Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
Hiçbir zaman ev sahibi olamadık, ama kiraya verilen evlerin hepsi bizim sayılır. Kiracısı olduğumuz ev iki katlı, girişi evin arka taraftaki avlusunda olan kerpiç duvarlı bir gecekonduydu. Oturduğumuz ev, üst katta, bir sofanın iki yanındaki iki odadan ibaretti. Alt katta, bir sofa ile bir odadan ibaret bir başka ev ile girişi sokakta olan bir dükkan vardı. Dükkan, marangozhane olarak işletiliyordu ve sabahın köründen yatsı ezanına kadar yarattığı gürültü kirliliğine katlanmak zorunda kalıyorduk. Yatarken bana tahsis edilen evin oturma odasının tabanındaki tahta döşemelerin hemen altıdan yükselen o gürültüyle yaşamak çok zordu. Alt kattaki diğer evde, Muhittin Amca, karısı Mükerrem teyze ve oğlu Mehmet ile kalıyorlardı. Muhittin amca, akciğerlerinden hastaydı. Yatsı ezanı okunup da, marangozhanenin gürültüsü kesildikten sonra, gecekondumuzu onun öksürük ve iniltileri doldurmaya başlardı. Muhittin amca, hastalığı nedeniyle elden ayaktan düşüp, evden çıkamaz hale geldikten sonra, ortaokulun ikinci sınıfından alınıp bir esnafın yanına çırak verilen Mehmet bakmaya başlamıştı ebeveynine. Haliyle, çıraklıktan kazanılan parayla ne kadar bakılabilirse… Mehmet, benden bir, ya da iki yaş büyüktü. Ergenlik dönemini yaşamaya başlamış olan oğlanla arkadaş olabilmek için can atmama karşın, henüz çocukluk sürecinde bulunduğumdan, bana pek yüz vermiyordu. Bu yüzden, onun yanında hep ezik hissederdim kendimi. Muhittin amca hasta haline rağmen, asabi karakteriyle her türlü kusurlarında, işlenen kusuru evdekilerin burnundan getirmekten geri de durmazdı. Mehmet’in çıraklıktan kazandığı paranın üstünden azıcık tırtıkladığını hissettiğinde de aynı şekilde, oğlanı yerin dibine sokardı. Mehmet, babasından yediği bir şamarın kahrıyla avluya çıkmış, sessizce ağlıyordu ki, teselli ederim umuduyla yanına gittim. Her ne kadar benimle arkadaşlık yapmaya tenezzül etmese de, yanına gittiğimde bana hiç ummadığım kadar yakın davrandı ve içini döktü. Nankör babasından nefret ettiğini ve anneciği olmasa alıp başını gideceğini söylüyordu. On dört yaşındaki bir çocuğun başını alıp gitmesinin bir felaket olacağını düşünüyordum ben, çünkü çocukların, anne ve babaların koruyucu kanatları olmadan hayatta kalamayacaklarına inanıyordum. O sohbetimiz esnasında, içtiğim ilk sigarayı ikram ettiğinde, onunla aynı olmanın duygusuyla kabul ettim. Öksüre tıksıra içip bitirdim. Mehmet ile arkadaşlığımızın gelişmesi de sigara sayesinde olmuştu. Avludaki köşemizde, babamın verdiği okul harçlıklarıyla aldığım “Yenice” paketlerini koyuyordum önümüze, biri sönmeden öbürünü içmeye başlıyorduk. Mehmet, evden kaçma planlarından anlatıyordu, zengin olma hayallerinden anlatıyordu, zengin olur olmaz anneciğini konaklarda yaşatmaya başlayacağını anlatıyordu… Ben de kavuştuğum bu olağanüstü arkadaşlığın diğer tarafı olarak büyük bir memnuniyetle anlatılanları dinliyordum. Nitekim, Mehmet’in evden kaçtığı haberi de gecikmedi. Birden bire, öylece, sırra kadem basıvermişti. Mehmet’in yok olmasından sonra Muhittin amca ile Mükerrem teyze öyle bir yoksulluğa düştüler ki, oturdukları evi kirasını ödemek bir yana, bazen sofralarında yiyecekleri bir kuru ekmekleri bile olmuyordu. Genelde, avluda, annemin çapalayıp bahçe haline getirdiği köşede yetiştirdiği salatalık, biber, yeşil soğan gibi sebzelerden izin alarak topladıklarıyla zeytinyağsız, sirkesiz bir çoban salatası yapıp ekmekle yiyorlardı. Bazen annem, ya da komşular evlerinde pişen yemeklerden de veriyorlardı. Bir defasında, annem benimle, yarım paket kadar margarin yağ ile iki dilim peynir yollamıştı. Evlerine girdiğimde, tam da sabah kahvaltılarını yapıyorlardı. Kahvaltı sofralarının ortasında bir çay tabağı, çay tabağının içinde de kırmızı toz biber ile tuz karışımı. Ekmeklerini yudum yudum o karışıma banarak karınlarını doyuruyorlardı. Beni bu sofralarına buyur ettiklerinde, tenezzül etmemiş gibi olmamak için oturdum. Mükerrem teyze annemin göndermiş olduğu yağdan bir dilim ekmek sürmek isteyince, “ama benim canım bu karışımdan yemek çekti,” diye ısrar ederek şiddetle karşı çıktım. Razı edince koparttığım bir parça ekmeği karışıma banıp attım ağzıma; daha o ilk yudumda dilimin ucundan burun deliklerime kadar her tarafım acıya kesti. Tükürdüğümü yalamamak uğruna koca bir dilim ekmeği o karışıma banarak bitirdim. (Hala, zaman zaman o karışımdan yaparım ve aynı şekilde yerim) Ev sahibi, alamadığı kiralarından dolayı bu karı kocanın tepesinden inmez olmuştu. “Ya kira borçlarınızı ödeyin, ya da defolup çıkın evimden!” Bu baskılardan sonra Muhittin amca, yıllarca hizmetini gördüğü eski patronuna gidip boyun bükmeye karar verdi. Bir gayret evden çıktıktan sonra yürüye dinlene ulaştığı adamdan para alamadı, ama bolca nasihat aldı. Dönüş yolunda bir yandan nefesi tıkanmakta, öte yandan bacaklarının dermanı kesilmekte. On adım yürüyor, dikilip soluklandıktan sonra gene bir on adım daha, derken bacakları da iyice takatten düştü ve yolun kenarına çömelip oturarak onları da dinlendirmeğe koyuldu. Oturduğundan hemen sonra, önünden geçen bir bayan, yere bir demir para bıraktı, geçti, gitti. Muhittin amca, ne olduğunu anlayamadı önce, kadının bıraktığı paraya da el uzatamadı utancından. Az sonra, ikinci,…,beşinci demir paralar bırakılmaya başlandı önüne. Muhittin amca o zaman anladı ki, insanlar onu dilenci sanarak önüne sadaka bırakmaktadırlar; müthiş bir utanca kapılarak oradan nasıl kalktığını, nasıl uzaklaştığını anlayamadı bile, fakat tam da uzaklaşırken arkasından koşturup gelen bir kız çocuğu “Amca bunları almayı unuttunuz,” diyerek getirdiği demir paraları ceketinin cebine sokuşturdu. Onbeş dakikada toplanan para tamı tamına beş liraydı.Bir francalı ekmek, yarım kilo kuru fasulye ve arta kalanla da ama elli gram, ama yüz gram kıyma parası. “Hanım, al şunları da bir kuru fasulye pişir ki, kokusu bütün bu sokağı sarsın, emi!” diyerek, aldıklarını Mükerrem teyzeye teslim etti. Mükerrem teyzenin, “bunları alacak parayı nereden buldun?” sorusuna, “Eski patronum harçlık et diye bir beş lira verdi de, Allah razı olsun!” demekle yetindi. Mükerrem teyze de, “Allah ona daha çok versin inşallah!” dedi. Gerçekten de, Mükerrem teyzenin avluda tutuşturduğu odun ateşi üzerinde pişirdiği o kuru Fasulyenin kokusu bütün bir mahalleyi tuttu. * Muhittin amca, yeniden beş parasız kaldıklarında, para kazanabilmenin bir yolunu bulmak için kara kara düşünmeye başladı, ama o sıfırı tüketmiş bir adamcağızdı. Yapabileceği hiçbir iş yoktu. Dilencilikten başka… Dinlenmek için oturduğu yerde dilenci sanılarak önüne konulan beş lira aklından çıkmıyordu. Yoksul ocaklarında bir tencere kuru fasulye pişirtmişti o para. “Aynı yerde bir on beş dakika daha otursam… Mı?...” Aynı yerde, aynı o günkü gibi, yorulmuş da dinleniyormuş gibi oturuverse… Bir onbeş dakikacık… Kafası yatıyordu ya, kafasındakini uygulamaya geçirmeyi, utanma duygusu yüzünden bir türlü planlayamıyordu. Beş parasızlık zulmünü arttırdıkça, utanma duygusunu bir an önce aşması gerektiğini düşünmeye başladı. Buna dair planlar yaptı. Önce, kendi sokaklarında evlerinin duvarı önüne çömelip saatlerce oturdu. Gelip geçenler, evinin önünde pinekleyen adamın dilenci olmasına hiç ihtimal vermeyerek önüne sadaka filan bırakmadılar. Sonra, hastalanmadan önce müdavimi olduğu kahvehanenin önünde, yol kenarına çömelip saatlerce oturdu. Kahvedekiler, onun dilenci olmadığını bildikleri için hiç kimse önüne sadaka filan bırakmadı. “Muhittin abi, öyle oturma, geç şöyle sandalyeye otur,” diyenler olduğunda, “böyle iyi,” diye cevap verdi. Daha sonra da çok ıssız bir cadde bulup denedi utangaçlık duygusunu yenmeyi. Oturdu yolun kenarına, gelen geçenleri seyretti saatlerce. Gelen geçenler ona bakarak, bir dilenci olup olmadığına karar vermeye çalıştılar, ama böyle ıssız bir caddede hiçbir dilencinin dilencilik yapacak kadar akılsız olmadığına hükmederek önüne sadaka bırakmadılar. En sonunda bütün cesaretini toparlayıp, çömelmiş de dinleniyormuş havalarında, o işlek caddede oturdu yol kenarına. Çömeliş şeklinde bir dilenci havası yoktu, sadaka vermedi hiç kimse. Eve dönüp, düşündü, taşındı, o beş liranın verildiği gün olanları geçirdi gözünün önünden, bir kadıncağızın önüne bıraktığı demir parayı hatırladı ve yapması gerekeni çözdü. İkinci günü, kıçını da yere koyup bir bağdaş kurdu, önüne bir mendil serdi, üstüne bir demir para bıraktı; başladı beklemeğe. Az sonra mendilin üstüne sadakaların bırakılmaya başlandığını gördü. Yeteri kadar para toplandığını gördüğünde de topladı mendilini, evinin yolunu tuttu. Daha sonraki günlerde aynı şeyi sürdürdü, ama her geçen gün oturduğu süreleri uzatarak… On, on beş gün sonra, Mükerrem teyze ev sahibine gitti, birikmiş tüm ev kirası borçlarını kapattı. Muhittin amca, yeni işinde ilk ayını tamamlayacağı gün, sabah yataktan kalkamadı. Sandı ki, birileri bacaklarını kesip atmış, belden aşağısı yok… Aylarca tedavi gördü Devlet Hastanesinde ve eve, bir yatalak olarak döndü. Her gün üstüne oturduğu beton zemin, belinden aşağıdaki tüm sinirleri iltihaplandırıp tahrip etmişti. Muhittin amca dilenemez olduktan sonra, onun işini Mükerrem teyze yüklenmek zorunda kalmıştı. Evde yalnız başına bırakıldığında, Muhittin amca altına kaçırırdı. Mükerrem teyze, iyice asabileşmiş, dilencilik işinden döndüğü vakit onun altını döve söve temizler olmuştu. “Tuh, Allah belanı versin herif! Gene mi pisledin altına? Akşama kadar dilenip, bir de eve gelince senin bokunu mu temizleyeceğim? Geber de kurtulayım senden!” Yatsı ezanı okunup da marangozhanenin gürültüsü kesilince gecekondumuzu Muhittin amcanın iniltileri ve Mükerrem teyzenin küfürleri doldururdu. DDT denilen ilacın kullanımı, kansere sebep oluyor diye bütün dünyada yasaklanmıştı ve satın almak için DDT bulamayan babam, evimizin her yanını saran tahtakuruları ile sabahlara kadar savaş yapıyordu. Her gece onlarcasını gaz lambamızın şişesinden içeri atarak kızarttığı parazitlerin binlercesi ürüyordu evimizin bir yerlerinde. Ben, kızamık olmuş gibi, tahta kurusu ısırıklarının izleri ile yaşamaya alışıyordum. Tahtakurularının baş edilemez halde olduğu bir gece, Muhittin amcanın göğsü nargile gibi fokur fokurdu. Bu balgamlı hırıltı bir öksürük krizini başlattı. Ciğerleri sökülürcesine öksürüyordu. Öksürmesine sebep olan balgamı bir sökebilseydi, rahatlayıverecekti. Ama bir türlü sökemedi. Hırıltıları da, öksürükleri de, tahtakurularının sayısından beter arttı. Arttı… Bir sökümlük balgam yüzünden öldü Muhittin amca. Sonra, Mükerrem teyzenin sesi doldurdu gecekondumuzu: “Öldü!... Öldü!... Aslanlar gibi yiğidim öldü!... Komşular, erkeğim, koç yiğidim öldü!... Biricik kocam öldü komşular, yetişin!...” *
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |