karşısında paniğe düşenler de vardı..

Karmaşa her yere hakimdi. Televizyonlar uzakdoğudan ve yakın asyadan haber verirken orada da şaşkınlık ve kaos vardı. Salgın hastalık kadar kudurmuş insanların insanlara saldırdığı toplu olaylardan da bahsediliyordu. Bazı videolar ve haber görüntüleri inanılmaz şeyler gösteriyordu.

Vent ortamında seslerden biri baskın çıktı.
"Zombiler mi?" diye kahkahayla gülerek konuşuyordu loncanın afacan çocuğu, "ya saçmalamayın abi ya bu ne böyle? Birisi interneti mi komple hekledi? Kim yaptıysa helal olsun. Olm bu çok iyi ya! Her yerde bunlar var. Yalnız zombiler çok klişe olmuş. Efektler de biraz zayıf, pek gerçekçi durmuyo zaten. Başka bir şey uydursaydı yemin ediyorum kimse bunu altı haftadan önce temizleyemezdi..." diye gülerek gevrek gevrek alay ediyordu Leeroy.

O böyle konuşurken bu sabah güneşin doğuşuyla tetiklenen hadise su yüzüne çıkıyordu. O anda Aslan da inledi. Bir his içini sardı. Kocaman bir duygu içinde kocaman şişti ve onu yutup içine aldı. Aslan bu duygunun içinde boğuldu. Duygu onu kucakladı ve ikisi bir oldu. Sonra o duygu yumağı kendi içine çöküp kendi içine emilmeye başladı. Bir koca karanlık her şeyi sardı ve Aslan kaybolduğunu hissetti.

Kaybolmuşluk hissi hem çok uzun hem de çok kısa sürdü. Sonra koca bir ışık geldi ve ışık bir anda bütün gözleri açtı. Sanki akıllarına bir güneş doğdu. Aslan kendine yavaş yavaş gelirken başağrısı ilk başlarda korkunçtu. Gittikçe zayıflasa da o ilk anlarda başağrısı kesinlikle öldürücüydü. Burnundan kan gelmişti. Aslan ayağa kalkmaya çalıştı ama başı dönüyordu. Ayağa kalkamadı. Vücudu titriyordu. Yere düştü. Bir titreme ve kasılma nöbeti kısa süre için onu sardı ve sonra bıraktı.

Aslan yerde bir müddet öylece yattı. Sonra kendine geldi. Ayağa fırladı. Sanki içine yeni bir güç, yeni bir enerji gelmiş gibi hissdiyordu şimdi. Kendinde içsel bir güç ve hayata karşı yeni bir duruş hissediyordu. Sanki adeta aklının gözü her şeyi daha farklı görmeye başlamıştı. Bu sanki ilahi bir vahiyin gelmesi, bir tezahürü yaşamak gibiydi.

Üzerinde düşündükçe, şu geçmiş aylarda yoğunlukla gördüğü ama bir türlü hatırlamadığı rüyalarını gördü. Rüyasında yaptığı şeyleri gördü. Hepsini hatırladı. Aklını bir şaşkınlık ve karmaşa doldurdu. Ne kadar çok soru vardı. Bazı cevaplar aklından süratle doğum sorularının karşılığı olarak yerini alırken Aslan farkında olmadan inliyordu. Sesi şaşkın ve aynı anda da heyecanla korku karışımıydı.

"Hass...tir!!! Kızlar! Kızlar! Kızlar, başımız dertte!

*****************

"İşte başlıyor..." dedi Ses. Seste hem ölümler için derin bir yas hem de doğumlar için umut vardı.

"Başlıyor," diye konuştu Kemal.
Sofu başını sallayarak hüzünlü bir biçimde onu onayladı. Sabah haberleri netten duymaya başlamadan önce Kemal bunu hissetmişti ve Sofu da Kemal'den bunu hissetmişti.
"Evet, işte başlıyor. Sonumuz ne olacak Kemal? Ben göremiyorum, bilmiyorum. Ne düşüneceğimi bilemiyorum," diye konuştu Sofu.
"Kurtarabildiklerimizi kurtaracağız. Yolumuza devam edeceğiz. İşte hepsi bu. Bunu biz başlatmadık Sofu, ama bunu bitirmek elimizde. Haydi, bir an önce işe koyulalım."
"Haydi," diyerek onu onayladı Neyzen.
"İlk önce diğerlerini toplamalıyız, sonra beraberce ne yapabileceğimize bakacağız,"
"Anlaştık. Başlayalım."

********************

Kardanadam yani namı diğer Mehmet Ali yanında uyandığı esmer bombaya bir göz attı. Hoş kız diye düşündü Mali. Yatak ve oda darmadağındı. Otel odası ter ve içki kokuyordu. Üstünde kızın tırnaklarının açtığı çizikler ve kurumuş kan lekeleri vardı. Epey ateşli bir gece geçirmiştiler anlaşılan.

Başı çatlayacak gibi ağrıyor ve her adımda beyni zonkluyordu.
"İçmiyorum a...k.. İçmiyorum. Şu hale bak ya," diye söylenerek banyoya girdi.
"A..k... Şu hale bak. Kız her yerimi parçalamış. Abi ne salağım ben ya. Nerden buldum bunu, nedir, kimdir, nasıl tanıştık. Buraya nasıl geldim lan ben? Olm ya bunlar organ mafyasından olsaydı? Ya zenci böbreğimin peşinde olsalardı? Ya var ya harbiden öküzüm ben. Hem ya prezervatif kullanmadıysam. Prezervatif diye bi şey de görmedim odada.. Ya var ya bi gün bi hastalık kapacam Allah korusun," diyerek duş kabininin pvc duvarına tahtaya vurdu Mehmet Ali.

Üstünü başını sabunladı ve kurumuş kan lekelerini ovaladı. Bir güzel temizlendi. Tam suyu kapatacakken bir anda sarsıldı!

Tezahür anıydı bu...

Mali suyun altına çöktü, oturdu kaldı.

Aklında dans eden rüyaları, hayalleri, istekleri, duyguları ve aklındaki sorulara dökülen cevaplar ile öyle kalakaldı.

Dakikalar geçti o duş kabininde. Suyun altında dalgınca, kendi içine kapanmış halde öyle durdu, durdu, durdu.

Sonra dudaklarından bir isim döküldü.
"Baykuş."

Iceman derlerdi ona. Serinkanlı ve cool bir adamdı Mali. Kendini yine toparladı. Kardanadam olmanın hakkını verdi. Kurulandı ve giyinmek üzere odaya yürüdü.

Esmer bomba uyanmıştı ve çıplak bir halde odanın kapısının önünde duruyordu. Hatun harbiden de hoştu hani. Balıketli, ele avuca gelir, çok kışkırtıcı bir hanımdı. Sanki daha bir solgun mu duruyor diye düşündü Mali. Eyvah belki de kız hastaydı, hastalanmıştı, ulan gece ona da mı bulaşmıştı yoksa...

"Hanfendi," diyerek, gülümseyen nazik bir sesle arkadan nazikçe yaklaştı ve kızın omzuna dokundu Mali.

Esmer bomba ona döndü. Yeşil yeşil parlayan kara gözleri ve yırtıcı duruşlu açılmış ağzıyla kızı gören Mali şaşkınlıkla vurulmuştu ama çabuk toparlandı.
Kardanadam hızlı tepkisi sayesinde boynuna atılan o güçlü çeneden kaçabildi ama dişler koluna geçmişti ve kızın tutuşu da inanılmaz derece güçlüydü.
Mali kızı silkeleyip kendini kurtarmaya çalıştı ama acımasız tutuşu çok güçlüydü.
"Bu ne Allahın cezası böyle!!!" diye içinde feratlar yükselirken aklına bir cevap geldi.. Cevap parlıyordu. Bu Mali'nin sonuydu. Bu ölümdü. Mali hayatında sadece birkaç kez yaşadığı bir dehşetle sarsıldı. Böyle korkunç bir ölüm düşüncesi bütün bilincini yakıp dağlarken içinden bir isyan yükseldi.

Mali can havliyle artık bir "ŞEY" olan "kızın" kafasına vurdu. Damarlarına akan zehiri hissettiği anda içinde bir yangının uyanmaya başladığını da hissetti. Kanı alevleniyordu. İçini bir korku sardı.

Mali kendini duvara savurdu. Kızın kafasıyla birlikte kolunu defalarca duvara vurdu. Her yer kan içindeydi. Odanın duvarları, yüzü gözü ve çarşaflar kan içinde kalmıştı. Kızın kanı ve Mali'nin kanı. Sonunda kızın kafası dağıldığında oda bir mezbaha gibi görünüyordu.

Mali'nin kolu zehirle yanıyordu. Bedeni tepkiyle titriyordu. İçgüdüsel bir tepkiyle bir emir verdi Mehmet Ali. Kendine şaşırırken koluna alevlenmesini emretti. Koluna yumruk yapmasını emretmek gibi doğal bir biçimde verilen bu emir, aynı doğallıkla vücudu tarafından uygulandığında, Mali rüyalarını ve tezahür anını bir kez daha yaşadı.

Önce bütün bedeni alev aldı. Vücudu alevlerle kaplandı. Bu hiç canını yakmıyor ve hatta hoşuna bile gidiyordu. Ama bu otelin yangın alarmını tetikledi.

Bütün otelde bir anda yağmurlama sistemi devreye girmiş ve alarmlar çalmaya başlamıştı. Bu Mali için de bir uyarı oldu ve ateşini durdu.

Kendini soğutmayı düşünürken soğuma ileri gitti ve soğuk bedeninden odaya kadar yayıldı. Bedeni buzdan bir dış deriyle kaplandı adeta. Yağmur buz kesti, Oda dondu. Kolu kanamıyor ve sanki süratle daha iyileşiyordu. Mali şaşkınlıkla gölgeli biçimde gülümsedi.
"Daha neler," diyerek acı acı güldü.

Gülüşü kısa sürdü. Her yer kan içindeydi. Az önce ölümün kıyısından dönmüştü ve bunun için geceyi beraber geçirdiği bir kızın kafasını patlatmıştı. Daha kızın adını bile bilmiyordu. Kolunu tuttu farkında olmadan. Hatırladı. İçindeki zehrin yok olduğunu biliyordu ama arkadaşları aklına gelince içi sanki yeniden tutuştu. Önündeki cesede ve az önce yaşadığı olaya geri döndü. Yaşadığı tezahür anını ve oradaki duyguları bir kez daha tarttı. Kendini kontrol etmeye çalışsa da bir gerginlik içinden büyüdü. Vücudu elektriklenmeye ve şimşekcikler saçmaya başladı.

Kendini kontrol altına alıp süratle giyindi Mali.

"Elementler. Bu ilginç olacak," diye kara kara fısıldayarak koridora çıktı.

Koridorda ıslanmış insanlar koşturuyordu. Asansör devredışıydı. Merdivenlerden inerken alt katlara gittikçe sesler yükselmeye başladı. Bunlar panik sesleriydi. Çığlıklar ve silah sesleri de vardı. Mali yukarda yaşadığı olayı hatırlayınca bunun sadece bir başlangıç olduğuna hükmetti. Daha her şey yeni başlıyordu.

***************

Şok çok ortadaydı. Her şey gözlerine sokulmuş gibiydi. Gözlerine inanıyordular ama inanmak istemiyordular. Bir anda dünya tepe taklak olmuştu. Alınan haberler ve insanların kendi çevrelerinden gördükleri şey kaçınılmaz biçimde bir kıyameti gösteriyordu.

Yaşanan tezahür anından sadece bir saat sonra İstanbul ve Türkiye sokaklarında karmaşa patlamıştı. Mezarlıklardan ve hastanelerden, morglardan taze ölüler uyanıyordu. Bazı insanlar o tezahür anını hiç hissetmezken bazıları da ölmüş ve sonra süratle değişim geçirip yaşayan ölüye dönüşmüştü. Manzara korkunçtu. Sokaklarda anarşi hakimdi. Sokaklarda dehşet ve ölüm kol geziyordu. Gerçekten sokaklarda ölüm geziyordu. Panik yüzünden bütün GSM şebekeleri ve telefon hatları kilitleniyordu. Netin kopmaya başlaması an meselesiydi.

Uyananlar koyu gri korkutucu tenleri ve yeşil ışıltılı gözleriyle kanı donduruyordu. Ağızlarından kanlı salya akarak yeni kurbanlar arayan güruhlar şehir sokaklarında geziyordu. Isırıp öldürdükleri onlar gibi süratle kararıyor ve ak gözlü zombilere dönüşüyordu. Sonradan ölen bu zombiler diğerleri gibi değildi. Bunlar daha hızlı hareket eden bir çeşitti.

Aslan bilgisayar başında arkadaşlarıyla durum değerlendirmesi yapıyordu. Karşısında oturduğu bir düzine bilgisayar ekranındaki onlarca pencerede haberler, açıklamalar, canlı yayınlar, videolar akıp duruyordu. Bilgisayar ekranlarında amatör kamera çekimleri ve canlı yayınlar inanılmayacak şeyleri gösteriyordu. Bu manzara bütün zombi filimlerinin toplamı ve tekrarı gibiydi!!!

"Bakın ne olduğunu tam biliyoruz diyemeyiz ama sokaklardakilerin yaşayanölü olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ve öldürdüklerinin de onlara dönüştüğünü görüyoruz. Mümkün olduğunca korunaklı ve kapalı yerlerde kalın."
"Bulunduğunuz yerleri güçlendirin. Sokağa çıkmayın ve onlardan uzak durun. Onlarla karşılaşmaktan kaçının. Sayıları insanlar salakça ortalıkta koşturdukça hızla artacaktır. Çok dayanıklılar ve ne polisin ne de askerin şu aşamada etkili bir karşı koyması yok. Kimisi çok yavaş ama bazıları neredeyse koşuyor. Tek bir çeşit değiller. Dikkatli olun!"
"Isırıklara dikkat edin. Birbirinizi kollayın. Barikatlar kurup kendinizi koruyun. Anayollar şimdiden kilitlenmeye başladı. Arabanızla çok fazla uzaklaşamazsınız, sağlam sığınaklar bulup kendinizi kapatın. Bu ilk şok anlarının geçmesi ve ülkelerin sokaklarına tekrar hakim olması zaman alabilir.." Bunlar Aslan'ın son sözleri oldu.

Telefon hatları kesildi. Karasal bağlantı koptu. GSM şebekeleri kapandı. Uydu bağlantısı bile koptu. Aslan en çok da buna şaşırdı. Uydu kanallarının aşırı yükten etkilenmesine karşı yedekte tuttuğu bir iki önlemi vardı ama onlar bile iptal olmuştu. Burada garip bir şeyler vardı. Tamam, ölülerin uyandığı bir günden daha garip ne olabilir diyebilirsiniz ama gerçekten burada bir gariplik vardı...

"Ne yapcaz Aslan?" diye sordu Melek. Korkmuştu açıkçası. Elinde Aslan'ın ona doğum gününde hediye ettiği eski bir Japon katanası vardı. Melek Kendocuydu. İyi de sallıyordu o kılıcı. Öğretmeninin gözde öğrencilerinden biriydi hani.
"Diğerleriyle buluşmalıyız. Hepsine Zombikalips planını uygulayacağımızı söyledim. Umarım online yakalayamadıklarımız da Zombikalips planını hatırlıyordur," diye sinirli sinirli güldü Aslan.
Zombikalips planı bir geceyarısı yarı içkili ve bolca keyifli oldukları sırada düşündükleri bir şeydi. Hep beraber güzel ve hızlı bir akından sonra yiyip içerken bir şakadan yola çıkıp bu planı yapmıştılar. İstanbul'da zombi vakası patlasa halimiz ne olur? Sorusuna cevap aramıştılar. Epey bir eğlenerek ve ciddi ciddi plan yapmıştılar.
"O halde yola çıkalım. Otele kadar uzun bir yolumuz var," diye baskın Rus aksanıyla konuştu sarışın Lolita.
"Kritik malzemeleri alalım. Bir daha ne zaman buraya dönebiliriz bilmiyorum," dedi Aslan.
"Bir daha buraya dönebilir miyiz ki, Aslan?" diye biraz umutsuzca sordu Melek. Üçü de tezahür anını yaşamıştı. Bundan çok fazla konuşmak istemeseler de bir şeylerin geri dönüşü olamamacasına değiştiğinin farkındaydılar.

Onlar değişmişti. İnsanlar değişmişti. Dünya değişmişti.

**************

Hikayeyi geçen haftasonunda bitirmiş olmalıydım. Ama olmadı. Vefat oldu, matem geldi. O zamandan bu yana bir iki yerine ufak bir iki satırlık, bir iki kelimelik-harflik dokunuşlar yaptım ama o kadar. Hala pek kafam yerinde değil. Kendimi düzeltmeye çalışıyorum.
Burada bırakabilirim. Ama bir kapanış, bir son söz eklemek isitiyorum. Ne zaman eklerim orası belli olmaz. Şu haliyle de pek yarım kaldı sayılmaz, açık kapılı bir öykü olarak kabul edilmeye müsait. Yine de bitirmeye çalışacağım.



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik kümesinde bulunan diğer yazıları...
2012: Ölülerin İntikamı
Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (9. Bölüm - Son - )
Yeşilgözlü Şeytan'ın Gecesi
Güneş ve Ölüm (Giriş)
Yaşam Hasatlayan Smir
Güneş ve Ölüm (3. Bölüm)
Cennette Bir Sabah
Althar'ın Akıncıları: Altıngöl ve Ejderha (6. Bölüm)
Yaşam Hasatlayan Smir (2)
2012: Ölülerin İntikamı (2)

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Tatlı Sert
Zeytin Karası
1996 Yılı
Ufuklar: Kırmızı Bölge - 18
Kovan Savaşları (1. Bölüm)
Kovan Savaşları (2. Bölüm)
Yaz 2011
Ufuklar: Diversity Antalya
Ufuklar: Bronz'un Mesajı

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Barbar Conan'ın Ölüm Şarkısı [Şiir]
Her İnsan Öldürür Sevdiğini [Şiir]
Kovan Savaşları Öyküleri [Roman]
Uzun Yol (1. - 100. Sayfalar) [Roman]
Sevgi, Mutluluk, Özgürlük ve Hayat Üzerine Felsefe [Deneme]
Tanklamak Ne Demek? [Deneme]
Ya İstiklal Ya Ölüm [Deneme]
Uyanıklık [Deneme]
Ölüm / Kalım [Deneme]
Uzayda Hayat Var mı? [Deneme]


Levent Ölçer kimdir?

Fantazyada büyü, teknoloji ve aksiyon İldar'da buluşuyor. 07/10/2017 tarihinde şimdi diyebilirim ki neredeyse 2 senedir tek kelime yazmadım. . . 2 senedir yazar tarafım ölü. oysa oldugum şeyler içinde olmayı en sevdiğim şey yazar olmaktı :) Toprağı bol olsun.

Etkilendiği Yazarlar:
Süpermen, Robert E. Howard, Tolkien, Salvatore, Jules Verne, Battalgazi, David Eddings, Michael Moorcock.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Levent Ölçer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.