Değişim dışında hiçbir şey sürekli değildir. -Heraklitos |
|
||||||||||
|
29 Ekim'i kutlamam gerekiyordu. Bu sene mutlaka Ankara'da olmalıydım. Kafaya koymuştum. Gidecektim. Ama az kalsın gidemiyordum. Yine de sonunda gittim. Benim kafamdaki plana göre bir otobüse atlayıp öyle normal bir yolcu olarak Ankara'ya gidecektim. Tahmin ediyordum ki organize edilen seferler bir şekilde kılıfına uydurularak ya da uydurulmaya bile gerek görülmeden durdurulacaktı. Kafamdaki planım tutmadı ama otobüslerle ilgili tahminlerim tuttu. Bir kere iki bayramın üst üste binmesini hiç hesaba katmamıştım. Geceyarısı bir arabayla rahat rahat Ankara'ya giderim diyordum. 28 Ekim akşam saatlerinde bilet almaya bir gittim ki bilet milet yok. Herşey satılmış. Eyvah dedim. TGB İzmit'ten yetkili arkadaşın numarasına ulaştım; "yer var mı sizde" dedim. "gelin, yerimiz var" dedi. Cidden de yerleri vardı. Ama o yerlere de müdahale edildi. Zaten daha gece buluşma saati geldiğinde otobüsün çevresinde sivil polisler çoktan geziniyordu. Otobüs kalktıktan az sonra rutin bir asayiş kontrolünde otobüsten kamera destekli bir operasyonla nüfuz cüzdanları toplandı. Aklıma nedense fişlenme kelimesi geldi ama ne alaka çıkartamadım... Otobüsün önce yangın tüpüne taktılar. Sonra olmadı vergi bilmem ne borçu haciz cart curt diye bir şeyler söylediler. İki otobüs çevik kuvvet polisinin nezaretinde aracı parka çektiler... Yıldık mı? Yok lan ne yılıcaz. Zaten göze almışız copu, sopayı, gazı. Ölüm var deseler yine gideceğiz. Öyle yani, artık sen düşün... Belki iki otobüs insan vardı orada. Uğraştık biraz ama sonunda 29 Ekim gününün saat sabah 04:00'ünde Kocaeli'den yola çıktık. Yolda iki ya da üç kez durdurulduk ama ustaca sıyrıldık demek yanlış olmaz; Durdurulamadık bu defa. Sabah saat 08:30'da Ankara'daydık. Ulusa bir çıktım metrodan, yüzüm güldü! İnsanlardaki coşku ve kararlılık hem gözlerinden hem seslerinden hem de adım atışlarından belliydi. Farkında olmadan ağzımdan Tayyip Erdoğan burada olsa bu topluluğun ona yapacağı şeylere dair bir yorum uçuverdi. Güldüm. Ankara'ya beraber geldiğim TGB gurubuyla daha buradaki ilk dakikalarda birbirimiz kaybettik. Ben biran evvel Meclis'in önüne gitmek istiyordum, heyecandan kendi başına hareket etmeye başlayan ayaklarıma bıraktım kendimi. Ana caddede barikat vardı. Polis yolu tutuyordu. TGBli arkadaşlar yan yollardan yukarıya yönlendiriyordu kalabalığı. Genç arkadaşlar özveriyle çok iyi çalışıyordu doğrusu. Helal olsun çocuklara. Yukarı çıkarken yolda davul zurnası karşıladı bizi. Onlar da bayrakçılar gibi hem bayramı kutluyor hem de yolunu buluyordu; Bir taşla iki kuş vurabiliyorsan vurmamalı mısın ki? Bilmem. Bayrakçılar neyse de davulcu ve zurnacılar bugün para almasaydı iyiydi bence. Yukarıya çıkarken yolda gördüğü kalabalık ve heyecan beni gördüğüm şeye hazırlayamazdı. Ulus kırmızı ve beyazdı. İnsanlar her köşede şarkılar söylüyor, oyunlar oynuyor ve sloganlarla haykırıyordu. Yine farkında olmadan Recep'i andım. Güldüm. İlk Meclis önlerine doğru yolumu zorlukla ve adım adım aştım. Hava güzeldi ve güneş ısıtıyordu artık iyice. Saat 10:40 idi. Sloganlar ve şarkılar, marşlar, oyunlar ile heyecan doluydu, neşeliydi, coşkuluydu meydan. Ben de bu meydanda tam ışıkların dibinde, polis hattının 3 metre kadar önündeydim. Ne kadar yakın olduğumu ilk gaz bombasıyla beraber daha iyi fark ettim. Ehuehehe :D Türkiye Gençlik Birliği ve Atatürkçü Düşünce Derneği'nden yetkili arkadaşlar konuşma yapmaya çalıştı. Bakın çalıştı diyorum çünkü organizasyonun bence tek eksik yanı ses düzeniydi. Ses duyulmadı doğru dürüst. Oradaki ses düzenini o meydanı yıkması gerekiyordu bence. Ama ben o kadar yakın olduğum halde güç bela duydum konuşmaların yarısını. Hem zaten ben oraya laf dinlemeye değil bayramı kutlamaya, yürümeye, bağırıp çağırmaya, marş söylemeye, burada olduğumu göstermeye gelmiştim. Bana çok fazla konuşulmasına gerek yoktu. Polis habire "bak gelme yoksa uf olursun" diye tahrik edici konuşup durdu. Belki ön tarafta zorlaya-itişen arkadaşlar vardı ondan ama kimse kusura bakmasın buna katlanmak zorundaydı Polis. Hele ki böyle adice ve şerefsizce bir biçimde bir milletin kendi resmi bayramının; Türkiye Cumhuriyeti adına sahip bir Devletin adının kutlandığı bir bayramın, kutlanması yasaklnıyorsa Devletin kendi eliyle... Bu halkın çıldırması ve bağırıp kükremesi normaldir. Buna bile saygı göstermediler. İlk gaz geldiğinde koku önce hafifti sonra epey güçlendi. Hem su da geldi tazyikli cinsinden ama suyu saymıyorum. Bir metre ötemde 5 yaşında bir çocuk yanan gözlerini oğuşturup ağlayarak annesini kucağına çıkıyordu... Yaşlı amca ve teyzeler, gençler, biz yanan gözlerimizle elde olmadan gazın şiddetli olduğu yerlerden geri çekilmeye başladık. Lanet gaz en çok ilk seferinde vurdu. Beklemiyorduk ulan. Şerefsizlikti bu. O emri veren şerefsizdi. Cumhuriyet bayramını Birinci Meclisin önünde kutlamak için gelen ve ellerinde Türkiye Cumhuriyetinin bayrağını taşıyan 80 yaşındaki nineden 4 yaşındaki bebelere kadar hepimizin üzerine o gazı sıktıranlar şerefsizdi. Meydandaki tepkiyi yanlış tahmin ettiklerini söyleyebilirim. Sinmedik. Korkup alandan kaçmadık. Gaz biraz hafifleyince yine yerlerimize gittik. Şarkı, türkü, slogan, marş, oyunlar. Az sonra yine gaz ve su. Bu sefer daha sertti. Tepkimiz ve haykırışlarımız da daha sertti. Küfürlerin ve lanetlerin dozu arttı. Orta okul ve lise öğrencilerinde 80'liklere kadar herkesin ağzından yükselen küfür ve sloganlar Amerika'daki ağlak bebeden Eşbaşkana ve Tepede sikorsikiyle dolaşana kadar bütün gitmesi geren adreslere iletildi. Aşağıdaki barikatlar açılınca ikinci bir koldan Birinci Meclisin önlerine doğru bir koca kalabalık daha yukarı aktı. Konuşmalar yapılıyor, türküler söylenmeye çalışılıyordu ama ses düzeni yüzünden pek alana hakim olamıyordu organizatörlerin çabaları. Derken ortalık yine karıştı ve bu sefer ben durduğum yerden epey bir göz yaşartıcı gaz fırlatıldığını gördüm. Bir tanesi o kadar uzağa ve yukarı atıldı ki yandaki o koca binanın tepesine indi yanılmıyorsam. Sonra iki tanesi çok havaya doğru savruldu. Epey bir yukarılarda uçtular. Arkaya daha orta saflara indiler. Bir tane de ön saflarda patladı galiba. Sonuçta önden ve ortadan üç dört yerde gözyaşartıcıyı kalabalığın içine attılar. Dağıtılmak istendik. Buradan gidin dediler bize. Ama ne kadar gerilersek gerileyelim genç arkadaşların çabaları ve ateşli arkadaşların öne çıkışları arkadan gelen bizlere yine yön verdi ve yine yerlerimizi aldık barikatın karşısında. Lidere gerek yoktu. Birinin gerilediği yerde diğeri cesaret verip hatırlatıyordu zaten neden burada olduğumuzu. Dönmeyecektik. Bu noktada artık ne oldu tam bilmiyorum ama tahminimce bu kadar insanı dağıtacak gözyaşartıcı gazlarının olmadığını ve bunun boşa bir çaba olduğunu, dağılmayacağımızı anlamış olabilirler. Anlamalarına çok şaşırdım açıkçası. Ama sonuçta... Barikat kalktı. Ve biz ilerledik. Birinci Meclisi selamlayarak ağır ağır ve neşeyle yürüdük. Şarkılar, marşlar sloganlarla yürüdük. Neşe ve coşku vardı kalabalığın içinde. Sessizliğin olduğu yerde bile adımlardaki kararlılığı ve dingin öfkeyi hissedebiliyordun. Bu kalabalık tek kelimeyle tarif edilmek istense ben sadece "kararlı" derdim. Karalıydık. Buraya gelenlerin bazılarının cebinde buradan geri dönüş parası bile yoktu. Varın ötesini siz düşünün artık. Bu insanlar buraya gezmeye ya da spor olsun diye gelmemişti. Bu insanlar buraya yürekleriyle gelmişti. Kağnılar ve gençler geçti biz yürürken yürüyüş saflarının içinden. Anıtkabir'e yürüdük. Günün sonunda ayaklarım hissetse de o anda bütün o ağır ve kalabalık yüzünden zorlu olan yürüyüş vız geliyordu. Etrafımızda Marş söyleyip slogan atan eski tüfeklerden gencecik ortaokullu kızlara, üniversite öğrencisinden ailesiyle gelmiş polislere kadar her türden vatansever insan vardı. Etrafımda tanıdık kimse yoktu ama bir şekilde aslında herkes çok tanıdıktı. Bir yerde, çok önemli bir yerde birleşmiştik; Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattı. Aslanlı yola tırmanış ve yolun kalabalıklığı bile bizi anıtkabir'deki manzaraya hazırlayamazdı. Anıtkabir kapısı kuyruktu. Yolda adım atacak yer yoktu ve çimenler bile tıklım tıklım doluydu. Biz Anıtkabire ulaşıp merdivenlerden geriye baktığımızda bu manzaradan etkilenmeyecek kimse yoktu. Ağlayanları gördüm. Sayıları hiç az değildi. Benim bile gözlerim yanmadı desem yalan olur. Bu kadar büyük bir kalabalığı, bu kadar kararlı bir kalabalığı görmek içimi ısıttı. Adım atacak yer yoktu derler ya. İşte Anıtkabir kesinlikle öyleydi. Adımınızı atacak bir karış alan yoktu. Sürekli bir hareket olduğundan yer değiştirerek minicik bir alanı kullanrak ilerleyebiliyorduk yoksa olduğun yerde çakılıp kalmak işten değil. Ben böyle bir kalabalık görmedim. Bir avuç marjinal filan demişler hükümet katından birileri törenlerdeki bizler için. Bir avuç marjinalin hepsinin g*tleriyle güldüğünü ben burada duyuyorum pek sayın hükümet görevlisi şeysi. Anıtkabir'de ilk anlarda verilen erken rakama göre 1 300 000 ziyaretçi Atatürk'ün huzurnda bulundu. Daha sonraki saatlerde de hareket durmadı. Ben s-aat 17:00 gibiydi yanılmıyorsam- Anıtkabir'de vazifemi yapmış, saygılarımı sunup fatihamı okumuştum. Gece ne olacaktı filan bilmiyordum ama benim için bugünlük bu kadardı. Mesajı gayet açık biçimde göndermiştik zaten. İndim Anıtkabir'den aşağı. Ama ben inerken akıntıya karşı yürüdüm demek yalan olmaz. Ankara çoluğu ve çocuğuyla gerçekten bir bayrama yaraşırca giyinip kuşanmış, elinde bayrağıyla neşe ile Anıtkabir'e dereler halinde akıyordu. Benim maceram gece saat 21:00 arabasına bir bileti güçlükle bulup kendimi cehennem gibi olan otogardan dışarı atmamla bitti diyebilirim. Ondan sonrası üzerime çöken tatlı bir yorgunluk; taa ki gecenin 3'ünde eve ulaşıp yatağa gidene kadar. Güzel bir bayramdı ve biber gazıyla tazyikli suyu Ankara'nın bayram ikramı olarak memnuniyetle kabul ettim. Tarihi bir gündü. Not alın. Üzerimize düşeni şimdilik yapmış olmanın verdiği mutluluk ve huzuru yaşarken "Bayram abi" ile koltuklarımıza yığılırken o anlatıyordu. "Bir 1 Mayıs bir de şimdi bu bayramın benim için yeri çok başka, burada halk gösterdi, kendini gösterdi ve bıçak kemiğe dayandı, artık sana geçit yok dedi," diyordu burada tanıştığım Bayram abi. Doğru diyordu. Recep nasıl uyudu o gece bilmiyorum ama ben yastığa kafamı koyduktan sonra içimde coşkulu bir mutlulukla çok güzel uyudum. Ama sen uyuma artık ülkem. Artık nolur bir daha uyuma. Bu son olsun. Çocuklarımızın yarınları için bir daha hiç uyumayalım, hep uyanık kalalım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Levent Ölçer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |